Otobüs, Kızılay’dan Geçer mi Abla!
Bir ihtimal, şu son aylarda yaşadığımız üzerimize tonlarca toz ve çamur selinin birikerek tortulaştığı “ucube” beden ve beyin postişinden kurtulabiliriz.
Şimdi bu cümleyi söyleyip de kaçmak vardı. Etrafıma biriken onca kalabalık göz içinden sıyrılmak ve toplu olarak “ne arasanız var!” mantığına dayalı sahneden zıplayarak inmek ve seyirci koltuğuna yerleşmek.
Yok, öyle kaçmak, hemen ve “bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın!” diyerek etrafta salınmak. Hepimiz aynı dibe vurmuşluğun ortasında, gölgelerin elinde tuttuğu helezoni kıvrımlarıyla hipnotize olduğumuz, kuyunun dibine doğru çökmekteyiz.
Öyle bir kuyu ki, derinlerindeki karanlık sularına artık dolunay aksinin bile uğramadığı, bununla birlikle iyice çamurlaşan bir vahada, kısa paslaşmalarla hayattan “an” çalıyoruz. Belki kuyunun dibine yoldan geçen biri inip de kovasına su doldursa veya üzerimize boca edip dursa, tiksinti veren durgun halimiz bir bataklık amberine dönüşecek. Şöyle diyor sofistler (!): “dipsiz kuyulardan amber kokuları yükselir.”
Amber, balığın karnından çıkarılan “güzel” kokulu bir madde, aslına bakarsanız. Ha balık, ha kuyu ikisi de durgun ve çirkefe kesmiş halleriyle “güzel” kokular üretmeyeceği kesin bilgisiyle “amber/misk” kokusunun duyulması/duyulabilmesi ironisini yaşıyoruz.
Sevgilinin saçlarından gelen misk kokularında kaybolup, çölleri arşın tutan âşık için dizeleri Divan şairlerinden okuyalım. Biz gelelim esas konuya, ciddi bir ağır romana dönüşen ağrılı bir seçim, sandık, oy, pusula vs dönemindeyiz, bir haftadır. Süreç müzmin bir ur gibi, kabardıkça kabarıp ağrılı, sızılı bir hal almaya devam ediyor. Bu bir süreç. Ne kadar süreceği belli olmayan süreğenleşen haliyle yeni yeni sahnelere gebe uzun bir yoldayız. Tıpkı Lost dizisi gibi sonu için “kurgu” sahneler yazılıyor.
Şu gerçek ki: müzmin ağrılarla iştahsızlaştık, keyifsizleştik ve yaşanılan sürekli kırıklıklardan yorgun düşmüş durumdayız. Bir de madalyonun diğer yüzü var ki, arabasında her gün rutin şekilde şehri gidip gelenlerin evlerinde dizi sarhoşluğuyla hayatlarını “tüketme” eylemine zincirlediklerini izliyorsunuz. Çöpler halının altına süpürülüyor. Kaldırıp baktığınızda kokuşmuş onca toz ve kalıntı içinde “mutlu an gülümsemeleri”ni seçmeye çalışıyorsunuz. Arabadan inmeden, nasıl görebilirsiniz kaldırımların metrûk hallerini veya çöplerin devleşen bir robota dönüşerek şehrin sokaklarını yuttuğunu!
Sahtelikler parodisini ne kadar sürdürebilirsiniz ki?! Gün gelecek tükenecek “klişe replikler” ve ara satırlarından çıkacak gerçekler.
Bi’ ihtimal!
***
Türkistan Bölgesi’ndeki bir kekik türü, ahuların karnında bir ur oluştururmuş. İşte başımıza boca edilen yığınla kaos çamurunu yuta yuta dışarıyı içimizde biriktirmişiz, karacalar gibi... Herkes bir kıvılcımla patlayacak durumda! Patlamanın sonuncunda etrafa saçılan olanca kalıntının içinden yine de miski konularını duymak olası mıdır?
Bi’ ihtimal!
İhtimalleri biriktirerek, ait oldukları bedenden yeni bir metabolizmaya dönüştürmek için, bir arkeolog titizliğiyle, her zerreciği iyice yıkamak, arındırmak ve yeni baştan yaratmakla aşılacak onca ağrılı yaranın, berenin, saçma tanesi gibi, dağıttığı beyin kıvrımları…
Herkes üzgün!
Herkes mutsuz!
Herkes kırgın!
Herkes dargın!
Memleket yangın yerine dönmüş. Tulumbacılar, ta yangını duyup da, köşeden fırlayana kadar, sanki iyice harabeye dönüşüp, kalıntılarıyla boğulacak gibi herkes ve de her şey… Yanık yüzler, kül olmuş ruhlar ülkesinde kimse kimseyi tanımaya tenezzül dahi etmiyor. Yüksek sesle kurulup cümleler, ileri derece yanıklarla, adeta odun kömürüne dönmüş akıllara çarpıp dökülüveriyor. Yolda belde artık gülümseyen ve evine ayın on beşi geldiğinde, bir kilo et, bir kutu baklava, beş-on çift Çıkrıkcılar Yokuşu’ndaki manifaturacıdan alınmış çorap yerine “umutsuzluk kırıkları”nın dolduğu naylon poşetler götüren, bedenler yürüyor sokaklarda, caddelerde…
Otobüs beklemenin bile adabı muaşereti kalmadı.
“Kızılay’dan geçer mi bu otobüs, abla?” demek yerine: “gıcır gıcır otobüsleri bile beğenmez bunlar…” diyerek kaçamak bakışlarla, “öteki” kuyusuna bir taş gibi karşısındakini fırlatıp atan, bet sesli teyzelerle karşılaşmak olası… Hâlbuki biliriz ki: Kızılay’a giden her otobüs, aynı ereği soluyan insanların buluştuğu bir havuzdur.
Kızılay, Ankara’dır. Ankara ise Kızılay!
***
Sözü uzatmayalım, “yüksek sesli cümleler kurmak doğru değil” diyerek; ilk gelen Kızılay otobüsüne binilir.
“Arkadaki boşluklara ilerleyelim hanımlar, beyler!” diyen muavinin, “Elvan Dalton” olduğunu öğrendiğimiz yaygaracı cep telefonuna, bir panzehir aranır.
Acaba sayfalarından birinde, “Sonra ansızın, bir şey çattadak kırılır. Serüven bitmiştir artık. Zaman gündelik gevşekliğini alır. Geri dönerim, o güzelim müziksel şeklin ta ardımda, geçmişin içine batıp gittiğini görürüm.” cümlesi yazan kitap çok mu gelir, bu ortama?
Bi’ ihtimal!
Evet, bu tuhaf süreç, baştanbaşa kat edilen tozlu bir yol gibi… Yeni baştan, yeniden, sonra dönüp tekrar yürümek gerekecek gibi aynı yoldan…
Düşünce, o adlandırılamayan, hala bir yerlerde bekliyor.
Sessiz sedasız.
Kendi gittiğiniz “rutin yol” bitince, durakta iniyorsunuz. Hızlıca yürüyerek tepeden aşağı inerken, sol kol üzerinde yükselen iki gökdelene bir soru çıkıveriyor ağzınızdan:
“Gerçekten istediğiniz bu mu? Burada olmak mı?”
…
Ve sonunda ev.
Evin balkonu.
Çiçekler sulanıyor, balkon yıkanıyor!
Ayağınızı uzatıp, nefes alıyorsunuz ve sıcacık bir mürver çayını yudumlarken, dumanına kısa bir soru cümlesi bırakıyorsunuz:
“NİÇİN?”