Öyküler Yarıştı
Öyküler Yarıştı
Öykü Yarışmamızın derece alan öykülerini yayınlamaya devam ediyoruz. Bugün de 12,13,14 yaş grubunda ikinciliği alan öykü ile üçüncülüğü alan öyküyü yayınlıyoruz. Lal Sezin ve Darem, kendi yaşamlarından yola çıkarak bir film çektiler ve o filmi öyküleştirerek aktardılar.
-------------------------------------------------------------------------
İsim: Lal Sezin Bingül
Yaş: 14
Okul: Yakın Doğu Koleji
KÜÇÜK HAYATLAR VE BÜYÜK HAYALLER
Herkesin bir hikâyesi vardır. Kiminki eğlenceli kimininki üzücüdür. Hayat insanlara o kadar çok hayal kurdurur ki, çoğunun hayatı tam filmliktir. İşte onun hayatı da bu filmlik hayatlardan biridir.
İmkânları az ama hayalleri çoktu. Yaşadığı küçük köyün sınırlı şartlarında, elinden geldiğince kendini geliştirmeye çalışıyor; her gün iki saatlik yokluktan sonra okuluna ulaşabiliyordu. Cebinde harçlık yerine geleceğin hayalleri, sırtında düzgün kıyafetler yerine ağır sorumlulukları vardı. Henüz sekizinci sınıftı. Okul sonrası, hamallık yapan babasına yardım ediyordu. Akşam olduğu zaman, yük taşımaktan yara bere içinde kalan elleri yırtılıyor, büyük bir arzuyla ödevlerine sarılıyordu. Ellerinin acıması, yorgunluktan gözlerinin süzülmesi onun için engel değildi. Çünkü onun hayalleri vardı. Bir gün çok ünlü bir yazar olacaktı.
Küçük yaşına rağmen “yazmak” onun için yaşam biçimi haline gelmişti. Duyduğu her etkinliğe katılmak istiyor bunun için de arkadaşları ve öğretmenleriyle fikir alışverişinde bulunuyordu. Yine okullar arası bir öykü yarışması olacaktı. O gün, sıra arkadaşı ona ömrü boyunca unutamayacağı bir söz söylemişti:
“Boşu boşuna uğraşıp yazıyorsun. Yine bir sonuç alamayacaksın. Senin işin belli, hamallık…”
Gözleri dolu dolu olmuş, hiç yorum yapmamıştı. Öğretmeninden gerekli bilgileri almış ve bir öykü yazmıştı. Öğretmeni: “Gönderelim ama bu öyküden pek parlak bir sonuç çıkacağını sanmıyorum” yorumunu yapmıştı. O, buna pek takılmamıştı ama arkadaşının sözleri hala kulağında yankılanıyordu: “Senin işin hamallık…”
Aradan bir süre geçmiş ve yarışma sonuçları belli olmuştu. Derece alamamış ama çok da üzülmemişti. O, hedefine ulaşmak için çalışmaya devam edecekti. Sürekli yazmaya devam ediyordu.
Annesi evlere temizliğe gidiyordu. Bir gün annesinin, elinde bir dizüstü bilgisayarla eve girdiğini görünce dünyalar onun olmuştu. Bilgisayarı annesinin temizliğe gittiği evlerden birinin sahibi göndermişti. Eski bir modeldi ama olsun… Yazı yazabilecekti ya, bu ona yetiyordu. Artık yazmak için eski defter aramıyor, bilgisayarında yazıyordu.
Günler haftaları, haftalar ayları ve aylar yılları kovalamış; üniversite sınavı gelip çatmıştı. Tüm olumsuz şartlara rağmen, güzel bir puanla İstanbul’da iyi bir fakültenin “Türk Dili ve Edebiyatı” bölümüne yerleşmişti. Artık hayatında yeni bir sayfa açmıştı. Daha profesyonelce yazıyor, yazıları hatırı sayılır dergilerde yayımlanıyordu. Daha mezun olmadan ilk kitabı yayınlanmıştı bile…
Büyük bir başarıyla üniversiteden mezun olmuş ve aynı üniversitede asistanlık, öğretim görevlisi derken fakültede önemli bir kişilik kazanmıştı.
İşte şimdi istediği yerdeydi.
Bu arada ailesini, köyünü ihmal etmiyor, fırsat buldukça ziyarete gidiyordu. Elinden geldiğince köyün okuluna kitap yardımında bulunuyordu. Çalıştığı fakültede büyük bir konferans organize edilmişti. Katılacağı en büyük konferanslardan biriydi. Salon tıka basa dolmuştu. O, artık büyük kitlelere hitap eden popüler bir yazardı.
Konferans sonunda röportaj yapmak isteyen bir grup gazeteci vardı. Gazeteciler kişisel sorular da soruyordu. Bu genç yazarın hayat hikâyesini merak etmişlerdi. Sorulara yanıt verirken gözü gazetecilerden birine takılmıştı. Gazeteci de ona bakıyordu ama normal gözler değil…
O bakışlarda başka anlamlar da vardı. Röportajın sonlarına doğru gazetecilerin birinden şöyle bir soru geldi: “Herhalde yazarların olduğu bir çevrede, onları bire bir gözlemleyerek, örnek alarak yetiştiniz ve bu günlere geldiniz. Yanılıyor muyum?”
Tam o sırada gözünde şimşekler çakmış ve bir süredir tanımaya çalıştığı gazetecinin kim olduğunu bulmuştu. Evet oydu… “Senin işin hamallık” diyen sıra arkadaşıydı. İşte şimdi arkadaşına yıllar önce veremediği cevabı vermenin zamanıydı. Soruyu soran gazeteciye döndü ve:
“Yanılıyorsunuz. Ben yazarların olduğu bir çevrede büyümedim. Üniversiteye gelene kadar, değil bir yazarı görmek, bir yazarın kitabını bile alamadım.” Ve arkadaşının gözlerine bakarak cümlesine devam etti: “Benim işim hamallıktı. Yazarlık sadece hayallerimde yaşıyordu.”
Onun ağzından bu sözler dökülürken, gazeteci grubundan utanç dolu bir çift göz ona bakıyordu.
Küçük hayatlarda yeşeren büyük hayaller günün birinde köklü bir ağaç halini almıştı.
--------------------------------------------------------------------
İsim: Darem Kadiroğulları
Yaş: 14
Okul: English School of Kyrenia
AY DEDE
Gün karanlıktı. Bulutlar, güneşi saklıyordu, yeryüzü gölgeler içindeydi. Her zaman sis içinde olan evlerinin bulunduğu sokak bugün garip ve doğal olmayan bir sessizliğe bürülüydü…
Eve geri dönüyorlardı. Sokağın zifiri karanlığı, sokak lambasının yaydığı yetersiz ışıkla aydınlanıyor, ağaçlarda oturan, ateş rengi yapraklar sonbahar rüzgârlarıyla hışırdıyordu.
Hera ve dahi iki yaşında olan kardeşi Alya, arka koltuktaydılar. Yağmurun hafif damlalarının pencereden akıp gitmesini izliyorlardı. Ani, tiz ve ürpertici bir ses sakinliği yırtıp geçtiği an her şey dondu. Bu bir fren sesiydi. Yolundan çıkan, kocaman bir kamyonun fren sesi… Farları her geçen saniye onlara yaklaşıyordu. Hera için o anda sanki zaman donmuş kalmış da eskiden çekilen bir fotoğrafa bakıyor gibiydi.
Yeşil, sarı, kırmızı bulanıklaşıyor, renkler akıp gidiyor, her şey siyah beyaza dönüşüyordu. Yıldızların yaydığı ışık sanki o gece karanlığa yenik düşmüştü. Hera’ya korkuyla bakan Alya’nın gözleri ay kadar iriydi ve zamanın donup kaldığı saniyeler böyle geçip gitti. Kamyon o kadar yaklaşmıştı ki farların ışığı tüm arabayı göz kamaştıran bir ışıkla aydınlatıyordu. Hera, Alya ve anneleri ışıktan bir denizde boğuluyorlardı sanki. Annelerinin aciz vücudu arabalarının mor koltuklarına gömülü, korkudan titreyen elleriyle hala direksiyona sımsıkı sarılıyordu. Arka planda gittikçe boğuklaşan bir korna sesi vardı. Annesinin puslu gözleri iki çocuğunu süzüyor ve sanki olacakları biliyormuş gibi onlara bakıyordu. Vücudu kontrolsüzce titrerken, ağzı kıpırdamıyor, gözleri onlara şunları fısıldıyordu, ‘sizi hep seveceğim.’
***
Ardından her şey gerçek dışı bir hızla yaşandı. Ön cam milyonlarca parçaya bölünüyor, ışık her yere saçılıyordu. Araba, tıpkı Hera’nın kalbi gibi sarsılıyordu. Radyoda çalan huzurlu şarkıdan artık eser yoktu. Alya’nın kızıl saçlarıyla aynı renkte olan bir yaprak cama yapışmış, dayanmalarını haykırıyordu.
Hera’nın en sevdiği kitaptan bir bölüm bu cümleyle başlardı: “İnsanlar cam gibidir, hassastırlar, bir kere kırıldıktan sonra, bir daha eskisi gibi olamazlar.”
İşte o an Hera bunun ne demek olduğunu tam olarak anlamıştı. Çocukken okuduğu masallardaki Ay Dede’ye baktı, Ay Dede de ona. Üzgündüler. Hera artık masallara inanmayacaktı. Ay Dede de onu bir daha göremeyeceğine…