1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Özden Selenge’nin Sana Sevdam Sarı Romanı’nda Afrika Kökenli Kıbrıslılar İzleği
Özden Selenge’nin Sana Sevdam Sarı Romanı’nda   Afrika Kökenli Kıbrıslılar İzleği

Özden Selenge’nin Sana Sevdam Sarı Romanı’nda Afrika Kökenli Kıbrıslılar İzleği

Özden Selenge’nin Sana Sevdam Sarı Romanı’nda Afrika Kökenli Kıbrıslılar İzleği

A+A-

 

Ahmet Yıkık
[email protected]

Günümüzde, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan ve Türkçe konuşan toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğu beyazlardan oluşmaktadır. Bununla birlikte, toplum içerisinde Afrika kökenli atalara sahip oldukları siyah ya da melez tenlerinden anlaşılan bireylerin de var olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Afrika kökenli Kıbrıslıların adaya çoğunlukla Osmanlı döneminde tarım, inşaat ya da ev işlerinde çalıştırılmak üzere köle olarak getirildikleri bilinmektedir. Siyah kölelerin daha çok Doğu ve Orta Afrika’dan Kıbrıs’a getirildikleri yönünde bilgiler mevcuttur  (Hatay s. 169). Sicillerde Kıbrıs’ta bulunan siyah erkek köleler için; zenci veya zengi, siyah, Arap ve Habeşi şeklinde kayıtlar düşüldüğüne rastlanmıştır. Siyah kadın köleler içinse; zenciye, siyah cariye, Arap cariye terimleri kullanıldığı tespit edilmiştir (Özkul s. 65). Ayrıca Kıbrıslı Türkler tarafından siyah/ koyu tenli kız ya da kadınları betimlemek için hâlen kullanılan “halayık” sözcüğünün Osmanlı dönemi boyunca siyah kadın köleler için kullanıldığını da unutmamak gerekir (Hatay s. 161).

Serap Kanay, Alternative narratives depicting  Alternative Histories and  forming Alternative Archives: Case studies related to Cyprus ; Facebook Group, Art Work(s),  Oral History Project (Alternatif tarihi betimleyen ve arşiv oluşturan alternatif anlatılar: Kıbrıs’la ilgili durum çalışmaları; Facebook grubu, sanat eser(ler)i, sözlü tarih projesi*) adlı yüksek lisans tezinin “An Oral History Project African Cypriot Heritage (Sözlü Bir Çalışma Afrika Kökenli Kıbrıslı Kalıtı*)” başlıklı üçüncü bölümünde, Türkçe konuşan Afrika Kökenli Kıbrıslılar üzerine yaptığı sözlü tarih çalışması sonucu elde ettiği bulguları paylaşır. Kanay, kendisini böyle bir araştırma yapmaya iten temel etkenin herhangi bir ‘ırkçılığın varlığı ya da kabulü’ üzerine bilgi edinmek olduğunu belirtir. Araştırmasının sonucunda Kanay, Afrika kökenli Kıbrıslı Türklerin, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletlerinde rastlanan, gücü elinde tutan belli bir çoğunluk grubu tarafından renklerinden dolayı sistemli ve kurumsallaşmış bir şekilde baskı altında tutulmak anlamında ‘önyargı ve ırkçılığa’ maruz kalmadıkları kanısına varır. Bununla birlikte çoğunluğun onlara karşı sergilediği, kasıtlı ya da kasıtsız birtakım tavırlar yüzünden duygusal olarak ciddi incinmelere uğradıklarının altını çizer.

Serap Kanay’ın yukarıda değinilen çalışmasında, yazılı kaynaklardan ziyade belleklerde saklanan sözlü materyaller kullanmış ve bu şekilde Afrika kökenli Kıbrıslıların adaya nereden geldikleri ve zaman içinde asimile oldukları Kıbrıslı Türk toplumunun çoğunluğunu oluşturan beyazlar tarafından ne derece kabul görüp benimsendikleri üzerine birtakım çıkarımlarda bulunmuştur. Ancak çalışmanın tek taraflı olduğu, sadece Afrika kökenli Kıbrıslılarla mülakatlar yapıldığı ve onların ırkçılık ekseninde yaşam deneyimlerinin sorgulandığı gözden kaçırılmamalıdır. Peki, madalyonun öbür yüzünde durum nasıldır? Toplumun çoğunluğunu oluşturan beyazlar onlara hangi gözlerle bakmaktadır? Afrika kökenli yurttaşların fiziki farklılıklarının temel nedeni olan koyu tenleri beyazlar tarafından olumsuz bir özellik olarak algılanmakta mıdır? Eğer böyle bir durum söz konusuysa, bu rahatsızlık, beyazların koyu tenlilere karşı davranış ve söylemlerinde ne şekilde dışa vurulmaktadır?...  Meseleyle alakalı geniş kapsamlı bir sosyoloji çalışmasının yapılması kaçınılmaz görünmektedir ki bu işi alanında uzman sosyologların gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bununla birlikte meselenin edebiyat sosyolojisi çerçevesinde de ele alınması ve ileride sosyologların çalışmalarında yararlanabileceği bulgular ortaya çıkarmak mümkündür. Çünkü her ne kadar işin içine kurmaca ve sanatçının imgeleminin süzgecinden damıttığı gerçekliği yeni baştan yaratması girse de edebiyat, malzemesini gerçek yaşamdan almaktadır. Neticede ortaya koyulan eser ister istemez sanatçının içinde yaşadığı ve gerek maddi gerekse manevi yapısından beslendiği toplumu ve onun bakış açısını yansıtmak durumundadır. Bundan dolayı yazının devamında, çağdaş Kıbrıslı Türk edebiyatının düzyazı alanının roman dalında verdiği beş eserle adını duyuran yazar Özden Selenge’nin, Sana Sevdam Sarı (1998) romanında Afrika kökenli Kıbrıslı izleğini ele alış tarzı analiz edilecektir.

Özden Selenge (d.1947) romanlarında 20. yüzyılın ilk yarısından 21. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Kıbrıs’taki toplumsal yaşamı panoramik bir şekilde yansıtır. Ne de olsa yaşam hikâyelerini aktardığı roman kişilerinin, karakterlerinin şekillenmesinde içinde yaşadıkları toplumun diğer bireyleriyle olan ilişkileri ve toplumun bütünü etkileyen sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmeler önemli bir rol oynar. Toplumun aksayan yönlerini mizahi öğelerle bezeyerek dramatize etmek yoluyla eleştirel bir tavır sergiler. Onun romanlarında Kıbrıslı Müslümanların bir yandan İngiliz sistemindeki deneyimleri vasıtasıyla, diğer yandan da genç Türkiye Cumhuriyeti’nden ithal ettikleri Atatürkçü değerleri benimsemek yoluyla modernleşme serüvenini yakından izlemek olasıdır. Yazar, bu süreçte, kimlik algısının, günümüze gelinceye dek, ‘Müslüman’dan önce ‘Türk’e sonrasında da ‘Kıbrıslı Türk’e dönüşürken uğradığı duraklar ve almış olduğu keskin virajlara dair ipuçları dağıtır. Teknik olarak 18. ve 19. yüzyıl roman özelliklerinin ağır bastığı eserlerinde, her şeyi bilen ve olay akışını keserek karakterlerinin iç dünyaları ve davranışları üzerine yorumlar yapmaktan geri durmayan 3. tekil kişi anlatımı ön plandadır. 1974 sonrası kurumsallaşma yönünde hızla ilerleyen Kıbrıslı Türk yazınının düzyazı alanının roman türündeki romantizm temsilcisi olarak nitelendirilebilir Selenge.  Zira romanlarında yazar anlatıcının, karakterlerle arasında sıkı bir duygusal bağ olduğu ve iyi karakterleri yüceltirken kötü karakterlerle arasına mesafe koyduğu oldukça belirgindir. Ayrıca yine romantizme özgü bir başka özellikten, roman karakterlerinin ruh halleriyle içinde bulundukları çevre ve mekânın tasvirlerine sinen bir nevi ‘duygudaşlık’lıktan bahsedilebilir. Eserlerinde romantizmin ağır basmasına rağmen özellikle anlatıcı yazarın aradan çekilerek karakterler arası diyalogların aktarıldığı, Kıbrıs Türkçesinin yoğun olarak kullanıldığı bölümlerde realizme yaklaştığı söylenebilir. Halk kültürüne özgü gelenek ve göreneklerle dini ve batıl inanç ritüellerinin genişçe gözler önüne serildiği romanlarda, sözlü geleneğin/kültürün izleri güçlü bir biçimde duyumsanır.  Bunu, önceki yüzyıllara özgü belli başlı roman tekniklerinden ‘anlatma tekniği’ni(yazarın olay, mekân ve karakter vb. konularda doğrudan kapsamlı ya da özet bilgi vermesi) kullanırken sergilediği konuşma üslubu belirgin kılmaktadır. Ayrıca ruh çözümlemeleri yaparken de anlatıcının -ses tonunu değiştiren, taklit yapan bir meddah misali- aniden anlatmakta olduğu karaktere dönüştüğü hissine kapılmak işten bile değildir. Okurun, roman mı okuduğu yoksa bir meddaha/meselciye mi kulak verdiği konusunda ikilem yaşaması muhtemeldir. Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere, Selenge’nin eserleri sayesinde Kıbrıslı Türklerin sözlü kültürden yazılı kültüre geçerken kat ettikleri merhalelere tanıklık edilebilir ve modern öncesi küçük bir toplumun moderniteyle tanıştıktan sonra üstesinden gelmekte zorlandığı baş döndürücü siyasi, sosyal ve kültürel gelişmelerle değişimlerin izi sürülebilir. Selenge romanları, bir bakıma, halk hikâyesiyle çağdaş roman arasında birer ‘geçiş romanı’ ya da ‘ara roman’ olarak değerlendirilebilir.

Selenge, eserlerinde Kıbrıslı Türk toplumuna odaklanmakla birlikte adada yaşamını sürdüren Rum, Ermeni, Maronit, İngiliz, Türk(iyeli) vb. diğer etnik unsurlara da yer verir. Romanların geçmişe ayna tutulan bölümlerinde, kurgusal inandırıcılık açısından, özellikle 1974 öncesinde Kıbrıs’ta hüküm süren çok kültürlü, etnikli ve dilli yaşamın yazar tarafından canlı betimlemelerle okuyucuya aktarılması olağan ve yerinde bir tercihtir. Fakat Selenge’nin, uluslaşma sürecini tamamlama sancıları çekerken çeşitli çelişkilerle boğuşmak zorunda kalan Kıbrıslı Türkleri diğer etnik unsurlarla sık sık karşılaştırdığı ve ait olduğu toplumun farkını ortaya koyma gayreti içinde olduğu görülür. Yazarın bu tavrı, eserlerinin, postkolonyal edebiyat teorisi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine kanıt teşkil eder. Çünkü eski müstemleke ülkelerinin edebiyatlarına bakıldığında sömüren güce karşı kimlik bağlamında bir başkaldırı ve çevrenin merkezden farkını ortaya koyma çabası şeklinde edebi eserlere yansıyan içgüdüsel bir tepkinin sıkça vurgulandığı görülür (Ashcroft, Griffiths ve Tiffin). Selenge’nin Kıbrıslı Türklerin kendilerine özgü genel toplumsal karakterini ortaya koyduğu ilk romanı Sana Sevdam Sarı’da merkezi roman kişilerinden biri olarak çizdiği karakterlerden biri de Afrika kökenli Kıbrıslıdır.  Dolayısıyla yazının devamında Havvaana adlı karakter büyüteç altına alınarak gerek çoğunluğun Afrika kökenli Kıbrıslılara bakışı gerekse azınlık olarak onların kendilerine bakışı olmak üzere iki yönden irdelenecektir. 

Sana Sevdam Sarı, 1963’te Türk – Rum çatışmaların yaşandığı gergin bir ortamın resmedildiği Lefkoşa’da başlar. Savaş çıkacak korkusuyla millet telaş içinde akın akın bakkallara koşarak evlerine erzak depolamak yarışındadır. Böyle bir ortamda, çocukluk aşkı kocası tarafından terkedilişinin ruhunda ve bedeninde yol açtığı sarsıntıyı henüz atlatamamış Zerrin da kayınbabasının ısrarı üzerine alışverişe çıkar. Bakkalda, hafif çatlamış, kırmızı toprak saksıları iskontolu olarak satın alan yaşlı bir kadına rastlar. Orada bulunan genç bir kadının, “Savaş çıktı çıkacak; kadın çiçek ekmek derdinde!” diye yaşlı kadını yadırgamasına tanık olur. Oysa yaşlı kadın, genç kadının söylediklerini duymamıştır bile. Sessizce birkaç budak karanfilinin olduğunu mırıldanan yaşlı kadının aklı eğer onları saksılara ekerse budakların tutup tutmayacağına takılmıştır... Zerrin, karanfilin ‘umut’ demek olduğunu düşünür. Kötü günler elbet sona erecek, karanfiller barışa açacaktır mis kokulu çiçeklerini. İyimser düşüncelerle eve dönüp kapının anahtarını çevirdiği sırada yanına yaklaşan askerler Zerrin’e, evin üst katını boşaltmalarını söylerler. Emir, evin arkasında üst kata çıkılabilen bir merdiven olduğu için üst katı mevzi yapmak isteyen Türk(iyeli) Binbaşı’dan gelmiştir. Bu emrivaki dayatmadan rahatsızlık duyan Zerrin’i kayınbabası uyarır: “Aman Zerrin sakın ha, vatan haini sanmasınlar bizi  (Selenge, Sana Sevdam Sarı s. 10).” Zerrin, kendisi gibi şiire düşkün Binbaşı’yla tanıştıktan sonra yeni bir aşka yelken açacağından habersizdir henüz...

Selenge, flash back(geriye dönüş) tekniği kullanarak romanın şimdiki zamanından uzaklaşır ve Zerrin’in ve ailesinin geçmiş yaşamlarını anlatmaya koyulur. Okurun, herkesin Havvaana diye çağırdığı Afrika kökenli karakterle tanışması bu şekilde olur. Havvaana, Zerrin’in dedesi Yusuf Efendi tarafından 20. yüzyılın başında eve getirilmiştir.

“(…) Yusuf Efendi, Havvaana’nın kimsesizliğine, ortalarda kalışına acıyıp, “bir lokma ekmek o da yesin” diye onu eve getirmişti. Genç halayık kısa zamanda iyi huyu, becerikliliği ve sevecenliğiyle kendini sevdirmiş, evin tüm işlerini yüklenmişti (s. 27).

  Havvana’nın eve getiriliş sebebinin ev işlerini gördürmek olduğu anlaşılan yukarıdaki alıntıda, ‘halayık’ sözcüğünün siyah tenli hizmetçi anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Anlatıcı, karaktere Havvaana denilmesinin sebebini, Zerrin’in, o zamanlar küçük bir çocuk olan babası Kemal Bey’in, onu ilk gördüğünde Havvaana diye çağırması şeklinde açıklar. Daha sonra tüm aile bireyleri ve tanıdıklar tarafından Havvaana adı/lakabı benimsenir. Yazar, Havvaana karakterini olay örgüsü içerisinde yeri geldikçe parça parça tanıtır:

“Yirmi yıl süren kölelikten sonra Yusuf Efendi onun tanrısı kadar değerli olmuştu. Bir gün ona sesini yükseltmemiş, evin bir insanı saymıştı.(….)Yaşlı bir Arap uşağı istemişti. Yusuf Efendi adam çok yaşlı olduğu için razı değildi ama yine de sormuştu, Yusuf Efendi’nin hanımı Havvana’ya (s. 34).”

Buradan Havvaana’nın daha önceki efendisinin ona köle gibi yanı çok katı/kötü davrandığı anlaşılmaktadır. Efendi sözcüğü evin beyi anlamında kullanılmıştır. Romanda, Havvaana’yı isteyen kişiye bir ad bile konulmayışı ve ‘Arap uşağı’ şeklinde takdim edilmesi dikkat çekicidir. Kıbrıslı Türklerin Afrika kökenlilere toptan ‘Arap’ diye çağırmaları, talibe milliyetinden mi yoksa koyu ten renginden dolayı mı ‘Arap uşağı’ denildiğini muallakta bırakmaktadır. Kesin olan bir şey varsa, o da genç bir kadın olan Havvaana’yla evlenmek isteyen beyaz bir Kıbrıslı Türk’ün olmayışıdır.

Havvaana bahsedilen taliple evlenmeyi reddeder. Gencecik yaşında kendini Yusuf Efendi’nin ailesine adayan Havvaana’nın, aşk ve cinsellik bağlamında birtakım kadınlık gereksinimleri olacağı kaçınılmazdır. Zaten yazar söz konusu gereksinimleri es geçseydi, karakterin bütünselliğine halel gelecekti. Bu gediği kapayacak ve karakterin inandırıcılığını artıracak zekice bir çözüm bulmuştur Selenge: Gönlünü Yusuf Efendi’ye kaptıran Havvaana, onunla ilgili bastırdığı cinsel arzularını açığa vuran düşler görmektedir…

“(…) gece düşünde de evlendiğini görmüştü. Pembe gelinlik giymiş, yüzünü de örtmüştü tülden duvakla. Güveyi gelin odasının kapısından eşkerince, uzun boyuna, geniş dinç omuzlarına takılmıştı gözü. (…)yüzüne bakınca Yusuf Efendi’yi görmesin mi? Gülerek ona bakıyor, elindeki pırıl pırıl elmaslı pantatifi gösteriyordu. Sonra gelip yüzünü açmış, yüzgörümlüğünü takmış, kucaklayıvermişti onu (s. 35).

Müthiş bir suçluluk duygusuna kapılan Havvaana ne yapacağını şaşırır. Yusuf Bey’in Hanım’ına, çocuklarına karşı böylesi bir hainlik yapmayı aklının ucundan bile geçirmezken benzer düşler görmeye de bir türlü engel olamamaktadır. Kendi kendine kızmakta, bu işten kurtulmak için çareler aramaktadır. Ama nafile…

“ E destur, nedir bu rüyalar? Subaşlarında el ele. Bahçedeki çıngı kadar havuzda, ikimiz çıplak. O, nurdan yaratılmış, ben isli mertek, hiç yakışmadık. Tuuu sana bre utanmaz karı, yok tövbeler olsun kız oğlan kız… İşte neysen, kızlığın da kaldı mı bu rüyaları göre göre, onu Allah bilir (s.35).

Yukarıdaki alıntıda Havvaana’nın, Yusuf Efendi’yi beyaz tenli olduğu için “nurdan yaratılmış”, kendisiniyse siyah tenli olduğu için “isli mertek” sözleriyle tanımlaması ve birbirlerine yakışmadıklarını şeklinde yorum yapması düşündürücüdür. Siyah tenli halayıklarla beyaz tenli Kıbrıslı Türklerin evlenmesinin, ten rengi farkı nedeniyle toplum tarafından uygun görülmediği, yadırgandığı anlaşılmaktadır. Havvaana’nın bu kanıda olması elbette ki içinde yaşadığı toplumun kendisi gibi Afrika kökenlilere karşı besledikleri olumsuz bakış açısının bilincinde olduğuna işaret etmektedir.

Havvana, Yusuf Efendi ve ailesi tarafından çok sevilmekte aileden biri olarak görülmektedir. Nitekim kendisi namaz kılmayan ve oruç tutmayan Yusuf Efendi, namazında niyazında olan Havvaana’nın, daha sağlıklı beslenmesi için kısıtlı maaşına rağmen ramazanlarda her gün et alır, onu iyi beslenmesi konusunda tembihlerdi(s.49).

Mevlevi Tarikatı’nın müdavimlerinden olan Yusuf Efendi, etrafındakilere insanların eşit olduğu,  herkese hoşgörü gösterilmesi ve ayırım yapılmadan iyi davranılması gerektiği konusunda Mevlana vb. tasavvuf büyüklerinin sözlerini aktarırdı. Havaana bu sözleri çok beğenir, hatırında kalanları zaman zaman içinden tekrar ederdi:

“Dünyaya yarattı madem bizi Allah, kimimizi, kara kimimizi beyaz; zengin, fakir; akıllı, deli; güzel, çirkin; hasta, iyi; haddimize mi beğenmemek (s.53)?”

Havavaana’nın, -doğrudan ifade edilmese de- ‘kara tenli’ olmasından dolayı beğenilmediğine inanmasından kaynaklanan bir çeşit aşağılık kompleksi taşıdığı çıkarımı yapılabilir, üstteki alıntıdan. Bu eksiklik duygusundan kurtulmak için kendi kendiyle mücadele etmektedir. Çareyi Yusuf Efendi’nin teselli edici sözlerini anımsamakta bulmaktadır.

Kıbrıslı Türkler arasında, kızları/kadınları güzel ya da delikanlıları/erkekleri yakışıklı olarak değerlendirirken ten rengi ne kadar önemlidir? Beyaz ya da esmer tenli olmak başkaları tarafından beğenilmekte önemli bir rol oynar mı? Romanda bu doğrultuda sorulara cevap teşkil edecek ipuçları da yer almaktadır. Örneğin Havvaana, öksüz kalan Zerrin’e babası Kemal Bey’in üvey anne getireceğinden endişe duyduğu sırada Zerrin için şöyle yazıklanır:

“Ah ah benim derdim hep Zerrin’im! O hırpalanmasın üvey ana elinde… Ah kara kızım! Hıh, benim de birine kara diyecek yüzüm mü var kendi kapkaralığıma bakmadan (s.61).”

“…Ayhan’ın güzelliğine, boyuna posuna, kaşına gözüne övgüler düzüp Zerrin’in ufak tefekliğini, esmerliğini ona hiç yakıştıramamışlardı (s.218).”

Görüldüğü üzere alıntılarda kara kuru, esmer diye tasvir edilen Zerrin’in, bu özelliklerinden dolayı güzel olmadığı kanısı yaygındır. Demek ki Afrika kökenliler kadar koyu tenli olmasalar bile esmer kadınların, beyazlara nazaran daha az güzel/çekici olduğu kanısı Kıbrıslı Türkler arasında yaygındır. Bu nedenle Zerrin; beyaz tenli, sarışın ve renkli gözlü Ayhan’a yakıştırılmıyor. Afrika kökenli bir Kıbrıslı olarak Havvaana’ysa, kendi ‘kapkara’ tenine bakmadan, Zerrin’i ‘kara kuru’diye nitelendirmesinin gülünç kaçtığını düşünüyor. Romanda, Havvaana’nın kendisini beyaz tenli kadınlardan aşağı gördüğünü ya da başkaları tarafından öyle görüldüğünü gözler önüne seren birçok bölüm vardır. Nitekim aşağıdaki alıntı, Havvaana’nın ‘kara’lığının kadın kimliğinin önünde geldiğine işaret etmektedir:

“Dedeler’in türbesi arka sokaktaydı. Kestirmeden çıkardı her zaman, bu kez yolunu uzattı. Sokaklarda hiç kadın yoktu. Sabahları konu komşuya, Cuma pazarına gidenlere rastlardı ama bu saatte ne arasındı sokaklarda kadın? Adımlarını çabuklaştırdı. Oyalanmanın vakti değil, kara mara ama adına kadın derler. Şimdi biri görür, kim olduğunu keşfeder, lâkırdı söyler (67-68).”

Kemal Bey’in sürekli hasta olan ve yerinden kımıldayamayan annesi, bir ara kocası Yusuf Efendi’nin Havvaana’yla gizli bir ilişki kurduğundan kuşkulanır. Yazarın ruh çözümlemesi biçiminde(karakterin zihninden geçenleri okumak suretiyle) aktardığı bölüm şöyledir:

“ Kara mara ama kadındı, endamlıydı. Şöyle yüzünü görmesen de arkadan baksan, aman ne selvi salınışlı kadın, dersin (s.73).” “Havvana kara mara ama on tane beyaza değişmezdi onu. Gerçek anaydı tümüne.(…) Yüzü kara, yüreği apaktı onun. Sevgilerle doluydu (s.74).”

Romanda, Havvaana karakterinin ‘kara’lığına gerek karekterin kendisi, gerek diğer karakterler gerekse de anlatıcı tarafından o denli sıklıkla vurgu yapılır ki eserlerinde toplumsal eleştirel bir tavır benimseyen Selenge’nin, bu meseleyi okurun dikkatine getirmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır. Yazar, Havvaana karakterinin ailesi hakkındaysa şu bilgileri verir:

“Kara sıska bir kız daha doğurduğumu duyan herifim “Beyaz kadını kara çocuk doğursun diye almadım deyip küsmüş evden kaçmıştı. Köylü onu “Kara ektin kara biçtin. Bir kabahat varsa senindir deyip haksız çıkarınca arına boğulup döndü evine ama surat beş karış, kaç zaman gece sofraya oturup yemedi (s.132).”
Yukarıdaki alıntıda, Havvaana,  annesinin ona anlattıklarını hatırlamaktadır. Buradan, beyaz tenli çoğunluk arasında bir Afrika kökenli Kıbrıslı olarak yaşamaktan dolayı sıkıntılar yaşayan babasının, çocuklarının da kendisi gibi kara tenli olmasını engellemek için beyaz tenli bir kadınla evlendiğini fakat beyaz tenli çocuklar doğurmadığı için karısının onu hayal kırıklığına uğrattığını öğreniyoruz.

Havvaana’nın evlenmeyi kabul etmediği ikinci bir talibi daha olmuştur. Dul komşunun aracılık yaptığı dünürcülük sırasında geçen konuşmalar ve anlatıcı yazarın araya girerek yaptığı yorum dikkat çekicidir. Komşu kadın, Büllüksüz (penissiz) Arap diye bahsedilen kişinin siyah teninden dolayı Havvaana’ya uygun olduğu görüşündedir. Üstelik adama Büllüksüz Arap denmesinin aslında penisinin çok iri olmasından kaynaklandığına vurgu yapmaktadır. Buradan Kıbrıslı Türkler arasında yaygın olan, siyah tenli erkeklerin beyazlarınkinden çok daha iri, büyük penisleri olduğu önyargısı mizahla karışık bir şekilde teşhir edilmektedir. 

“-Ben senden koca mı istedim kadınım?-Vallahi ben bulmadım, aracıyım. Büllüksüz Arap yalvardı yakardı git söyle diye. Sevaptır böyle şeyler.(…)-Ben koca istemem. -Tam dengin ne var?(…) Dul kadın ikisinin de karalığını anıştırıyordu.(…) -Arabı büllüksüzdür zannetme ha, malı büyüktür diye taktılar o lakabı (s. 200-201).”

Serap Kanay, yukarıda değinilen sözlü çalışmasında birçok Afrika kökenli Kıbrıslı Türkün, sırf çocukları açık tenli olsun diye beyaz tenli Kıbrıslılarla evlendiğini ve kendileri gibi koyu tenlilerle evlenmekten kaçındıkları bilgisine ulaştığını belirtmektedir. Hatta Kanay’ın röportaj gerçekleştirdiği bazı kişiler, ten renklerine vurgu yaparak “Boyayı açalım be çocuklar!” şeklinde işi espriye döken aile büyüklerinin varlığından söz ederler.

Havvaana,  küçük bir kız çocuğuyken yoksulluk yüzünden ailesi tarafından varlıklı bir ailenin yanına besleme olarak verilmiştir (s. 135). Romanın şimdiki zamanı 1974’e kadar uzanır. Yazar, Havvaana’nın 1974’ten birkaç yıl önce yaşı seksenin üzerindeyken vefat ettiği bilgisini verir (s. 212). Dolayısıyla Havvaana’nın 1880’li yıllarda yani Kıbrıs’ta İngiliz dönemi henüz başlamışken doğduğu varsayımında bulunabiliriz. O yıllarda, kölelik yasal olarak kaldırılmış olmasına rağmen birçok Afrikalı köle gönüllü olarak eski sahiplerinin yanında kalarak onlara hizmet etmeyi seçiyorlardı. Ayrıca halk arasında özellikle köylerde yoksulluk çok yaygın olduğu için birçok köylünün ya da azat edilmiş kölelerin çocuklarını varlıklı ailelerin yanına besleme olarak veriyorlardı. Bu durum 2. Dünya Savaşı yıllarına kadar sürmüştür (Hatay s. 161-162). Tüm bunlar göz önüne alındığında Selenge’nin Havvaana karakterini tarihi gerçeklere bağlı kalarak kurguladığını söyleyebiliriz.

Romanda, Zerrin Hanım’ın dadısı Havvaana’ya Surlariçi Lefkoşa’nın Girne Kapısı bölgesinde bir ev verir: “-Bu senin ev koçanın.-Ne evi ya kızım?-Girne Kapısı’ndaki tek katlı evi sana verdim(s. 157).” Fakat Havvaana orada tek başına yaşamak istemediği için ölünceye dek Zerrin’le yaşamaya devam eder. Mete Hatay’ın Haşmet Gürkan’dan aktardığına göre gerçekten de Girne Kapısı çevresinde, 20. yüzyılın başlarına kadar emekliye ayrılmış Afrika kökenli birçok dadı ve hizmetçi ikamet edermiş. Bu evler kendilerine hizmetlerinde çalıştıkları zengin aileler tarafından satın alınırmış (Hatay s. 162).

Sonuç olarak bugün aramızda yaşayan ve bizlerden birkaç ton daha koyu olan tenleri dışında hiçbir farkları olmayan Afrika kökenli Kıbrıslı Türklere karşı, ta Osmanlı döneminde adaya köle olarak getirildikleri zamana dayanan birtakım yakışıksız önyargılar ve tutumlar içerisinde olduğumuzu kabul etmek için tek bir romanı irdelemek bile yeterli gelmektedir. Açıkçası her ne kadar işin içinde kurgu ve düşlem girse de edebiyatın alternatif bir tarih oluşturmakta oynadığı önemli rol gün gibi aşikârdır. Sana Sevdam Sarı, toplum olarak yüzleşmemiz ve arınmamız gereken ırkçılık ve ayırımcılık gibi kusurlarımız olduğu gerçeğini yüzümüze vurmaktadır. Tüm bireylerin eşit olduğu bilincini toplumun bütününe yaymak ve kırıcı söylemlerden kaçınmak gerektiği yönünde okurda farkındalık uyandıran Selenge’nin emeğine sağlık.

 

----------------------------------------------------------------------

Kaynakça

Ashcroft, Bill, Gareth Griffiths ve Helen Tiffin. The Empire Writes Back(4. basım). New York: Routledge, 1993.
Hatay, Mete. «Servants, Slaves and Concubines in Ottoman Cyprus (1571-1878).» Ottoman Cyprus A Collection of Studies on History and Culture. Dü. Michalis N. Michael, Matthias Kappler ve Eftihios Gavriel. Wiesbaden: Harrassowitz Verlag, 2009. 161-180.
Kanay, Serap. «Alternative Narratives depicting Alternative Histories and forming Alternative Archives: Case studies related to Cyprus; Facebook Group, Art Work(s) and Oral History project.» University of Amsterdam: Yüksek lisans tezi, 2013(http://dare.uva.nl/cgi/arno/show.cgi?fid=544480).
Özkul, Ali Efdal. Kıbrıs'ta Osmanlı İzleri. Lefkoşa: Kıbrıs Türk Yazarlar Birliği Yayını, 2014.
Selenge, Özden. Sana Sevdam Sarı. Lefkoşa: Işık Kitabevi, 1998.

Bu haber toplam 6414 defa okunmuştur
Gaile 327. Sayısı

Gaile 327. Sayısı