“Özersay’ın fotoğrafı, kayıpların gömü yerinin karşısında çekildi…”
POLITIS gazetesinden Mihalis Theodoru, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay’ın Maraş’ta bir otelin damında çekilmiş olan fotoğrafının, kayıp şahısların gömüldüğü bir gömü yerinin tam karşısında çekildiğini yazdı…
Maraş’taki bu gömü yeriyle ilgili bir Kıbrıslırum şahidin anlattıklarını YENİDÜZEN’de Mart 2012’de ayrıntılı biçimde yayınlamıştık…
POLITIS gazetesi, Türk askeri yetkililerinin Kayıplar Komitesi’ne bugüne kadar Maraş’ta kazı yapma izni vermediğine dikkati çekti…
POLITIS gazetesinden Mihalis Theodoru, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay’ın geçtiğimiz günlerde Maraş’ta kapalı askeri bölgede bir otelin damında çekilmiş olan fotoğrafının, kayıp şahısların gömüldüğü bir gömü yerinin tam karşısında çekildiğini yazdı… “Özersay’ın fotoğrafı, kayıpların gömü yerinin karşısında çekildi…” diye yazan POLITIS yazarı Mihalis Theodoru, hatırlanacağı gibi geçen yıl da geniş bir yazı dizisiyle, özellikle 1963-64 “kaybı” Kıbrıslıtürkler’in “kayıp” edilmesinden sorumlu olan bazı Kıbrıslırum polis ve diğer Kıbrıslırum kişilerin nasıl kovuşturulmadığını çeşitli belgelere dayanarak ortaya koymuş, 1974’te EOKA-B’cilerin yaptığı Muratağa-Atlılar-Sandallar katliamına ilişkin ayrıntılar vermiş ve bu yazı dizisi nedeniyle hayatına yönelik pek çok tehdit almıştı. Biz de Mihalis Theodoru’nun bu yazı dizisini geniş biçimde bu sayfalarda yayımlamıştık.
Kudret Özersay’ın kapalı Maraş’ta bir otelin damında bazı askeri yetkililerle çektirerek sosyal medyada paylaşılmış olan fotoğrafının göründüğü kadarıyla Markos Oteli’nin damında çekildiğini aktaran Theodoru, bu otelin birinci ve ikinci harekat arasında geçici bir hastane olarak hizmet verdiğini, bu süre içerisinde Mağusa bölgesinde çatışmalarda yaralanmış olan Kıbrıslırumlar’ın burada tedavi edildiğini, aynı şekilde bu hastanede Kıbrıslıtürkler’in de o dönem tedavi edilmiş olduğunu hatırlattı.
Mihalis Theodoru, fotoğrafçının geçen Pazartesi otelin damında durduğu noktadan Özersay’ın parmağıyla işaret ettiği yerin Mağusa Stavru mezarlığı olduğunu yazdı.
Theodoru, Kayıplar Komitesi’nin 1974’te bu mezarlığa bazı “kayıplar”ın gömülmüş olduğu yönünde bilgiler bulunduğunu, geçen ay Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyinde 30 askeri bölgede Kayıplar Komitesi’ne kazı izni vermiş olduğunu belirterek, Kayıplar Komitesi’nin 54 askeri bölgede kazı yapmak istediğini ancak 24 askeri bölge için Kayıplar Komitesi’ne Türkiye’nin giriş ve kazı yapma izni vermediğini yazdı ve kazı izni reddedilen bölgeler arasında kapalı Maraş bölgesinde sözünü ettiği Stavru mezarlığı da bulunduğunu kaydetti.
POLITIS gazetesi yazarı, Özersay’ın Maraş’taki mülklerden söz ettiğini ancak “kayıplar” için kazılardan söz etmediğini belirterek bu durumu eleştirdi.
POLITIS gazetesi yazarı birinci ve ikinci harekatlar arasında yani 1974’te 20 Temmuz ile 15 Ağustos arasında geçen 26 gün içerisinde Mağusa (Maraş) Stavru mezarlığına 30 kadar kişinin gömüldüğünü, bunların bazı Yunan ve Kıbrıslırumlar olduğunu, aralarında “kayıplar”ın da bulunduğunu belirtti. Markos Oteli’nin karşısına gömülenler arasında 25 Kıbrıslırum asker, bazı Yunan subayları ve bir de “bilinmeyen” kayıp şahsın bulunduğunu belirtti. Ancak buraya yapılan gömünün bununla sınırlı olmayabileceğini, Kayıplar Komitesi’nin son 45 yıldır kapalı olan bu bölgede araştırma yapıp elindeki bulgularla karşılaştırma yapma olanağı bulmadığını, 16 ağustos 1974 sonrası da buraya başka savaş kurbanlarının da gömülmüş olabileceğini yazan Theodoru, buraya gömülenlerin Türkiye uçaklarının bombalamalarında ölenler olduğunu ancak Türk askerlerinin burayı aldıktan sonra da bölgeden topladıkları savaş kurbanlarını, en yakın mezarlık olan Stavru mezarlığına defnetmiş olabileceklerini kaydetti.
MART 2012’DE YAZDIKLARIMIZ…
Maraş’taki bu olası gömü yeriyle ilgili bir Kıbrıslırum şahidin anlattıklarını YENİDÜZEN’de bu sayfalarda Mart 2012’de ayrıntılı biçimde yayınlamıştık… Bir Kıbrıslırum okurumuz o günlerde bize şöyle demişti:
“Ben Maraşlı’yım. 20 Temmuz 1974’te ilk işgal sırasında Kıbrıslıtürkler, Mağusa surlariçindeydi, Yunan askerleri de onları bombalamaktaydı. O zaman Türk uçakları Maraş üzerinde uçarak napalm bombaları atmaya başladılar. Bazı Yunan askerleri ile bazı Kıbrıslırumlar bu napalm bombardımanında öldürülmüştü. Ölüleri toplayarak mezarlık dışına gömmüşlerdi... Gömülenler arasında Yunan subayı Hajıdakis de vardı. Ölüleri gömdükten sonra, ölüleri gömenlere bir emir gelmişti: Ölüleri gömdükleri çukuru açarak, Yunanlı subay Hacıdakis’in cesedini bulmaları emredilmişti. Maraş’ta bulunan bir doktordan da gömülmüş olan cesetler arasında onu bularak tanımlama yapması istenmişti. Ben de oradaydım. Kıbrıslırum ve Yunan askerlerinin gömülmüş olduğu çukuru bir şiroyla kazdılar, burası kumluk bir araziydi ve mezarlığın hemen dışındaydı. Buraya gömülmüş olanlar Türk uçaklarının atmış olduğu napalm bombalarından öylesine kötü biçimde yanmışlardı ki, onları tanımak hemen hemen imkansızdı. Sonuçta Yunan subayı Hacıdakis’i giydiği botlardan tanıdılar çünkü diğerlerinden farklı botlardı bunlar. Ölülerin yüzleri tanınmayacak durumdaydı. Bu toplu mezara herhangi bir Kıbrıslıtürk gömülmüş olduğunu sanmıyorum. Ben bu bilgiyi Kıbrıslırum makamlara zamanında vermiştim fakat o günlerde fazla ilgi göstermemişlerdi...”
Bu konuda pek çok Kıbrıslırum okurumuz da yıllar içerisinde bizimle temasa geçerek, Stavru mezarlığına bazı “kayıplar”ın gömülmüş olduğunu aktarmışlardı. Biz de bu bilgileri Kayıplar Komitesi yetkilileriyle paylaşmıştık.
Dün akşam yeniden konuştuğumuz bu Kıbrıslırum okurumuz, aradan çok uzun zaman geçmiş olduğunu ama orada olduğu için her şeyi çok net biçimde hatırladığını, bombardımanda yanan insanların kumluk arazide açılan çukura gömülmüş olduklarını, yanmış olduklarını, bu toplu mezarı açtıkları zaman kendisinin de orada olduğunu ve bu görüntüyü hiç unutmayacağını, bedenlerin yüzlerinin hiç tanınmayacak halde olduğunu aktardı. O günlerde bize bu mezarlığın Ayios Memnon mezarlığı olduğunu söylediğini ancak şimdi düşündüğü zaman burasının Stavru mezarlığı dışında bir nokta olabileceğini, hatırlayamayacağını belirten okurumuz, birlikte buraya Hacıdakis’i teşhis için gitmiş olduğu Kıbrıslırum’un telefon numarasını bize göndereceğini ve ondan daha ayrıntılı bilgi alabileceğimizi belirtti. Nitekim bu telefonu bize gönderdi ve biz de sözkonusu Kıbrıslırum’u dün akşam aradık. O da bize, bu gömü yerinin Ayios Memnon mezarlığında değil Ayios Stavru mezarlığında bulunduğunu teyit etti. Stavru mezarlığındaki bu gömü yerine ilişkin yıllardır bizimle bildiklerini paylaşmış olan tüm Kıbrıslırum okurlarımıza çok teşekkür ederiz…
BAŞKA GÖMÜ YERLERİ DE VAR…
Maraş’ta tek olası gömü yeri burası değil – kapalı Maraş’ta pek çok başka olası gömü yeri daha var ve bunların ayrıntılarını da son 18 yıldır bu sayfalarda paylaşmaktayız. Bu konuda gazeteci arkadaşımız Andreas Paraskos da, Maraş’ta bazı “kayıplar”ı BM Barış Gücü askerlerinin gömdüğünü ve bu bilgilerin Birleşmiş Milletler tarafından Kayıplar Komitesi’yle çok uzun yıllar boyunca paylaşılmadığını yazmıştı ve bu konuda toparladığı bilgileri yayımlamıştı.
Ancak diğer askeri bölgelerin tersine, Maraş’ta bugüne kadar Kayıplar Komitesi’ne “kayıplar” konusunda inceleme yapmak veya buraya şahit götürerek olası gömü yeri göstermelerini sağlamak gibi çeşitli konularda izin verilmemiş. Konuyla ilgili olarak Kayıplar Komitesi’ne yakın bir kaynak dün akşam sorularımızı yanıtlarken, “Maraş özel bir bölge olduğu gerekçesiyle Kayıplar Komitesi’ne bugüne kadar buraya girmek, olası gömü yeri için inceleme yapmak, şahit götürüp şahidin olası gömü yerini göstermesini sağlamak veya kazı yapmak için izin verilmedi… İnşallah bundan sonra verilir” diye konuştu.
BASINDAN GÜNCEL…
“Kimin kim olduğunu bilmemek…”
Ohannes Kılıçdağı
“Evet, çoğunluk veya baskın grup mensupları aralarında kimin azınlık olarak tarif edilen gruptan olduğunu bilmez, çünkü azınlığa mensup bireyler kendilerini gizlerler. O kadar ki, haksızlığa uğradıklarında bile, genellikle ortaya çıkıp haklarını açıkça savunmaktan kaçınırlar, çünkü bilirler ki, haklı olmalarının bir önemi yoktur, kolayca haksız duruma düşürülebilirler ve gördükleri zarar büyüyebilir….”
Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yılı vesilesiyle Yiğit Bener’in derlediği, Can Yayınları’ndan çıkan ‘İçimizdeki Ermeni’ kitabını okuyorum. Otuzbeş farklı yazarın Ermeniler, Ermenilik ve kendi “Ermeni deneyimleri” üzerine yazdıkları yazılardan oluşuyor (Bejan Matur şiir kaleme almış). İçlerinde, kanımca meseleyi doğru yerden yakalamış, sorunun getirdiği duygu yelpazesini iyi yansıtan parçalar var. Bunlardan biri de, Oya Baydar’ın ‘Onlar Her Zaman Bilirlerdi’ başlıklı yazısı. O yazıdan yola çıkarak, özel olarak Ermeniler, genel olarak ‘azınlıklar’, daha da doğrusu farklı olduğu düşünülen bütün gruplarla ilişkiler anlatılırken geçmişi övmek amacıyla söylenen “Biz kimin kim olduğunu bilmezdik” sözü üzerine düşünelim.
Baydar, ortaokul-lise arkadaşlarıyla mezuniyetlerinden onlarca yıl sonra bir araya geldikleri bir buluşmayı anlatıyor. 1950’lerin başında devam ettikleri okulun öğrenci mevcudunun neredeyse yarısı Ermeni, Rum ve Yahudilerden oluşuyormuş. Fakat, Baydar, kimin Ermeni, kimin Rum, kimin Yahudi olduğunu “biz bilmezdik” diyor. “Bilmediğimizi bile bilmezdik; bilsek de aldırmazdık. Sınıf arkadaşlarıydık işte, hepimiz birdik, öyle sanırdık” diyor. “Biz” olarak tarif ettiği, ülkenin çoğunluğunu oluşturan, nominal düzeyde de olsa Müslüman Türkler.
Adı geçen arkadaş toplantısında söz ülkenin haline gelmiş. Ülkenin genel siyasi havasının ağır olduğu zamanlar (olmadığı nadirdir zaten), Hrant Dink katledileli birkaç ay olmuş... İçlerinden biri, “Ne oldu bize böyle kızlar, ne oldu bu memlekete? Biz kim Türk, kim Ermeni, kim yerli, kim yabancı bilmezdik; ayrım mayrım yapmazdık, ne oldu bize?” diye yakınıyor. İlk anda, geçmişte olduğu varsayılan bu hal, olumlu bir durummuş gibi tınlıyor. Öyle ya, kimse kimseye ayrım yapmıyormuş, daha ne olsun? Bu tür yakınmaların başka bir varsayımı da ‘eskiden’ veya ‘bir zamanlar’ her şeyin yolunda olduğu ama ‘sonradan’ bir şeylerin bozulduğu. Bir tür avuntu, geçmişi bir şekilde temize çıkarma... Masada genel olarak bu yakınmayı onaylayan bir hava varken, vicdanlarda kurulan iskambilden kuleyi bir üfürükle yıkan alçak sesli bir itiraz duyulur: “Ama biz bilirdik.” Konuşan, Serra olarak bilinen Sera’dır. Sözü Oya Baydar’a bırakalım: “Ama biz bilirdik! Üç kısacık sözcük göğsümün orta yerine bıçak gibi değil, incecik bir tel gibi saplanıyor... İlk kez o zaman anlıyorum: Öteki, kim olduğunun hep farkında, ötekiliğini içinde bir yara gibi saklıyor. Bizler, ayrı gayrı gözetmeyen Türkler, egemen kesimin iyi yürekli çocukları; kendini efendi sanmanın umursamazlık zırhına bürünmüş olanlar; kim olduklarını bilenlerin kim olduklarını umursamayacak kadar kendileriyle dolu olanlar: Bizler bilmezdik. Serra’nın Ermeni Sera olduğu aklımıza bile gelmezdi. Ama o, Serra değil Sera olduğunu hep bildi.”
Baydar çok iyi ifade etmiş. Bir-iki ekleme yapmak gerekirse, evet, çoğunluk veya baskın grup mensupları aralarında kimin azınlık olarak tarif edilen gruptan olduğunu bilmez, çünkü azınlığa mensup bireyler kendilerini gizlerler. O kadar ki, haksızlığa uğradıklarında bile, genellikle ortaya çıkıp haklarını açıkça savunmaktan kaçınırlar, çünkü bilirler ki, haklı olmalarının bir önemi yoktur, kolayca haksız duruma düşürülebilirler ve gördükleri zarar büyüyebilir. Onun için, çoğu zaman haksızlığı sineye çekmeyi tercih etmek zorunda kalırlar. Onlar haksızlığı sineye çektiği, itiraz edip sesini yükseltmediği için, diğerlerine ortada bir sorun yokmuş, herkes halinden memnunmuş gibi gelir. Nitekim, “Biz kimin kim olduğunu bilmezdik” diyenler, devam cümlesi olarak “Aramızda hiçbir sorun yoktu” da derler. Birileri itiraz edecek olursa, o zaman ‘sorun’ çıkar. O noktadan itibaren de, çoğunluk mensupları sorunun ‘birdenbire’ çıktığını düşünerek şaşırırlar, sorunun çıkışını bir dış etkene (nifak!) bağlarlar.
Altı çizilmesi gereken başka bir durum da, “Biz kimin kim olduğunu bilmezdik, ayrım yapmazdık” sözünün barındırdığı bir çelişki. Kimin kim olduğunu bilmez, herkes gözünüze aynı, yani kendiniz görünürse nasıl ayrımcılık yapacaksınız ki zaten? İnsan kendinden bildiğine değil, öteki olarak gördüğüne ayrımcılık yapar. Yani asıl marifet, farklılıkları görüp, bilip, tanıyıp ayrımcılık yapmamak.
(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 5.7.2019)