1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Özne olmak mı, dilsiz kalmak mı?
Özne olmak mı, dilsiz kalmak mı?

Özne olmak mı, dilsiz kalmak mı?

Özne olmak mı, dilsiz kalmak mı?

A+A-

Feminist Atölye (FEMA)
[email protected]

              
Fezile Osum


Sıcakların verdiği bitkinlik ve hızla değişen gündemin getirdiği hararetle bir seçim dönemi geride kaldı. Partiler propaganda döneminde kendilerini anlatıp, hükümete geldikleri takdirde neler yapacaklarını içeren parti programlarını halkla paylaştılar. Bizler Feminist Atölye olarak bir yandan bu yoğun süreci takip ederken, bir yandan da sürece bizzat dahil olup ‘Feministler Meclise’ isimli bir kampanya yürüttük. Kampanya sürecinde her hafta Gaile’de, yine bu sayfadan önerilerimizi ve beklentilerimizi somut bir şekilde ortaya koyduk. ‘Özgürlük ve Eşitlik için Feministler Meclise’ derken elbette ki kadın temsiliyetini de önemsiyorduk. Bu seçimlerde parlamentodaki kadın milletvekillerinin sayısında artış olması kadınların karar verme mekanizmalarında görünür olabilmeleri açısından önemliydi. Fakat yalnızca biyolojik olarak kadın olmanın toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bir politika izlemek için çok da bir anlam ifade etmediğini düşünüyor ve bu nedenle kadın veya erkek fark etmeksizin, kendini feminist veya pro-feminist olarak tanımlayan kişilerin vekil olmalarını daha çok önemsiyorduk.  Amacımız esasen ‘vitrin önü’ kadın temsiliyeti değil, bu konudaki siyasal iradenin şekillenmesine katkı koyabilecek adayların seçilmesini sağlamaktı. Nitekim çıkan sonuçlar doğrultusunda kadın milletvekili sayısının geçen dönemki gibi 50 milletvekili içinde yalnızca 4’de kaldığını öğrendik. Bu rakam kadınların meclisin yüzde 8’ini oluşturacağına işaret ediyordu ancak bu sefer sonuçlar o kadar da umut kırıcı değildi. Feminist Atölye aktivisti Doğuş Derya vekil olmaya hak kazanmıştı ve ilk defa Kıbrıs’ın Kuzey’inde kendini feminist olarak tanımlayan bir aday meclise giriyordu. Bunun yanında, söylemlerinden takip ettiğimiz ve pro-feminist olarak tanımlanabilecek birkaç vekil adayı da meclise girmeye hak kazanmıştı. Hal böyleyken, elde edilen sonuç beni yeniden kadın temsiliyetinin yeterliliği ve daha da önemlisi kadınların siyasette özne olabilme ihtimallerini düşünmeye itti.
Elbette ki 50 vekilden yalnızca 4’ünün kadın olması hiç de tatmin edici bir sonuç değil. Kadınların toplum içerisindeki konumlanılışlarını yorumlayan Van Zoonen, tarihteki filozoflardan bahsederken Plato dışındaki ezici çoğunluktaki filozofların kadınların yerinin kamuya açık alanlarda değil, daha çok evin içinde olduğundan bahseder. Kadınlar tarih boyu doğuştan hizmetkarlar olarak addedilen ve kamuya açık, söz söyleyebilecekleri alanlarda olmak isteyen kadınlarda genellikle ‘cadı’ veya ‘kötü kadın’ olarak tanımlanarak engellenmeye çalışılmıştır. Kadınların siyasette yeterince temsil edilememelerinin nedeninin ataerkil toplum yapısından geldiğini defalarca gerek bu kampanya döneminde, gerekse geçmişteki yazılarımızda dile getirmiştik. Kadınlar toplumun onlara yükledikleri iş bölümü gereğince ‘iyi eş’, ‘iyi ev kadını’ ve ‘iyi anne’ kılıflarına girebilmek için hayatlarını çoğu zaman bu sorumlulukların altında ezilerek geçiriyorlar. Evin içindeki temizlik, yemek yapımı, bulaşık, çamaşır yetmezmiş gibi bir de ‘iyi anne’ olabilmek için uzun saatler boyu yıllarca görünmekten hep kaçınılan emeklerini harcıyorlar. Kadına yüklenen bu rollere kıyasla, erkekler ise her zaman söz sahibi olan, edilgen değil eden konumundaki, güçlü, hırslı, çoğu zaman saldırgan niteliklerle tanımlanıyor. Belki de bu yüzdendir ki, kadınlar ne zaman siyasi bir mücadele yürütüp bazı görevlere talip olurlarsa hemen nitelikleri sorgulanmaya başlanıyor. Örneğin Kıbrıs’ın Kuzey’i özelinde konuşacak olursak da karşımıza bir de mekânsal sorunlar çıkıyor. Geç saatlere kadar uzun uzadıya devam eden meyhane muhabbetlerinde veya parti toplantılarında erkekler siyasetin en koyu halini konuşuyorlar. Onlara katılan kadınlara ise bir saatten sonra eğer anne ise ‘ Eve gitmeyecek misin sen? Çocuk evde bekler’ diyerek, eğer anne değil de evli bir kadın ise ‘ Kocanı evde yalnız mı bıraktın?’ diyerek dışlayıcı bir tavır geliştirirler. Çünkü bu bitmek bilmeyen ‘erkekler kulübü’ nün kendinden olmayanı ağına almaya hiç de niyeti yoktur.  Bütün bunların sonucunda siyaset ‘erkek’ halini almış, kadın ancak erkeklerin belirlediği çizgiler içerisinde siyaset yapmaya çalışırsa kabul görmüştür. Erkek egemen ağlarla örülü, içinde birçok hiyerarşik düzeni barındıran siyasi partiler, içerisinde kendi sesini çıkarmaya çalışan kadınların çoğu zaman söyledikleri önemsizleştirerek, meşrulaştırılmasını engelleyerek veya en sıkıştığı anda kadına bel altı vurmaya çalışarak eril tahakkümünü devam ettirir. Geçtiğimiz seçim dönemi de siyasetin ‘erkek’ yüzünü ve yapılış tarzını görmemiz açısından iyi bir deneyimdi. Bu dönemde ben kendi deneyimlerimden yola çıkarak erkek egemen siyaset yapma şeklinin nasıl su yüzüne çıktığını gözlemleye çalıştım. Kendimi daha iyi açıklamak için erken genel seçimler öncesindeki süreçte yaşadığım 3 somut örneğin üzerinden devam etmenin daha faydalı olacağını düşünüyorum.
Öncelikle seçim dönemi boyunca meyhane masalarındaki buluşmalara sık sık şahit oldum. Meyhanelerde genellikle 9 gibi buluşuluyor, ilk başta münferit günlük olaylar tartışılıyor ve zaman ilerledikçe sohbetin rengi biraz daha koyulaşıyordu. Kadınların meyhane buluşmalarından kendilerini soyutlamadıklarını, ilk başta erkekler gibi sohbetlere katıldıklarını ve zaman zaman tartışmalara dahil olduklarını gözlemledim. Ancak saatler ilerledikçe, genellikle 23.00’ı geçmeye başlayınca ortamdaki kadın sayısında bir azalma başlıyordu. Kadınların çoğu ‘Evde kocam yalnız bıraktım, sıkılmıştır şimdi o’  veya ‘Çocuğa hiç bakamadım bugün, ben kaçsam iyi olacak’ diyerek ortamı terk etmişlerdi. Meyhanede kalan epeyi az sayıda kadın ise bu erkeklerin belirledikleri tartışma alanlarının içine girmek için fırsat kolluyor, bazen bunu bile gerçekleştiremeden evlerinin yolunu tutuyorlardı. Mesela bu tartışma alanlarının içinde hiçbir zaman kadınların gördükleri şiddet veya LGBT bireylerin yaşadıkları ayrımcılık yer almazdı. Kadınların iş yerinde yaşadıkları mobbing, doğum izin günlerinin ısrarlarla eski uygulamaya göre yapılması veya kadın sığınma evi hakkında bir tartışma duymak mümkün değildi. Erkekler arasında da yaş itibariyle oldukça açık bir şekilde hiyerarşik bir yapı görülüyordu; yaş itibariyle büyük olana karşılık vermek, sözünü kesmek veya karşı görüş beyan etmekte zorlanılıyordu. İkinci bir deneyim ise televizyon programlarından geldi. Örneğin bir televizyon programında 4’ü erkek 1’i kadın 5 milletvekili adayı konuktu. Erkek adaylar durmadan birbirlerinin sözlerini kesiyor, saldırgan bir şekilde tartışarak değil, adeta çatışarak programı sürdürüyorlardı. Bu türden konuşmalara dahil olamayan kadın vekil adayı doğru dürüst diğer adaylarla tartışabilmeyi bırakın, kendisinin konuşma sırası geldiği zaman bile kendini yeterince iyi bir şekilde ifade edememişti. Sözü ya diğer vekil adayları tarafından kesiliyor, ya da arada çıkan tartışmalardan dolayı ona yeterli konuşma süresi kalmıyordu. Hal böyle iken, bir kadın olarak bu çatışma kültürünün içerisine girmekten kaçınan her kadın vekil adayı da kenara itiliyor, pasifize ediliyor ve adeta dilsizleştiriliyordu. Üçüncü bir deneyim ise seçimlere 3 gün kala yapılan CTP-BG mitinginden gelmişti. İlk kadın başbakan Sibel Siber sahneye konuşmasını yapmak üzere davet edilirken partililerde büyük bir coşku ve sevinç gözlemleniyordu.  Bir kadın olarak hem kadın bir başbakanın bu kadar hızlı bir şekilde insanlar tarafından kabullenip, sahiplenilmesinden ötürü gururlanmıştım açıkçası. Fakat çok uzun sürmeden, Sibel Siber konuşmasının ilk 10 dakikasını bile tamamlamadan arkadan bir takım cümleler işitmeye başladım. Şöyle diyordu arkadaki mırıltılar: ‘Sibel hanım başbakan seçildi iyi, güzel de keşke biraz bağırsa da coştursa bizi. Böyle konuşursa kimse coşmayacak burada.’ ‘ Sibel hanımı severim ama sanki biraz pasif kaldı bu görev için’. Dinleyenlerin ‘pasif’ kelimesinden kastettikleri sanıyorum ki o an her zaman görmeye alışkın oldukları erkek bir siyasetçi tarafından, daha çok fiziksel olarak agresif olan davranış biçimine girilmesiydi. Eline kolunu durmadan sallaması, ‘hodri meydan’ edalarında esip gürlemesi veya diğer siyasetçilerle çatışmaya çalışmasıydı muhtemelen kastedilen. İnsanlar Siber’in ne söyledikleriyle ilgilenmiyor, nasıl söylediğine bakıyorlar ve tam bir metni yalnızca bunun üzerinden değerlendiriyorlardı. Erkek kodlarıyla yapılan siyasete o kadar alışmış ve bunu normalleştirmişlerdi ki bağırılmadan, çatışılmadan söylenen söz sanki yeterince doğru değilmiş gibi geliyordu. İyi siyasetçi rakibine saldırmalı, avazı çıktığı kadar bağırmalı, televizyon programlarında öyle oturup kalmamalı, şaaak diye kesivermeli diğerinin sözünü ki iyi siyasetçi mi değil mi o zaman anlayalım. İşte bu anlayıştı bizim üzerine düşünüp mücadele etmemiz gereken. Kadın vekillerde artış olması bu mücadeleyi muhakkak ileriye götürecek diye bir kaide yoktu, eşitliğe inanan kadınlar ve erkekler sürdürebilirlerdi bu mücadeleyi mecliste, partide, örgütte, sokakta. Örneğin Tansu Çiller seçim kampanyası döneminde kendini ‘Analar, bacılar’ diyerek kadınların desteğini arkasına almış, kendini seçmenin bir annesi ve bir bacı olarak tanımlamıştı. Seçim kampanyasında kadınları hedef alan konuşmalarda bulunmuş, onların sorunları için çalıştığını dillendirmişti. Bunun yanında, kameralara sık sık gülüyor, agresif bir politikacı değil sempatik, uzlaşmacı bir kadın siyasetçi imajını vermeye çalışıyordu halka. Ayrıca duygusal kişiliğini de kamuoyu ile paylaşmaktan kaçınmamıştı. Ancak Çiller başbakan olduktan sonra kadınların hayatlarına değecek icraatlar yapmadı ve bu konuyu tamamıyla görmezden gelen bir tavır sergiledi. Kampanya döneminde çizmiş olduğu imajı iyice zedeleyerek eril bir dille, erkek kodlarının içine girerek siyaset yapmaya başlamıştı. Dolayısı ile kadın öznesini siyasette yaratacak bir kadın olamamış, bunu yalnızca kampanya döneminde bir avantaj olarak imajının şekillenişinde kullanmıştı.
Bu nedenle yalnız meclis içerisindeki kadın sayısında bir artış değil,  özellikle partilerde yeni bir eşitlikçi anlayışın tartışılması gereklidir. Bu değişimi sağdan beklemek faydasız olacağı aşikârdır, bu nedenle değişimi sol partilerin içerisinde görmek bizlerin temel beklentisi olmalıdır. Özellikle kadınların sorunlarını görmezden gelen sol bir partinin kadın örgütü günümüz siyasetinde kabul edilebilir değildir. Feminist politikadan uzak, yalnızca erkeklerin belirledikleri gündemlerin dışına çıkamayan kadın örgütleri ne siyaset üretme konusunda, ne de örgütlenme konusunda başarıya ulaşabilir. Erkeklerin yönettikleri parti politikalarının arasından sıyrılıp da örneğin; ‘Hayır, bize göre kadınların gördükleri şiddet de Kıbrıs sorunu, özelleştirmeler, işsizlik, TC ile ilişkiler kadar önemlidir. Bizler kadın mücadelesini görmezden gelen bir siyaset üretemeyiz’ diyebildikleri an, gerçekten özne   olma yolunda bir adım atabileceklerdir. Diğer türlü, kadın örgütleri sırf biyolojik olarak kadın olan kişilerin parti içinde kendi kendilerine toplandıkları bir alan olur ve öyle de kalır.
Sonuç olarak, Kıbrıs’ın Kuzey’inde 4 kadın vekil sonucu kadınların hak talepleri karşılık bulmayacak anlamı taşıyamaz.  İlerleyen dönemdeki icraatlar doğrultusunda bu konuda bir yorum yapmak daha doğru olacaktır. En acil ve gerekli icraatların (sığınma evi, ceza yasasının değiştirilmesi gibi) yapılabilmesi için ise önce siyasi partilerin ve kadın örgütlerinin feminist politikaya daha çok eğilerek baskı unsuru yaratmaları, onlarla beraber sivil toplum örgütleri de bu baskıyı güçlendirecek bir duruş sergilemeleri çok önemlidir. Aksi takdirde meclisteki kadın sayısı 3’e bile katlansa kadın bakışından uzak, erkek zihniyeti ile düşünen kadınların bu hakkı kazanması kadınların siyasette özne olmalarını değil, erkekler gibi hareket eden birer ‘vitrin önü mankeni’ olarak durmalarından başka bir sonuç getirmeyecektir. Ve evet siyasetin dili şu an ‘erkek’tir ve maalesef özne olmaktan vazgeçtiğimiz her an siyaset biz kadınları dilsiz bırakmaya devam edecektir.

 

***

Duygu Korhan, Entertaining the Citizen Tansu Ciller – A Case Study
YoncaAltındal, ErkeksiSiyasetin ‘Erk’sizDublörleri, BalıkesirÜniversitesiSosyalBilimlerEnstitüsüDergisiCilt 12 Sayı 21 Haziran 2009 ss.351-367

Bu haber toplam 1705 defa okunmuştur
Gaile 227. Sayısı

Gaile 227. Sayısı