Öznesini Kaybetmiş Bir Talep: 'İnsan Hakları'
Mertkan Hamit: 10 Aralık 2011 tarihi Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor. Bundan 63 yıl önce, 10 Aralık 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi insanlık tarihinin en kanlı savaşlarından olan İkinci Dünya Savaşı’nın ertes
Mertkan Hamit
10 Aralık 2011 tarihi Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor. Bundan 63 yıl önce, 10 Aralık 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi insanlık tarihinin en kanlı savaşlarından olan İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde evrensel barış ve adalet şiarıyla ortaya çıktı. O günden, günümüze gelene kadar da insan hakları artık bir beyannamenin ötesinde bir dış politika aracı (Chandler 1985), hatta kimilerine göre bir ideoloji halini aldı (Mutua 1996).
Kıbrıs'ın kuzeyinde bu yıl Evrensel İnsan Hakları Günü’nde çeşitli politik partiler, gruplar, sivil toplum örgütleri görüşlerini çeşitli biçimlerde halk ile paylaştı. Bildirilerin genelinin özünde insan haklarına duyulan ihtiyaç, hak ve özgürlükler konusunda gösterilen hassasiyet ve insan haklarının evrensel önemine yönelik düşünceler vardı. Genellikle tarafsız bir kavramı ve adalete yönelik bir özlemi dile getiren insan hakları konusunda ise tüm dünyada olduğu gibi Kıbrıs'ın kuzeyinde de benzeri bir anlayış mevcuttur ve hiçbir örgüt İnsan Hakları Günü’nde bana göre insan haklarının ne olduğunu düşünmeden, bu günü bir bayram tebriki havasıyla kutlamakla yetindi. Bu yazıda özet olarak tartışmak istediğim konu ‘insan hakları’ söylemini tartışmaktır. Bana göre genel doğru olarak kabul edilen insan hakları söylemi veya insan hakları siyasetine eleştirel bir biçimde yaklaşmak, insan hakları meselesini daha anlamlı bir hale getirecektir.
Douzinas (2000), insan haklarının insanlığın yarattığı en onurlu şey olarak görülmesi üzerine yaptığı eleştiri ile benzeri bir açıdan yaklaşacağım insan hakları algısı, bana göre ciddi bir göz yanılgısını temsil etmektedir. İnsan haklarının temelinde özgür bir biçimde fikrini beyan edebilme, özgür basına sahip olabilme, barınma hakları, bunun yanı sıra da eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeye yönelik haklar yer almaktadır. Yukarıda sayılan hakları bir liste halinde düşündüğümüzde, bu şekilde sunulan hakların reddedilebilmesi için reddedenlerin aklını kaçırmış olması gerekmektedir. Fakat bunları evrensel bir taslak içine yerleştirip, uluslararası hukukun aracı haline getirdiğimizde ise insan haklarının problem çözmekten çok problem yarattığı gerçeği yüzümüze vurmaktadır.
Eleştirel hukuk teorisi, geleneksel olarak genel kabul gören hukuki kararların tarafsızlığına şüphe ile yaklaşır, hukuki kararlarında diğer birçok tercih gibi politikadan arındırılamayacağının altını çizer. Politikayı ise, bir tür tahakküm alanı ve tahakküm alanındaki mücadele olarak tanımlar. James Boyle (1985) ve Roberto Unger'in (1983) kapsamlı bir şekilde dile getirdikleri eleştirel hukuk yaklaşımı, iktidarın kendini tarafsız olarak sunduğu hukuk alanının da aslında tarafsızlıktan arındırılamayacağını iddia eder. Douzinas, yasal hakların ya da oluşturulan hukuki kararların soy kütüğüne baktığımızda güç ilişkileri ile ilgili bir kaygıyı net bir şekilde görebileceğimizi öne sürer. Bu açıdan insan hakları ile ilgili oluşturulan söylemlerin de aslında evrensel bir tarafsız alan yaratılması ve bu alanda bir adalet sağlanmasına yönelik bir hareketin olmadığını anlayabiliriz. Tam tersine evrensel adalet anlayışı bugün belli iktidar ilişkilerinin kendini yeni bir bedende yeniden meşrulaştırmış olmasından ibarettir. Bugün, evrensel değerlerin batı değerleri, insan haklarının sadece mülkiyetin kutsallığının korunması üzerine kurulmuş olması ise yukarıda teorik olarak belirttiklerimi doğrulamaktadır.
Evrensel insan hakları ile ilgili olarak 'evrensel' kavramının kapsamının genellikle teni beyaz, erkek ve heteroseksüel 'insanı' işaret ediyor olması aslında evrensel insan haklarının iddia edildiği kadar evrensel olmadığını bir kez daha kanıtlamaktadır. Bunun ötesinde eski Amerika Birleşik Devletler Başkanı G.W. Bush'un savaş gemisinde Ortadoğu’da başlatacağı savaşı duyururken kullanmış olduğu 'insan hakları ve demokrasiyi ihraç edeceği' iddiası da insan haklarının nasıl dış politika hamlelerini meşrulaştırmakta kullanılan bir araç haline geldiğini göstermektedir. Diğer taraftan ise insan haklarını 'ihraç edeceğini' iddia etmesi aslında dönemin Amerikan başkanının insan haklarının 'patates' gibi ticareti mümkün olan karşılıklı bir 'şeymiş' gibi görmesi bakımından da son derece önemlidir. Çünkü buradan aslında evrensel insan haklarının güç odakları tarafından tam olarak nasıl algılandığını ortaya koymaktadır.
Öyle ki, Tony Evans'ın insan haklarını küresel politik ekonomi içerisinde incelediği çalışması, insan haklarına yönelik birçok karar taslağının danışma konseyinde o hakları koruyan örgüt temsilcilerinin yerine anonim şirket yetkililerinin de bulunması, durumunun ne derece trajik olduğunu öne sürmektedir. Bunların yanı sıra, küresel ekonomik çıkarların gölgesinde insan haklarını, piyasa ekonomisinin sağladığı bir disiplin içerisinde algılamak gerekmektedir.
Özellikle Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesi ile tarihin sonuna gelindiğini iddia eden Francıs Fukuyama ve destekçileri, insan haklarının da gelişimini tamamladığını, bundan sonra insan haklarının uygulanmasının ve teknik detaylarının geliştirilmesine önem verilmesini önermişlerdir. Halbuki bu, mevcut piyasa ekonomisinin iktidarında piyasanın ve kapitalist sistemin doğrularının, tek doğru olarak algılanabileceği bir düzeni de yanında getirmiştir. Piyasanın dağıtımdaki problemlerini yok sayarak, sadece verimlilik ve karlılık esası ile 'sağlıklı bir biçimde çalışacağına' yönelik inanış ve bunun doğruluğunu 'ekonomik akıl' masalıyla destekleyen gruplar, insan haklarının da bu biçimde kurgulanması gerektiğini sağlamak adına, piyasa dostu insan hakları söyleminin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Öyle ki, bugün modern olabilme kriteri insan hakları, demokrasi ve piyasa ekonomisi üçlemesine indirgenmiştir.
Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin 63. Yılında tüm bunların gölgesinde İnsan Hakları Günü’nü kutlamak, hiç yoktan iyidir yaklaşımdan ibaret ise, bu sadece özgürleşmenin prangalarını göstermektedir. Özgürlük sınırsız bir deniz iken, insan hakları söylemini eleştirmeden mutlak doğru olarak kabul etmek, özgürlük maskeli bir tutsaklığı işaret etmektedir. Burada bana göre altı çizilmesi gereken bir nokta daha vardır o da, insan haklarını toptan reddetmenin bir alternatif olmadığıdır. Alternatif, dertlere deva olacak olan ilacın taklidine değil, ilacın ta kendisine sahip olabilmektir. Çünkü insan hakları söyleminin son derece güçlü bir söylem olduğu da ortadadır.
Son bir yıl içinde Ortadoğu ve Batı Afrika'da baskıcı yönetimlere karşı oluşturulan halk hareketleri orada yaşayan insanların gerçek talepleridir. Bana göre halkların hayatlarını ortaya koyarak verdikleri hiçbir mücadele, 'Batı emperyalizminin bir oyunu' olarak görülüp itibarsız bir hale getirilemez. İnsanların kendi güzel hayatlarından sokaklarda mücadele ettiği, şiddete maruz kaldığı, askeri, polisi karşısına aldığı, yahut Londra'da, Birleşik Devletler'de hatta Lefkoşa'da Yeşilhat’ta çadırlarda yaşamayı tercih ettikleri siyasi hareketler özgürleştiricidir ve oradaki hak talepleri, gerçek insan hakları talepleridir. Doğasında özgürleşmeye yönelik bir istek duyulan taleplerin gerçek insan hakları talebi olduğunu bilmek son derece önemlidir ve gereklidir. Tam tersi bir biçimde bu tarz bireysel veya toplulukçu talepleri görmezden gelmek, ortadaki özgürleştirici potansiyeli görmezden gelmek demektir.
Sonuç olarak, İnsan Hakları Beyannamesi’nin hazırlanmasının 63. yılında daha fazla insan haklarından öte gerçek insan hakları için de mücadele etmenin son derece gerekli olduğu karşı konulamayan bir gerçektir. Bugün insan hakları söylemleri evrendeki dışlanmışların, ötekileştirilmiş grupların, görmezden gelinenlerin kendilerini koruyabileceği bir söylem değildir. Sadece beyaz adamı temsil eden insan hakları söylemi her renkten ve her cinsten insanı kapsayabilmelidir. Sol düşünceye düşen en önemli görev ise, insan haklarını anonim şirketlerinin istediği dilde değil, ezilen ve dışlananların diliyle yeniden algılamak ve bunun savunuculuğunu yapmaktır. Sol'un her şeyde olduğu gibi insan hakları söyleminde de alternatif bir dile ihtiyacı vardır.