1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Panayota Hanım’ın gabak börekleri...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Panayota Hanım’ın gabak börekleri...”

A+A-

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

Çok değerli arkadaşımız, Avustralyalı grafik sanatçısı-akademisyen-yazar, “Tales of Cyprus” (“Kıbrıs’ın Öyküleri”) sayfası kurucusu Konstantinos Emmanuelle, iki sene önce Nisan 2020’de yitirdiği annesinin öyküsünü pek çok kereler sayfasında kaleme almıştı... Annesi vefat etmeden önce onun iyi günlerinde – henüz demansa yakalanmadan önce – annesinin gabak böreklerini de kaleme almıştı... Panayota Neofitu Konnaris’in öyküsünü, Konstantinos Emmanuelle’in yazdıklarından, okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik... Konstantinos Emmanuelle, annesini şöyle anlatıyor:

***  “Annem Panayota Neofitu Konnnaris, Konstantinos ve Eleni Konnaris’in ikinci kızıydı, Despina ve Mary Ogusta’nın kızkardeşiydi... 29 Mayıs 1925 tarihinde Muzere köyünde dünyaya gelmişti, Baf kazasında... Babası köy muhtarı idi. Kendi kuşağının pek çok kadını gibi annem hizmet ve itaatla geçen bir yaşam sürdürecekti, kırsal alanda hayatta kalabilmek için ekip biçtikleri tarlalarda ve ovalarda hayvanları otlatırken annesiyle babasına destek olacaktı.

***  1930’lu ve 40’lı ylların Kıbrıs’ında hayat, sürdürülebilir bir yaşam ve hayatta kalmakla ilgiliydi daha çok... Küçük yaşlardan başlayarak annem kiliseye ve Ortodoks inancına ilişkin derslere giderdi. İnançlı bir Hristiyan’dı ve hatta onunla ilgili olarak dinine biraz fazla tutkuyla bağlıydı... Hayatım boyunca beni çarpık ve zararlı bir yoldan korumak üzere uyarı üstüne uyarı yaparak bana rehber olmaya çalışmaktaydı... Ben hayatım boyunca bunca çok inanca sahip başka herhangi birisini tanımadım. Tanrı’ya inandığı kadar, şeytanın varlığına da inanmaktaydı. Hayatım boyunca Ortodoks inanca bağlılığını gösteren pek çok olaya tanık oldum, örneğin her yemekten önce ve sonra dua ediyordu, her gece çoğunlukla birkaç saat olmak üzere İncil’ini okuyordu, “kapnistiri” ile günde üç defa evini tütütmekteydi ve kutsal aylarda da 50 güne kadar oruç tutmaktaydı...

***  Annem takvimdeki bütün azizlerin günlerini ezberlemişti. Her sabah bize o gün hangi azizin gününün kutlanmakta olduğunu anlatmaktaydı ve ayrıca azizin yaşamı ve onların kanıtlanmış mucizelerini de kısaca nakletmekteydi. Babamla çoğu zaman şakalaşır ve eşinin bir rahibe olmasının daha iyi olacağını söylerdim. Babam da onaylar biçimde başını sallardı bana... Annem dinine şiddetle bağlıydı ve ne olursa olsun kilisesini savunurdu... Bir keresinde bir Pazar ayininde papaz genç bir kadını kilisede pantolon giydiği için azarlamıştı, annemden papazın halk içinde bu aşağılamasının ardında yatan gerekçeyi bana izah etmesini istemiştim. “Anne, İncil’in tam olarak neresinde kilisede kadınlar pantolon giyemez diye yazar?” demiştim. Bir dakika düşündükten sonra annem, “Aziz Paul öyle demişti” dedi. Bu yoruma şaşırmış ve “Bunun pek bir manası yok anne, Aziz Paul hayattayken, kadınlar pantolon...” derken ben annem bağırmaya başlamıştı sözümü kesip: “Sessizlik! Tanrı’nın kelamı sorgulanamaz! Bu günahtır!” Şimdi geriye dönüp baktığımda dinle ilgili tüm tartışmalarımız “Sessizlik! Bu günahtır!” diye sonlanmaktaydı.  Elbette ancak şimdi bunlara gülebiliyorum...

***  27 yaşındayken annem gemiyle Avustralya’nın Melburn kentine, tümüyle yabancı olan birisiyle, babam Miltiadis Neofitu ile evlenmeye gönderilmişti. 1952 senesiydi ve annem yeni hayatına ve ülkeye o kadar da kolay alışamasa dahi, bu durumu mümkün olduğunca değerlendirmeye ve ona başkalarının biçmiş olduğu rolleri oynamaya başlamıştı. 1960 yılına gelindiğinde kızkardeşlerim Helen, Ann ve Tula’yı (ikizdiler) dünyaya getirmişti ve tabii en küçükleri olan beni. Aslında ben doğmadan önce babam evi satmış ve Reservoir varoşlarında daha büyük bir ev satın almıştı...

***  Annemle babamın Reservoir’a taşınmalarının esas nedeni, evin büyük bir arka bahçesi olmasıydı... Annem çoğu zaman bir önceki evlerini sevmediğini, orasının karanlık, dar ve nemli olduğunu anlatırdı. Reservoir’a taşındıktan sonra, da romatizma ağrıları için o eski evi suçlamaya devam edecekti...

***  Benim üçüncü ya da dördüncü yaşgünümden önce, Reservoir’daki evimizin büyük arka bahçesi kıraç bir yerden harika bir Akdeniz vahasına dönüşmüştü, pek çok meyva ağacı, büyük bir asma, oldukça iyi bir sebze bahçesi ve bir de kümese sahip bir yere dönüşmüştü... Güneydoğu Avrupa’dan çoğu göçmenin Avustralya’daki evlerini kendi yurtlarının birer küçük köşesine dönüştürmelerini zamanla takdir eder hale gelecektim. Eminim ki bundan ötürü Avustralyalı beyazlar, kollektif bir şok yaşamışlardır. Neredeyse geceden sabaha Avustralya’daki evlerin arka bahçeleri, ekzotik ağaçlar ve sebzelerin bulunduğu harika yerlere dönüşmekteydi. Avustralyalı komşularımız olan Hibbert’ler herhalde annemin bir tür kabile büyücüsü olduğunu düşünmüşlerdir. Onu bir horozun kafasını keserken görmezlerse, o zaman meyva ağaçlarını tüttüğünü ve kolokas bitkisinin altında bulduğu garavollileri toplarken görüyorlardı, bunları sonra da bir tencereye koymaktaydı...

***  Ben bu arka bahçede gençlik günlerimde harika saatler geçiriyordum, beni eğlendiren tek şey kendi hayal gücümdü. Günümüz kuşağından genç insanların kendi kendilerini eğlendirmekte yeteneklerini kaybetmiş olmalarıyla çok zor başedebiliyorum... Genç bir çocukken benim için gün hiçbir zaman yeterince uzun değildi... Birkaç dal parçası ve bir çamur yığınıyla binlerce oyun icat edebiliyordum...

***  O zamanlar farkında olmasam da, şimdi anlıyorum ki annem tam bir “süper kadın” idi. Onu hafife alıyordum (hepimiz de böyle yapıyorduk). Horozların öttüğü saatlerde kalkıyor ve geceyarısına kadar yemek pişiriyor, ortalığı temizliyor ve düzgün bir Kıbrıslı evde yaşadığımızdan emin olmaya çalışıyordu. Ekmeğini kendi eliyle yapıyordu, domadez macununu da öyle, macunlarını da öyle... Giysileri elde yıkıyordu ve neredeyse hiçbir zaman şiakyet etmeden binlerce başka şey yapıyordu. Pek çok Rum oğlan gibi ben de küçük yaşlardan sözde doğal düzeni kabul etmek üzere yetiştirilmekteydim. Kadın, tüm ev işlerini yapıyor, çocuklara bakıyor ve erkekler ise kahve içiyor, politikadan söz ediyor ve evin dışında tamir edilmesi gereken şeyleri tamir ediyordu... Annemle babam da mahallemizde tanıdığım tüm diğer göçmen ana-babalar gibiydi...  İster Maltalı, ister Polonyalı, Yunan, İtalyan veya Yugoslav olsunlar, aynı şekilde hareket ediyorlardı...

***  Evimize misafir geldiği zaman ailenin tek erkek çocuğu olarak babam ve diğer erkek misafirlere katılıyordum, annemle kızkardeşlerim ise bize hizmet ediyorlar, bize yiyecek-içeçek taşıyorlardı, bunlar da bir Sultan’ın yüzünün kızarmasına yetecek kadar boldu... Nasıl olup da böylesi bir şoven şahsa dönüştüğümü hiç anlayamayacağım...

***  Annemin evine bağlı bir tip olduğunu söylemek yeterli olmuyor. Kilisenin dışında hiçbir yere gitmiyordu. Ancak hayatımın ilk on yılında onun daha fazla dışarı çıktığını, bizimle dükkanlara, partilere veya düğünlere geldiğini ve hatta arada bir pikniğe de katıldığını hatırlıyorum. Ancak ben büyüdükçe dış dünyadan geri çekilmeye başlamıştı ve evde kalmaktan daha mutlu gibi görünüyordu. Babam ise tam tersiydi. O, dışarı çıkmayı çok seviyor ve her gün bir yere gitmek için (genellikle yerel mağazalara) plan yapıyordu. "Ba“an nerededir şimdi?” diye söylenirdi annem... “Hiç evde kalmıyor... Böyle bir adamla daha önce hiç tanışmadım. Hep dışarıdadır. Beni düşündüğü var mı? Hayır. Evde kalıp bana yardım ediyor mu? Hayır” diyordu annem. Bu, hayatım boyunca duyduğum şikayetti... Aslına bakacak olursanız babam evde yardım etmek için elinden geleni yapıyordu. Sorun şuydu ki anneme göre onun elinden gelenin en iyisi, hiçbir zaman yeterli değildi...

***  Ancak şunu dürüstlükle söyleyebilirim ki annem kadar çok çalışan başka hiç kimseyi tanımadım... Gerçekten de süper güçleri vardı. Beş ayak boyundaydı, ağır ve büyük battaniyeleri yıkayıp serebiliyordu. Bir keresinde ıslak bir battaniyeyi tekneden kaldırmasına yardım etmeye çalışmıştım ki neredeyse sırtım kırılıyordu!  Bu küçük Kıbrıslı kadın, hepsimizi utandırıyordu. Nasıl olup da evimizi lekesiz tutabiliyordu, tüm giysilerimizi yıkayıp ütülüyordu, karmaşık bir dizi yemeği pişiriyordu ve geceleyin de kurabiye yapmaya ya da bir şal örmeye veya bir elbise dikmeye vakit bulabiliyordu? Bunları nasıl yapabiliyordu? 30’lu yaşlarımın başlarında bir keresinde fırın makarınası yapmaya çalışmştım ve bir hafta boyunca da beşamel sosunu yaptığım tencereyi ve diğer tencereleri-tavaları yıkamaya çalışmıştım.

***  Annem çelişkiler ve çifte standartlarla doluydu... Bir yandan tüm ırklardan insanlara nazik davranıyor, yabancılara kendi yetiştirdiği şeyleri veya taze yumurtaları veya pişirdiği pilavunaları bol bol veriyordu. Öbür yandan da yan komşumuz Avustralyalılar’la veya herhangi bir Avustralyalı’yla takılmamı yasaklıyordu. Çoğu zaman evde kapalı olmaktan şikayet ediyor ancak onu ne zaman bir yere götürmeyi önersem gelmeyi reddediyordu.

***  1970’li yılların ortalarında annem, ailemizin borçlarını azaltmak için dışarıda çalışıp para kazanmaya karar vermişti. Bir dizi farklı fabrikada iş bulmuştu, bunlardan biri de bir çikolata fabrikasıydı. Daha çok göçmenler olmak üzere başka insanlarla etkileşimine karşın annem İngilizce konuşmayı öğrenmedi ve ihtiyacı olduğu zaman, genellikle de doktor kliniklerinde evlatlarının kendisine çeviri yapmasına bel bağladı.

***  Annem Kıbrıs’ı korkunç biçimde özlüyordu: aile evimizde kendi kendini izole etmesinin nedeninin daha çok memleketine olan bu özleminden kaynaklanmış olabileceğini düşünüyorum bazan... Kıbrıs’tan birceez akrabamızın göndermiş olduğu bir mektubu okudğunu ve yeniden okuduğunu, bundan nasıl da melankoliye kapıldığını da hatırlıyorum.

***  Babama yıllarca kendisini Kıbrıs’a götürmesi için yalvarmaları sonrasında 1974 yılında bu isteği gerçek olmuştu ve yurdumuza doğru ailece o kaçınılmaz seyahati yapmıştık. Kaçınılmaz diyorum çünkü bizim bilmediğimiz şey, Yunan Cuntası ile anavatan Türkiye’deki Türkler’in başka planları olduğuydu ve annemin Kıbrıs’a geri dönüp yerleşme hayalleri de bölünmüş ve tümüyle terkedilecekti bu hayaller... İngiliz güçler tarafından oradan çıkarılarak çok şükür Melburn’a geri dönebilecektik. O günden sonra annem bir daha Kıbrıs’a gitmedi... 74’ün sorunları ardından sürekli evde kalma terciyi ve kendini izole etmesi daha da belirgin oldu, bu kararından hoşnuttu veya en azından böyle bir karar almaktan huzur duymaktaydı...

***  Annem, on yıl boyunca demansla boğuştuktan sonra 2020 yılında vefat etti... Ne zaman annemi ziyaret etsem, mutfakta bana sunacak birşeyler aranırdı... Onun annelik güdüleri hiçbir zaman solmamıştı. Demans onu ele geçirirken annem sakin oturmakta zorlanıyordu çünkü en son ne yaptığını hatırlayamıyordu... Zaten masaya koyduğu şeyleri aranıp duruyordu... İşte o zaman onunla birlikte fıstık ayıklama etkinliğine girişmeye karar vermiştim...

s1-354.jpg

***  Fıstıkları kabuklarından ayıklamak annem için yalnızca içgüdüsel bir eylem değil, aynı zamanda onu sakinleştiren birşeydi. Onun rahatlamasına ve böylece bir sohbet yürütmeye odaklanmasına yol açıyordu. Saatlerce oturup geçmişten söz ediyorduk. Daha çok geçmişten söz ederdi. Bana daha önce hiç duymadığım öyküler anlatıyordu. Bu anlattıkları doğru muydu, bilemezdim ancak öykülerinde çok detay vardı, bunları uydurmuş olmasına inanmak zordu. Belki de demans, unutulmuş hatıraları ortaya çıkarıyordur bir şekilde.

***  Annem bir zamanlar evimizde bir devdi. İnanılmazdı. Onun gibi çok az şeyle bunca çok şey yapabilen hiç kimseyi tanımadım... Tıpkı kendi kuşağından kadınlar gibi, başkalarını mutlu etmek ve en önemlisi ailesinin iyi yemesi, temiz olması ve rahat bir evde yaşaması için kendi ihtiyaçlarını ve isteklerini feda etmişti. Artık Panayota Neofitu gibi anneler yetişmiyor. Gerçekten de onun kuşağından kadınlar hiç yorulmaz iyiniyet elçileriydi.

***  Annem her zaman basit bir yaşam sürdürdü, bazılarına göre korunaklı bir yaşamdı bu. Hayatı hep görevlerle geçmişti. Temizliği gerçekten de tanrısal birşeydi. Hiçbir zaman seyahatlere çıkmadı ya da lokantalarda yemek yemedi. Sosyal bir hayatı olmadı. Uyanık olduğu saatlerin çoğunu çamaşır yıkayarak, evi temizleyerek, Yunan ve Kıbrıs yemekleri hazırlayarak geçirdi.

***  Genç bir çocukken, annemin horozlar ötmeden önce yataktan kalkıp 12 saat sürecek çalışmaya giriştiğini duyuyordum. En son tencere de ovulduktan ve yıkandıktan sonra genellikle geceyarısı artık köşesine çekilip kendi İncil’inin ya da dini ikonalarına sığınıyordu. Gittiği tek yer kilisesi idi. Yine de mutluydu. Bu onun hayatıydı... Bildiği tek şey buydu ve benim o dönemlerde onca kaygıma karşın, görünen o ki istediği hayat da buydu...

***  Onun kuşağından tanımış olduğum başka Kıbrıslı kadınlardan çok da farklı değildi annem. Bir zamanlar ataerkil toplumdaki kökleri olan kaderlerini tümü de kabul etmiş gibi görünüyorlardı. Tek başlarına ailelerine ve toplumlarına bakıyorlardı, bunu da gönül borçlarının ödenmesini veya kendilerine şükran duyulmasını beklemeksizin yapıyorlardı. Pek çok değerli geleneğimizin ve göreneğimizin korunmasına yardım ettiler, gelecek kuşaklara da gururlu olup Kıbrıslı kültür ve mirasımıza saygı göstermelerini sağladılar. Ben anneme sonsuza kadar borçluyum ve ona sonsuza kadar hayranım, onun kuşağından tüm kadınlara olduğum gibi... Ailem adına çok çok teşekkürler anneciğim, herşey için... Seni hep seveceğim, senden gurur duyan oğlun Kostas...”

***  Annemin gabak böreği “Gologodes”in tarifini de buraya alıyorum... Kimi zaman bulgur yerine pirinç kullanıyor...

İç Malzeme:
3 bardak doğranmış tatlı gabak
Yarım bardak bulgur
3 yemek kaşığı kanola yağı
2 yemek kaşığı şeker (isteğe bağlı)
1 bardak sultani kuru üzüm (isteğe bağlı)
1 çay kaşığı öğütülmüş bahar
Bir tutam öğütülmüş karanfil
Yarım çay kaşığı tuz
Yarım çay kaşığı taze öğütülmüş biber

Hamuru için:
4 bardak sade un, bir tutam tuz.
¼ bardak yağ
½ bardak su
3 çay kaşığı ekşi suyu
Üstüne sürmek için çırpılmış yumurta ve süt

Yöntem:

***  Gabak böreğinin içi için tüm malzemeleri büyük bir kaba koyup karıştırınız, örtünüz ve buzlukta geceleyin dinlendiriniz ki gabaklar yumuşayabilsin.

***  Ertesi günü unu ve tuzu bir gaba eleyiniz. Buna yağı, suyu ve ekşi suyunu katınız ve sert bir hamura dönüştürünüz. Bir peşkirle örtüp en az 45 dakika dinlendiriniz.

***  Hamuru tekrar yoğurup 6-8 parçaya bölünüz. Bir merdane yardımıyla her bir hamur parçasını küçük bir tabak büyüklüğünde (6-8 inç kadar) açınız.

***  Açılmış hamuru suyla ıslatınız, sonra yığma bir yemek kaşığı ya da daha fazla iç malzemeyi ortasına koyunuz. Yarım ay şekli verecek biçimde katlayınız. Parmaklarınızı ya da bir çatalı kullanarak kenarlarını kapatınız.

***  Hafifçe yağlamış olduğunuz fırın tepsisine bunları diziniz ve yumurta/süt karışımını üstlerine sürünüz. 180 derece santigratta ısıtılmış sıcak bir fırında 10 dakika pişirdikten sonra ısıyı biraz azaltıp üstleri altın kahverengine dönünceye kadar 20-30 dakika kadar daha pişiriniz. Sıcak sıcak servis ediniz...

s2-315.jpg

(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazılarından derleyip özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

 

Bu yazı toplam 1420 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar