1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Pandelidis: Kayıplarla ilgili eski bilgileri yeniden değerlendiriyoruz…
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Pandelidis: Kayıplarla ilgili eski bilgileri yeniden değerlendiriyoruz…

A+A-

Lefkoşa, 3 Şubat 2020 (T.A.K): Kayıp Şahıslar Komitesi’nin Kıbrıslı Rum üyesi Leonidas Pandelidis, zamanın geçmesiyle birlikte “kayıp” şahısların gömüldükleri yerleri tespit etmenin daha zor hale geldiğini söyledi.

Pandelidis, Haravgi gazetesinde yer alan demecinde, kayıplar konusuyla ilgili bazı açıklamalarda bulundu.

Gazeteye demecinde, komitenin araştırmakta olduğu durumların yarısıyla ilgili bilgi eksikliği bulunduğunu anımsatan Pandelidis, bunları tamamlayabilmeleri için, çabalarının başarıya ulaşmasına yol açacak unsurlara ihtiyaçları olduğunu dile getirdi.

Bilgi akışı bulunduğunu ve buna eş zamanlı olarak eski bilgilerin de yeniden değerlendirildiğini dile getiren Pandelidis, Larnaka’ya bağlı “Pervolia” (Bahçalar) köyünün deniz bölgesinde insan kemikleri bulunmasının, köyden bilgi akışı olmasına neden olduğunu belirtti.

İnsanların konuşmak için bir kıvılcıma ihtiyaçları olduğunun görüldüğünü savunan Pandelidis, bilgi toplanması konusunun, komiteyi düşündüren ve meşgul eden bir konu olduğunu söyledi.

Gazeteye demecinde, komitenin internetteki sayfasında yayımlanmış istatistiklere de değinen Pandelidis, geçtiğimiz yıl kayıp kalıntıları tespit edilen kazıların oranının yüzde 17 olduğunu ifade etti.

Son 4 yıldır bu oranın yüzde 17-19 arasında seyrettiğini belirten Pandelidis, en büyük başarı oranının ise yüzde 44 ile 2007 yılı olduğunu ifade etti.

Pandelidis, zamanın geçmesiyle birlikte, kayıpların gömü yerlerinin daha zor tespit edildiğinin gözlemlenmekte olduğunu yineledi.

Demecinde askeri bölgelerde yapılan kazı çalışmalarına da değinen Pandelidis, 30 askeri bölgeden 3’ünde kazı yapıldığını belirtti.

Bunlardan ikisinde kazı gerçekleştirilmekte olduğunu, diğer beş tanesine ise, araştırmanın tamamlanması ve kazıların planlanması için ön ziyaretler yapıldığını dile getiren Pandelidis, 2019 yılında, geçmişte üzerinde mutabakata varılan fakat kazının askıya alındığı iki noktada daha kazı yapıldığını kaydetti.

Gazeteye demecinde, Dikmen çöplüğü konusunun gerçekten zor bir durum olduğunu da söyleyen Pandelidis, bunun çok fazla çalışma isteyeceğini, zaman alacağını, maliyetinin yüksek olduğunu ve alanın yüzölçümünden ötürü kalıntı bulamamalarının yüksek olasılık olduğunu ifade etti.

Pandelidis, burada kazı yapılacağını fakat bunun uygun zamanda ve şekilde, aynı zamanda bilgilerin mümkün olduğunca iyi bir şekilde teyit edilmesinin ardından yapılması gerektiğine işaret etti.

Şu an 6’sı Kıbrıs’ın kuzeyinde, 1 tanesi de Kıbrıs’ın güneyinde olmak üzere yedi bölgede kazılar yapılmakta olduğunu dile getiren Pandelidis, analiz edilmekte olan ve tamamlanması beklenen 130 mesele yanı sıra, kimlik tespitleri beklemede bulunan 80 mesele bulunduğunu da belirtti.

1963-64 döneminde kaybolan 12 Kıbrıslırum ile 1974 döneminde kaybolan 688 Kıbrıslırum kaybın kalıntılarına kimlik tespit yapıldığını ifade eden Pandelidis, aynı zamanda 1963-64 döneminde kaybolan 95 Kıbrıslıtürk ile 1974 döneminde kaybolan 175 Kıbrıslıtürk kaybın kalıntılarının kimlik tespiti yapıldığını belirtti.

Pandelidis, bu kişilerin arasında sayıları yaklaşık 550’yi bulan ve hayatlarını kaybettikleri bilinen kişilerin bulunmadığını da kaydetti.

Gazete, toplam bin 510 Kıbrıslırum kayıptan 700’ünün, 492 Kıbrıslıtürk kayıptan da 269’unun kimliklerinin tespit edildiğini ekledi.

(TAK Ajansı Rumca Haber Bülteni’nden – 3.2.2020)

 


BİR KİTAP…

“Ölüm terbiyesi…”

Zülküf Kurt

 

“Değişe değişe bozulmuş ölüm bile…
Ölüm bir grev gibi kaplamış ülkemizi…”

Sezai Karakoç

bk-009.jpg

Zeynep Sayın’ın kaleme aldığı “Ölüm Terbiyesi” kitabı bu dizelerle başlıyor. Her gün ölüme şahit olan bizlerin, hep kıyısında olduğu ama bir türlü kendiyle yan yana getiremediği şey ölüm. Acı bir coğrafyanın şahitleriyiz. Her gün ölen, öldürülen onlarca kişi, halen çocuklarının kemiklerini arayan Cumartesi Anneleri…

Her alanda yok edilmeye çalışılan hafıza... Kaybedilmek istenen kemikler… Bunların her birini ayrı ayrı değerlendirmek gerektiğine şüphe yok.

Akademisyen Zeynep Sayın kaleme aldığı “Ölüm Terbiyesi” kitabında ölüm ve imge arasındaki ilişkiyi sorgularken, tarihte ve günümüzde yaşananlara da tanık olmamızı, güncelde yaşadıklarımıza anlam vermemizi sağlıyor. Sayın, ölüm ile imge arasındaki ilişkiyi, ölüm ve iktidar arasındaki ilişkiyi detaylı olarak anlatırken, ölümün ve imgenin Roma’dan bu yana ayrı ayrı gömülme geleneğini nasıl oluşturduğunu, bu geleneğin bugün Dersim’de hangi mezar taşlarında görülebileceğine de ışık tutuyor.

Zeynep Sayın’la kitabı “Ölüm Terbiyesi” üzerine yapılan röportaj özetle şöyle:

 

***  Ölüm Terbiyesi kitabınızda "Ölüm, insanın sınırıdır. İmge, insanın sınırıdır” diyorsunuz. İnsanın imgesi ölümle mi şekilleniyor? İnsan-imge-ölüm arasında nasıl bir ilişki var?

Ben Ölüm Terbiyesi’ni yazarken şu düşünceden hareket etmiştim. Bir insan öldükten sonra ceset ile imge birbirinden ayrışıyor. Bu anlamda ölüm insanın sınırı. Bu anlamda imge, insanın ölmesine, cesetle ayrışmasına bağlı. Ayrıca bizim fiziksel ölümümüz yani hayatımızın son buluyor olması da yine imgenin sınırı. Çünkü bunun ardında imge yok.

Ölümümüzden sonrasına dair herhangi bir imgeye, ölüm sonrasının imgesine sahip değiliz. Dolayısıyla bizim aslında ikizimiz olan, hatrımızı ve hatıramızı yaşamayı, yaşatmayı sürdüren imgeler, bizi cesetten ayrıştırarak var olmaya başlıyor. İmge antropolojisinden hareket ettiğimiz zaman, Hans Belting’lerden ve diğerlerinden de feyz alarak, bütün dünya tarihinde, ister Australopithecus Afarensis deyin, isterseniz Neanderthal insan deyin, ilk imgeler, imgeyi cesetten ayrıştırmak için olan imgeler. Bu anlamda da iki yerden; bir başlangıçtan hareketle, bir de sondan hareketle, insanın ölümünün ve imgenin ayrıştığını ve ölümün, imgenin sınırı olduğunu düşündüm.

Şöyle ki, bir insan öldüğünde cesetten kalan şey, onun imgesi oluyor. Bu imge ilk başta mezar taşları, ölenin ikizi ya da birtakım fotoğraflar veya başka şeyler. Ölenin hatırasını yaşatıyor imgeler.

 

***  Mezarlıklar bu noktada nerede duruyor?

Yaşayanın hatırını, hatırası olarak yaşatmak için. Ama ölülerden korkulduğu için de, geri dönmesinler diye. Mezarlıklar aynı zamanda ziyaret yerleri. Mezar ve ziyaret aynı kökenden geliyor. Ben mezarda kendi atalarımı, kendi sevmiş olduğum, soyundan geldiğim ya da beni ben kılan insanların hatırasını ve hatırını yad etmek için ziyaret ediyorum. Ya da onlardan korunmak, gazaplarını üstüme çekmemek için. Ölüler talepkardır da, onlara ikramlarda bulunuyorum, kansız kaldıkları için kan ister çoğu inanışta ölüler, onlara kurbanlar veriyorum.

Örneğin Antakya’ya gidelim ya da başka yerlere, mezarlıklara ziyaret dersiniz. Ziyaret yerleri dediğimiz yerler genelde yatırlardır. Velilerin yattığı yerlerdir, bazen bunların içleri boştur bile. Kenotaftır. (Kenotaf Yunanca Kenosis, boşluktan, boş mezardan gelir.) Hızır’ın mezarı boştur örneğin. Boş bir mezarı da ziyaret edebilirsiniz. Ama bazen de doludurlar. İçinde bir takım kutsal kişilerin kemikleri vardır ve siz onları ziyaret eder, onları yad ederseniz. Bu mantık aslında bütün mezarlıklar için geçerli. Sadece erenler ya da bütün yatırlar için değil.

Ailemizden biri öldüğünde onun mezarını ziyaret ettiğimizde aslında her defasında kutsal bir yeri ziyaret ediyoruz. Çünkü mezar her defasında bu dünyada yaşamış olanın hatırasını barındırdığı gibi, aynı zamanda öte dünya ile bu dünyayı birbirine bağlayan bir kesişim noktası, bir düğüm. Öte dünya, ölüm. Çünkü öldükten sonra ne olduğuna dair bilgi yok. O nedenle ölüm insanın sınırı dedim. İmgenin de sınırı. Ölümden sonrasının imgesi yok hiçbirimizde. Ölümün imgesi hiçbirimizde yok.

 

***  Kitabınız, toplama kamplarında cesetlere "Figuren" (figür) denilmesini, ölümün elinden ölümlülüğü almak ve siyasal bir değere indirgemek olarak belirtiyorsunuz. Ölümün elinden ölümlülüğü almak nasıl mümkün?

Şöyle düşünün: SS subayları oradaki cesetlere, ceset yığınlarına figür dedikleri anda ki, figüran sözcüğüyle de aynı kökten geliyor figür, konu başka bir hal alıyor. Figüran asla ve asla asıl karakter olan kişi değil filmlerde. İmgesi bile aslında olmayan kişidir figüran. Silik bir karakterdir. Dolayısıyla filmlerde figüranlar hiçbir zaman imge hakkına ve imge hukukuna vakıf ve kadir olamayan kişilerdir. Şimdi Auschwitz ya da diğer yerlerdeki toplama kamplarını düşünelim. Burada Krematoryum’larda yakılan, toplu mezarlara gömülen kişilerin, imge sahibi olmaları onlardan esirgeniyor. Çünkü onlar birer figür ve birer figüran. Dolayısıyla aslında imge denilen şeyin her zaman bir hak ve hukuk meselesi ve iktidar ilişkileriyle ilgili olan bir şey. İmge hakkı her seferinde egemenin hakkı aslında. Bu nedenle Roma’ya geri gittiğimizde, imgenin Latince temeli olan imago sözcüğü, atalarından alınan ölü maskesi demek. Kimler atalarının ölü maskesini alma hakkına sahipler? Soylular. Nobilitas ve Dignitas (soylu-haysiyetli).

Soysuz kim? Soyu olmayan demek. Dolayısıyla soysuzların imge hakkı yok. İmge sahibi olamıyorlar. Dolayısıyla onlardan yaşamları esirgendiği gibi, onlardan kendi ölümleri de, ölümlülükleri de esirgeniyor. Çünkü hepimiz sadece bedensel, sonlu ve ölümlü varlıklarız. Michel Foucault’un, Agamben’in ve diğerlerinin biyoiktidar dediği şey. Sadece yaşamları değil, onların ölümleri de ölümlülüklerinden esirgeniyor.

 

***  Türkiye’de ölüm nasıl ve neden siyasallaştırılıyor?

Kimin imgeye sahip olup, kimin yaşam hakkına ve kimin ölüm hakkına sahip olduğuna egemen karar verdiği anda (egemen derken bir zihniyet bütününü kastediyorum. Sadece Hitler’den, Stalin’den ve benzerlerinden söz etmiyorum) ölüm siyasallaşıyor. Bizim ülkemiz de aslında insan yaşamının da, ölümünün de, ölümlülüğünün de istimlak edildiği, insanın ölümlülüğüne saygı gösterilmeyen ve istenmeyen insanların hatırlarının, hatıralarının, imgelerinin hayatta kalmasının istenmediği bir memleket.

Önemsediğim Teressa Margolles diye Meksikalı bir sanatçı var. Bu sanatçı adli tıptan geliyor ve Meksika’da hastanede doğum yaptıktan sonra ölen ya da ölü doğan çocuklar çöpe atılırlarmış tıbbi atık olarak. Günün birinde çocuğu çöpe atılacak olan kadınlardan biri, Teressa Margolles’e ölü bebeğini getiriyor ve “buna ne yaparsan yap” diyor. O da bebeklerin çöpe atılmasını başka bir yerden görünür kılmak için o bebeğin üzerine beton döküyor. Çocuğu betona gömüyor. Çok dehşetli bir hikâye bu.

Kim olursa olsun, niye olursa olsun, her insanın gömülme hakkı vardır. Nereden bakarsanız bakın, insan olduğunuz sürece, insanı insan yapan en temel şey o insanın gömülme hakkıdır. Sizin elinizden gömülme hakkınız esirgendiği zaman zincirleme kaza gibi bir sürü başka şey daha esirgenmiş olunuyor. Bizim ülkemizde insanların gömülmesine izin verilmiyor. Ölen insanların kemiklerinin ailelerine teslim edilmesine izin verilmiyor. Bunların örneklerini biliyoruz. İstenmeyen, hatırası, hatırının ve imgesinin sürdürülmesi istenmeyen cemaatlerin (cemaati cem etme, bir araya gelme anlamında kullanıyorum), ortaklıklarının, ortaklıklara sahip olan insanların imgesi istimlak ediliyor. Bu çok ciddi bir mesele. Dolayısıyla bunun yapılması da ölümün siyasallaşması üzerinden gerçekleşiyor. Bir insanın ölümünü siyasallaştırıyorsunuz.

Örneğin Kemal Gün, oğlunun kemiklerine sahip olmak istiyordu. Oğlu, egemenin “terörist” diye nitelendirdiği biri olabilir, olmayabilir, bu beni ilgilendirmiyor. Bir babanın oğlunun kemiklerine sahip olma, onu gömme hakkı var. Oğlunun kemiklerine sahip olmak için açlık grevi yapıyor, kamu alanını istimlak etmekten yargılanıyor, oğlunun cenazesinde oğlunun imgesini yani fotoğrafını taşıdığı için yine aleyhine dava açılıyor. Şimdi bunlar çok problemli şeyler. Aysel Tuğluk’un annesi mezardan çıkarıldı. Götürülüp başka bir yere gömüldü. İnsanın nutku tutuluyor.

 

***  Gömülme hakkının engellenmesi yaşayanlara nasıl bir mesaj veriyor?

Hannah Arendt’in bir cümlesi var. Totaliter sistemlerde hiç kimsenin kendisini emniyet içinde hissetmemesi için her an her şey olabilir korkusu gerekir, hiçbir şeyin garantisi yoktur. Her şey keyfidir. İnsanlar her an her şeyin olabileceğini hissetsin.

 

(BİANET.ORG – Zülküf KURT – 1.2.2020)

 


 

Zafer Niyazi’den açıklama…

nn-058.jpg

Dün bu sayfalarda “Lefkoşa’nın Geçmiş Yılları” sosyal medya sayfasından alarak yayımladığımız BM Barış Gücü’nde 1964’te askerlik yapmış olan Benny Rasmussen’in bir fotoğrafıyla ilgili olarak Zafer Niyazi bizi arayarak, sözkonusu evin kendi evleri olmadığını belirtti. “Lefkoşa’nın Geçmiş Yılları” sosyal medya sayfasında “Niyazi komutanın evi” olarak belirtilen bu evle ilgili olarak Zafer Niyazi bize şunları söyledi:

***  Bu ev bizim evimiz değildir. Bizim evimizde de Birleşmiş Milletler Barış Gücü askerleri kalıyordu. Evimiz Yenişehir’deydi… Yazıda belirtildiği gibi de kulübe yakındı. O kulüp, şehir kulübü idi, içinde tavla oynarlar, kahve içerlerdi ve daha çok EOKA’cıların gittiği bir yerdi.

***  Evimizi 1963 çatışmaları nedeniyle boşalttık ve ancak 1974’ten sonra geri aldık. Evde pek zarar yoktu çünkü içinde Birleşmiş Milletler askerleri kalırdı.

 

 

 

 

Bu yazı toplam 1500 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar