“Panos, yargılamaya değil, anlamaya çalışan iyi bir dinleyiciydi...”
Kıbrıslı barış aktivisti değerli arkadaşımız Panos Harçotis’in geçtiğimiz günlerde hayatını yitirmesi ardından, onun değerli Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum dostlarından onun hakkında birkaç satır yazmalarını istedik.
Çok sevgili arkadaşımız Ülvan Polili de, Panos Harçotis’le birlikte yıllarca uzlaşım konusunda çalışmış, iyi dostlarından birisiydi. Ülvan Hanım, ricamız üzerine kaleme aldığı yazıda şöyle dedi:
“Panos Hartsiodis 20 küsur yıldır tanıdığım ve yürekten sevdiğim Kıbrıslırum bir dostum.. onu değerli kılan neydi biliyor musunuz? Samimiyeti, dürüstlüğü ve en önemlisi insanlığı...
Panos ile yollarımız uzlaşım kurslarım sırasında kesişti ve o günden bu güne dostluğumuz hep değer kazanarak gelişti. Çok sık görüşmesek de her görüştüğümüzde hep kaldığımız yerden devam ettik.. Son iletişimimiz ise 22 kasımda kuzenimin paylaştığı bir anı fotonun altındaki yazışma oldu. Bizi özlediğini ifade atti sevgili Panos, ben de onu özlediğimi söyleyince bana bir Gül gönderiverdi. Üç gün sonra da vefat haberini aldım ve çok derinden sarsıldım.
Kafamda bir sürü deli soru ile dolaştım dün günboyu. Neden değerliler, daha yapacak işleri olanlar, çok sevilenler, hep erken gider gibi.. cevapsız sorular tabii ki..
Sevgili Panos;
Kıbrıs’ta çeşitli gruplarca yıllardır sürdürülen barış çabalarının vazgeçmeyen neferi,
Çevresindekilere değer veren ve sevgi ile yaklaşan bir dost,
Yargılamak yerine anlamaya çalışan saygılı bir dinleyici,
Derin ve engin bilgisi nedeniyle her duruma uygun felsefik yorumları,
Eğlenmeyi seven, hayata dört elle sarılan kişiliği,
Ve sayamadığım daha bir sürü özelliğini de alarak gitti. Geride koca bir boşluk bırakarak..
Güle güle sevgili arkadaşım, çok özleneceğin ve pozitif olarak anılacağın kesin..
Işıklar yoldaşın olsun..”
Panos’un “Uzlaşım Derneği” çerçevesinde yakın işbirliği yaptığı değerli dostlarından bir diğeri de Canan Öztoprak idi... Canan arkadaşımız, ricamız üzerine Panos’la ilgili olarak şöyle yazdı:
“Sevgili Panos, barış çalışmalarının, birbirimizi anlama çabalarımızın en özel en özgün en özverili bireyi idin.... Hep öyle kalacaksın. Öğrenme sürecimize kattığın felsefi boyut ne kadar zengindi ! “Oneness” terimini senden öğrendim, her bireyin hem çok özgün, hem de işbirliği ve birlik olmaya uygunluğunu bana yaşayarak öğrenme fırsatı verdin... Çevreni aydınlattın... Sen de ışıklarda ol arkadaşım...”
Kostis Kiranidis, Canan Öztoprak ve Evren İşbir, Panos'la birlikte
“Acaba gerçekten tarih tekerrürden ibaret mi?”
Mertkan Hamit
Kıbrıslıtürk toplumunda Taksim arzusu 1956 yılında, Britanya’nın yeşil ışık yakması sonrasında gündeme gelir. Dönemin, İngiliz kabinesi görüşmelerinde bu konuyla ilgili “Türkiye Taksimi değerlendiriyor” vurgusu yapılır, 2 gün sonra Parlemento’da dile getirilir. Ardından da Taksim, Türk Dış Politikasının merkezine oturur. Enosis’e karşı Taksim’i öne süren Kıbrıslıtürkler süreç içinde “Kıbrıslıtürkler ile Kıbrıslırumlar birlikte yaşayamaz” iddiası üzerinden adanın bölünmesine yönelik propagandalarını sürdürürler. Sırf bu yüzden 1 Mayıs 1958’deki eyleme katılan işçilerin bir kısmı TMT tarafından katledilir. Aynı zamanda seri olarak PEO sendikasına üye olanlara baskı yapılır, TMT dağıttığı afişlerde Kıbrıslırumlarla işbirliği yapanların katledileceğini duyurması ile gazetelere işçiler dönemin gazetelerine ilan vererek, Türk tarafının pozisyonuna sadık olduklarını açıklamak zorunda kalırlar.
1958 yılı Eylül ayında, Makarios Enosis’ten vazgeçip, bağımsız devlete olanak sağlayacak bir çözüme yönelik tavır değiştirince, Kıbrıslıtürkler bir anda Taksim iddiaları ile başbaşa kalırlar. Dönemin gazetelerinde Dr. Küçük, Makarios’un Enosis’ten vazgeçerek bağımsız devlet formülünü kabul etmesinden şikayetçi olur. Bağımsız devlet Enosis demektir diyerek manevra yapmaya çalışır. Açıklamalarında, Makarios’un Enosis tezini terk etmesinden resmen şikayetçi olur. Başta, bağımsız devlet fikrini reddeden açıklamalar yapan Dr. Küçük, çok değil 5 ay sonra kendini Zürih Antlaşmaları’nı imzalarken bulur. 11 Şubat’ta Zürih’te Garanti ve İttifak Antlaşmaları, 19 Şubat 1959’da Londra’da imzalanan anlaşmalarla bağımsız bir devlet kurulur. Adı Kıbrıs Cumhuriyeti olur. İmzalanan Garanti Antlaşması’nda ise adanın bölünmesi ya da başka bir devletle birleşmesi yasaklanır. 5 ay önce Kıbrıs Cumhuriyeti Enosis’tir diyen, 5 ay sonra hem Taksim’i yasaklayan hem de reddettiği bağımsız devlete dair antlaşmayı imzalayarak devletin Başkan yardımcısı olan Dr. Küçük’ten başkası değildir…
Tarihte, Kıbrıslıtürk sağının yalpalamalarına küçük bir örnek olan hikayenin bir benzerini yaşama ihtimali gittikçe artıyor. Avrupa Parlamentosu tarafından Maraş provokasyonu ile ilgili bir karar alındı. Türkiye aleyhine üretilen kararın detaylarına dair tartışmanın da son derece önemli olduğuna inanıyorum. Ancak Kıbrıs’ın kuzeyinde, Cumhurbaşkanlığı tarafından yapılan açıklamada; şöyle bir cümle geçiyor :
“Kıbrıs Türk tarafıyla yönetim ve zenginliği paylaşmayı kabul etmeyen Rum tarafının tutumu nedeniyle söz konusu federal ortaklık vizyonu çerçevesinde bir çözüme ulaşılamayacağını, bu hususta ısrar etmenin tarafları sonu gelmeyen bir müzakere sürecine hapsetmek olacağı anlamına gelir.”
Cümlenin berbat bir biçimde kurulmuş olması dışında, burada kktc Cumhurbaşkanlığı’nın iddiası Kıbrıs Rum tarafının “yönetim ve zenginliği paylaşmayı kabul etmemesidir”.
Gelinen müzakere sürecinde, yönetim ve güç paylaşımı çerçevesinde federal yetkiler belirlenmiş ve “Kıbrıs’taki doğal zenginliklerin” federal devlete ait olduğu belirlenmiştir. Henüz ortada olmayan bir zenginliğin paylaşımı konusu da, federal devletin kurulacağı güne kadar bekleyebilir. Diğer tarafta yönetimin paylaşımı ile ilgili konu, temel olarak “siyasi eşitlik” mevzusudur.
Özetle, kktc cumhurbaşkanlığının ifadesine göre esas olan Kıbrıs Rum tarafının siyasi eşitliği kabul etmemesidir. Kurulan kötü cümleyi tersten okursak, eğer siyasi eşitliği kabul etmiş olsaydı, yukarıdaki iddiada da belirtildiği gibi “federal bir çözüme ulaşılılır” böylelikle, federal ortaklık vizyonu ile ilgili sonuç alıcı olmuş olunurdu.
Bu noktada, Anastasiadis’in çıkıp, “siyasi eşitliği kabul ediyorum. Siyasi eşitlikle birlikte ele alınan detaylandırmalar konusunda da Gueterres çerçevesi içinde belirlenen ilkelere sadığım” dedikleri anda; tarih tekerrür eder mi diye düşünüyorum.
KKTC cumhurbaşkanlığı o noktada, Anastasiadis’in siyasi eşitliği kabul etmesinden dolayı şikayetçi olur mu? Hayır, sen siyasi eşitliği kabul etmeyeceksin ki, her şey olduğu gibi kalsın der mi? Aniden, tükürdüğünü yalama konusunda kendini kanıtlayan, Kıbrıs Türk sağı yine aynı şeyi yapıp, aslında federasyon iyiydi, bundan sonra yeni koşullar oluştu o yüzden egemen eşitliği rafa kaldırdık der mi ?
Tarih tekerrürden ibarettir denir… Acaba gerçekten tarih tekerrürden ibaret mi?
(GAZEDDAKIBRIS – Mertkan Hamit – 27.11.2020)
“Savaş ve yenilgi...”
Vicken Cheterian
Ermeni kamuoyu şokta. 27 Eylül’den önce tahayyül edilen dünya ile savaşın feci sonucu arasındaki boşluk kapatılamayacak kadar geniş. Birçokları suçlayacak hainler, komplocular bulmaya çalışıyor. Bu taşınması güç acının en açık hedefi, siyasi liderlik ve Nikol Paşinyan’ın şahsı.
Ciğerlerini yırtarcasına “hain” diye bağırmanın bir faydası yok. Yaşanan yenilgi çok daha derin. Her şeyden önce askerî bir yenilgiydi bu. Ermenistan silahlı kuvvetlerinin, mecbur bırakıldığı bu savaşa hazır olmadığı, açıkça görüldü. Yenilgi aynı zamanda diplomatikti; Ermenistan kendini inanılmaz bir yalnızlık içinde buldu. Her şeyin ötesinde, stratejik bir nitelik taşıyordu yenilgi; bazıları açık açık tartışılan, ancak çoğu sessiz bir uzlaşmayla genel kabul gören kanıların ve varsayımların birçoğunun hatalı olduğu ortaya çıktı.
‘Hainler’i bulmak için sürdürülen cadı avı, gereken özeleştirinin yapılması açısından bir işe yaramayacak. ‘Hain’, tanım itibariyle, ‘bizden’miş gibi davranan ötekidir, dışarlıklı, yabancı olandır. Komplo aramanın tek sonucu sansür uygulayarak tartışmaları bastırmak, geçmişte yapılan hataları anlayıp yeni, çok daha karmaşık bir geleceğe hazırlanmaya dönük her türlü olasılığı ortadan kaldırmaktır.
Askerî yenilgi, stratejik başarısızlığın bir sonucuydu. Ermenistan kendini bir anda, sayılar ve teçhizat itibariyle üstün olan Azerbaycan’ın silahlı kuvvetleriyle karşı karşıya buldu. Dahası Azerbaycan, Türkiye ordusunun yanı sıra Suriyeli paralı askerlerin de savaşa katılmasını, bir yandan da Rusya’nın müdahale etmemesini sağlamayı başardı.
Yenilgi, bu olasılıkların görülememiş ve bunları engellemek için gereken her şeyin yapılmamış olmasında.
Böyle bir güç birliği karşısında, buna denk bir ittifaktan yoksun Ermenistan’ın askerî olarak alt edilmesi birkaç günlük bir işti.
Kaçırılmış fırsatlar
Birinci Karabağ Savaşı ile İkinci Karabağ Savaşı arasında 26 yıl gibi uzun bir süre ve anlaşmazlığın müzakerelerle çözülmesi konusunda kaçırılmış birçok fırsat var. Yenilgi, yanlış politikalara yol açan yanlış kanılarda, yanlış düşüncelerde aranmalı.
Karabağ çatışma bölgesinde uzun yıllar göreli bir istikrar yaşandı ama bu arada bölgenin etrafındaki dünya hızla ve tehlikeli bir şekilde değişiyordu. Kafkasya’ya hiç de uzak olmayan Irak ve Suriye’deki savaşları düşünün. 2016 Nisanı’nda yaşanan ‘Dört Gün Savaşı’nda, Karabağ’da 22 yıl süren statükonun sona erdiği, savaş tehlikesinin gerçekten var olduğu ve bir sonraki savaşın, Birinci Karabağ Savaşı’ndan daha fazla zayiata yol açacağı net bir şekilde ortaya çıkmıştı.
2008’deki savaşla Rusya geri çekilmeyi bırakıp iddialı, genişlemeci bir politika izlemeye başladı. Moskova’nın, Karabağ bölgesinde de askerinin olmasını istediği, sır değildi. Türkiye’de de çarpıcı bir değişim oldu; 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından ülkenin politikası hem içeride, hem de yurtdışındaki bir dizi harekât çerçevesinde sert bir yön aldı. Moskova ve Ankara birbiriyle sık sık zıt düşse de, ikisi de bölgesel küçük ortakları adına anlaşmalar yapmayı başardı.
Karabağ çatışması 1988 yılında, Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nde yaşayan Ermeni nüfusun kendi kaderini tayin etme mücadelesi olarak başlamıştı. Ardından, 1991-1994 arasında, Karabağ halkının sırtına savaş yükü bindi. İlk savaşta Karabağ birkaç kez savaşı kaybetme ve yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. 1992 yazında, milliyetçi lider Ebulfez Elçibey’in yönetimindeki Azerbaycan güçlerinin, Karabağ topraklarının yaklaşık %40’lık bir kısmını işgal etmesi, böyle bir durumdu. 1993 yılında olayların akışını tersine çevirip Kelbecer’in ve diğer bölgelerin işgal edilmesini mümkün kılan, bedeli yüksek, sert direnişti.
Kırılma noktası
Müzakereler yıllar boyu, bu bölgelerin iade edilmesi ve karşılığında Karabağ’da Ermenilerin kendi kaderini tayin hakkının tanınması çerçevesinde yürütüldü. Bir noktada anlatı değişti. Bu tavır hiçbir zaman açık bir şekilde konuşulmadı, hiçbir zaman tam olarak sahiplenilmedi fakat karşılıklı tavizlerle bir ara çözüm, bir uzlaşma aramak, Ermenistan’a –ve Azerbaycan’a– her yıl milyonlarca dolara mal olan bir gerginliğe son vermeye çalışmak yerine, gençleri Birinci Dünya Savaşı’nı andıran siperlere yollamak yerine, yeni sloganlar üretildi: “Hiçbir toprağı, asla iade etmeyeceğiz.” Bu, Azerbaycan’ın, Karabağ’ın kendi kaderini tayin etme iradesini kabul etmemesinin yanıtıydı; öyle görülüyordu. İşgal edilen toprakları iade etmeyi reddetmek, her tür olası müzakereye son vermek demekti. Müzakerelere son verilerek, yeni bir savaşa giden yolda ilk adım atılmış oldu.
Paşinyan yönetimi bölgesel jeopolitik değişimleri okumak, tehlike çanlarını duymak, ülkeyi ateşten uzaklaştırmak yerine ateşe sürükledi.
Simgesel topraklar
Peki, birçoklarının iade edilmesine karşı çıktığı bu topraklarda ne vardı? İlk savaşta zorla yerlerinden edilen Azerbaycanlıların geride bıraktıkları, metruk, harap olmuş şehirler ve köyler... Artık kimse yaşamıyordu bu topraklarda; askerlerin gençliklerini geçirmek üzere gönderildikleri siperlerden başka bir şey yoktu. Birçok ‘şahin’in geri vermeyi reddettiği toprak, gerçek toprak değildi, simgesel topraktı.
Bir diaspora halkının, küreselleşme çağında, toprak konusunda bu kadar saplantılı olması, olsa olsa bir ironi olarak değerlendirilebilir.
Toprak, boş toprak, sembolik toprak, insanlardan daha önemli hâle geldi. Bunun sonucu olarak bir dizi siyasi hata yapıldı. Tek bir örnekle yetineceğim: Vladimir Putin’in son zamanlarda verdiği birkaç söyleşiye bakılırsa, Bakü’nün savaştan önceki taleplerinden biri, Azeri sivillerin Şuşi/Şuşa’ya dönmesiydi; Yerevan bunu reddetmişti. Talebin kabul edildiğini, Azerilerin Ermenilerle yan yana yaşamak üzere şehre döndüğünü, şehir yönetiminin onları entegre etmek için iki dilli eğitim veren okullar açtığını, belediye işlerinin beraber yürütüldüğünü hayal edin. Çatışma mantığından çıkıp bir arada var olmayı ve günlük rutin işleri paylaşmayı öğrenmeye dönük ilk sağlıklı adım olurdu bu. İki topluluğun mensuplarının yan yana yer aldığı idari, siyasi ve kültürel yapılar inşa etmek için denemeler yapılabilirdi; bu konuda kaçırılan tüm fırsatları düşünün. İmkânsız değil; 20. yüzyılın başında, hem Ermeni hem de Azeri, ayrıca Kürt, Gürcü, Rus ve İranlı üyeleri olan siyasi partiler bile vardı.
Bu tür denemelere, bir arada var olmaya ve çoğulculuğa son veren, 20. yüzyıl başlarında yaşanan korkunç olaylardı. Geri dönüp geçmişin hatalarını düzeltmenin zamanı gelmedi mi?
Ağır bedel
Ermenistan tarafı savaşın bedelini binlerce gencin ölümü, yenilgi ve toprak kaybıyla, ağır ödedi. Diğer yandan, ülke, hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde Rusya’nın koruması altında. Azerbaycan savaşı kazandı ama bu galibiyet ona pahalıya mal oldu. Yalnızca çok sayıda savaş kurbanı verdiği için değil… Azerbaycan, Türkiye’nin yardımının ve Rusya’nın 44 gün süren savaş boyunca sürdürdüğü ‘tarafsızlığın’ bedelini ödemek durumunda.
Şu anda, Azerbaycan’ın batı kısmında Rus birlikleri bulunuyor; Bakü, Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını kazandığından beri bunu engellemeye çalışıyordu. Rus askerlerinin yeniden gelişi, Azerbaycan’da birçoklarını kaygılandırıyor. Bakü’de üzerine daha az konuşulan bir diğer mesele ise, Türkiye’nin gitgide yükselen etkisinin sonuçları ve Azerbaycan topraklarında Türkiye askerlerinin konuşlandırılması olasılığı.
Kaç ülkenin topraklarında aynı anda hem Rusya, hem de Türkiye’nin askerî üssü var? Bunun sonuçları neler?
Savaş bitti; bir galip, bir de mağlup var. Fakat uzun vadede iki ülke de, şu anda, 27 Eylül 2020 öncesine göre daha az egemen olduğunu anlayacak.
Yenilgi nerede?
Yeni ‘kesinlikler’ yaratmayalım. 9 Kasım’da imzalanan, hem bir ateşkes antlaşması, hem de siyasi bir antlaşma. Süresi beş yıl. Aktif bir yanardağı –geçici olarak– durdurdu. Bu durum bir nihai çözüm olarak görülmemeli. Rusya’nın varlığının ‘ilelebet’ süreceği düşünülüp buna güvenilmemeli. Sovyetler Birliği’nin bile günü geldiğinde bu bölgeyi terk ettiği unutulmamalı.
İkinci Karabağ Savaşı önlenebilirdi. Yenilgi, 26 yıl boyunca barışçıl bir çözüm bulunmamış, bu sürenin boşa gitmiş olmasında. Uzaktan bakıldığında, yalnızca Ermenistan değil, Azerbaycan da çok küçük bir ülke. İki taraf sorunlarını birbiriyle konuşarak çözmeyi reddetmeyi sürdürürse, bu işi onların yerine emperyal emelleri olan devletler halledecek.
Artık Ermeniler ve Azerilerin birbiriyle konuşmasının zamanı gelmedi mi? (1)
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz
(1)Yaptığım diyalog çağrısı için bkz. Agos, 10 Temmuz 2019 (http://www.agos.com.tr/en/article/23008/time-for-armenian-and-azerbaijani-diasporas-to-talk-to-each-other). Yazının Türkçe çevirisi: Agos, 11 Ekim 2109 (http://www.agos.com.tr/tr/yazi/23038/ermeni-ve-azeri-diasporalari-icin-diyalog-zamani)
(AGOS – Vicken CHETERİAN – 27.11.2020)
PAZARTESİ DEVAM EDECEK