1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. PARADİGMA: BİR GECE BİR GECEYE ULANIRKEN
PARADİGMA: BİR GECE BİR GECEYE ULANIRKEN

PARADİGMA: BİR GECE BİR GECEYE ULANIRKEN

"Şehrime ya da insanıma dair umudumu yitirmedim henüz, bu umudu yitirmek için çok gencim. Ama denizi izlediğim zamanlarda; damarlarımda gezinen Akdenizliliğin coşkusunu hissedip güçleniyorum. "

A+A-

Hüseyin Bahca
[email protected]

“Bi’şeyin var, ama ne?” diye sordu sol omzumdaki saydam baykuş; evden çıkarken… “Derinlerimde gezinenin ne olduğunu bir türlü bulamadım, sadece yürümek isterim.”, dedim. “Geceyi çekilmez hale getiren Temmuz sıcağına ve neme aldırmadan...” Hiçbir şey söylemedi. Sessizliğine sarıldı. Ağırlaştıkça ağırlaştı omzumdaki varlığı…

Dumlupınar’ın yarı-aydınlık kaldırımlarından yürüdük Anıt Çemberi’ne doğru. Arabalar kaldırımların üzerine park edilmişti. Yaseminler ve gece-tütenler kokularını caddeye – Salamis Yolu’na - sunuyordu. Arabaların arasından geçerek ilerlemeye çalıştıkça; “bir bitkinin dili, kokusudur, çiçeğidir, meyvesidir, bedenidir ya da salgıladığı oksijendir… bunlar insanlıkla kurduğu bağlardır, bitkiler çok-dillidir, bitkilerin tek-dilli olması mümkündür acaba?...”  diye bir tartışma açtım kendi kendime… “Böyle elitist sorular sormak için çıktın ama bu yolculuğa?...” bu soruyu kimin sorduğunu bilmiyorum, sol omzumdaki saydam baykuş da olabilir, iç-sesim da; çözemedim…

Anıt Çemberi’ne yaklaştığımızda; darı kokusu her tarafı sarmış haldeydi. Kral* tezgâhın başındaydı. Açtım. Ama nereye varmak istediğimi tam olarak bilmiyordum.  Aç olmama rağmen darıcıya gitmedim, Suriçi’ne saptım. Köprünün tam ortasında sol omzumdaki saydam baykuş; “bugünün tarihi kanlı, çok kanlı… bugünün tarihini unutma… bugünün tarihini yaratanlar senin da öldürmeni isteycekler, hayallerini, beni, insanlığı… hiç fark etmez, sadece öldürmeni isteycekler…”, deyip hendeğin karanlığına karıştı… Bana cevap şansı tanımayan bu kaçışına sinirlendim!  

Sinirden bugünün kaçı olduğunu düşünmek aklıma bile gelmedi. Söylenerek Suriçi’ne girdim. Suriçi sarımtırak bir renge bürünmüştü. Geçtiğim caddeden – Salamis Yolu’ndan – farklı bir dünyaymış gibi; sessizlik en ücra köşeyi bile zapt etmiş haldeydi. Bu büyülü-gerçek karşısında; şakaklarımda, kürek-kemiklerimde ve baldırlarımda gezinen sinir yumuşaklığa dönüştü… Gevşedim. Ana Çarşı’nın bulunduğu caddeye girdim. Adının neden ‘İstiklal’ olduğunu bir türlü anlayamadığım caddeye… Balkonunda oturan insanlar televizyon izliyor, kapalı dükkanlar ertesi günü bekliyor, loş vitrinlerse birer ayna görevi üstleniyordu. Bu esrarengiz gecede birçok şey başkalaşım içindeydi…

Çarşı’dan dümdüz aşağıya Namık Kemal Meydanı’na indim. Meydanda kim olduğunu bilmediğim insanlar vardı. Herkes içiyordu. Kahkahalar ve bağırışlar başkasının özgürlüğünü kısıtlayacak boyuttaydı. ‘Hayvan, aptal, salak, geri-zekalı, puşt, pezevenk, oro….u çocuğu, a….na koyum, s..kt..r git be y…rr...k’, gibi kelimeler/cümleler uçuşuyordu havada! Eril zihniyetin ve linç kültürünün şakaya bile karışması, gündelik yaşamda bu denli hakimiyet kurması; beni rahatsız etti. Bununla birlikte sözcüklerin anlamsal olarak nasıl boşaltıldığına da şahit oldum. Gidip Cümbez’in altındaki banklardan birine oturdum. St. Nikolas Kadetrali’nin - Lala Mustafa Paşa Camii’nin - kapısını ve motiflerini inceledim, anlamlar çıkarmaya çalıştım, yapıdaki gotik tasarımın geceleri daha da belirginleştiğini fark ettim… Meydandaki bağırışmalar arttıkça arttı. Bağırışmalar arttıkça; derin bir acıma hissettim Cümbez’e dair; 721 yıllık yaşamında Kıbrıs’ın birçok değişimine tanık olduğu için... Tam bu anda hafif bir esinti başladı ve oturduğum banktaki boş yere üç meyve düştü… Meyveleri alıp tişörtüme sildim ve yedim. Büyük insanlık gibi çiydiler.

Bağırışmalar arttıkça esinti azaldı… Aradığım huzuru bir türlü bulamamanın sancısıyla oturduğum yerden Kale’ye gitmek için kalktım. Seslerden kaçarken; gölgem benden hızlı ilerliyordu. Beni terk etmek ister gibiydi. Bandabuliya ve Aspava’nın önünden geçerken; caddedeki her şey uykunun ilk haline ulaşmış vaziyetteydi. Gündüzleri telaşın ve canlılığın sembolü olan cadde, şimdiki zamanda yorgun ve bakımsızdı; çöpçüleri beklemekteydi… Gölgeme ayak uydurarak hızlandım. Petek Pastahanesi’nin yanına geldiğim zaman; arkamda bıraktığım caddeyi teslim alan uyku-tozu her yanıma sinmişti. Ama göz-kapaklarımın kapanmasına neden olan bu yorgunluğa boyun eğmedim. Yolu karşıdan karşıya geçtim ve Desdemona Parkı’yla Aslan Heykeli’nin ortasından geçerek; Kale’nin basamaklarını tırmanmaya başladım…  

Kale’ye çıktığımda; ilk olarak yürüdüğüm caddeyi seyrettim uzun uzun. Sonra; “böyle olmalı”, dedim kendi kendime; “insan nereye ulaşırsa ulaşsın; ilerleme bilincini kaybetmeden dönüp bakmalı arkasına, nereden geldiğini, geldiği yere gelmesine sebep olan nedensellikleri iyice düşünmeli, irdelemeli, doğru mu yaparım diye şüphe duymalı yaptıklarından, bulunduğu yerdeki eksikliklerini da bulmaya çalışmalı…” Kuşbakışı baktığım cadde ya da geride kalan yol; tüm benliğiyle kendine sunulan düzeni sahiplenerek duruyordu. Halinden mutluydu. Halbuki ne çok isterdim bi’şeylerin hazırlığı içinde olmasını…

Şehirden umudunu yitirenler o şehrin denizini izlermiş… Buna benzer bir cümleydi, bir edebiyat dergisinde okuduydum… Şehrime ya da insanıma dair umudumu yitirmedim henüz, bu umudu yitirmek için çok gencim. Ama denizi izlediğim zamanlarda; damarlarımda gezinen Akdenizliliğin coşkusunu hissedip güçleniyorum. Bu bilinçle Kale’den Mağusa Limanı’nı izlemeye başladım. Görünen her şey donuk bir senfoni gibiydi. Deniz ve gökyüzü aynı renkteydi; karanlıktı. Tam bu sırada; arkamda kalan St. Nikolas Kadetrali’nden – Lala Mustafa Paşa Camii’nden – selâ okunmaya başladı. Hemen cep-telefonumu çıkarıp ekrana baktım. Saat 00.19. Tarihse 16 Temmuz’du. Bir gece bir geceye ulanırken; aslında insanlığı öldüren yapay tarihin mimarları; ‘kendi yazıp-çizdikleri büyük yalanı’ devam ettiriyor ve sınırlarının ötesine taşıma gereği hissediyordu. Böylelikle; Kıbrıs’ın Kuzey’i bir kere daha birilerinin arka bahçesi olmaya devam ediyordu! Her şey gerçekti. Ve bu gerçek tüm varlığıyla geceyi daha da derinleştiriyordu… Birden saydam baykuş karanlığın içinden gelip göğüs-kafesime saplandı ve “napacan?” diye sordu! Göğüs-kafesimdeki acıyı sahiplenerek; “bizi da savaşa sürükleycekler, ama ben öldürmeyi reddedecem, ölmeyi göze alırcasına karşılarında duracam.” dedim. Karanlığı renklerden nasıl temizleyeceğimizi düşünerek; eve yürüdük…

 

*Kral: Mehmet Karalar - (Darıcı)
Yaz – 2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 2292 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 466. Sayısı

Gaile 466. Sayısı