1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Parçalanmış Dünya: Birlik Eksikliği Tabusu
Parçalanmış Dünya: Birlik Eksikliği Tabusu

Parçalanmış Dünya: Birlik Eksikliği Tabusu

Bu tabuya göre, iyi ve kötü birliktedirler diyemezsin, çünkü iyi ve kötü uzlaşmaz şekilde birbirinden ayrıdır. Ve böylece bazı varlıklar iyi ve üstün bazıları kötü aşağıdadır, onları birbirine eşitleyemezsin, yaşamını bu düşünceye göre sürdürmelisin.

A+A-

Yılmaz Akgünlü

[email protected]

 

İfade edilmemiş duygular asla ölmez; sadece diri diri gömülür ve sonradan daha korkunç şekillerde ortaya çıkar.   Sigmund Freud (Totem ve Tabu)

 

Kısaca söyleyecek olursak tabular, toplumca yasaklanan, yaptırımlara bağlanarak korunan, dokunulması, eleştirilmesi, değiştirilmesi olanaksız olan davranışlar, sözcüklerdir. Çoğumuzun tabuların eski çağlara mahsus bir şey olduğunu düşünse de aslında gerçekte her çağda farklı düşünce, tutum ya da davranışlar yasaklanmıştır. Ancak tabular o kadar derinlere iner ki, bir toplum tarafından düşünülüp tartışılmaları bile düşünülemez. Ve bu yüzden de zararlı etkileri üzerine bir şey yapılamaz, çağlar ve koşullar değişse de tabular kolayca değişmez. Bu yazıda beden ve zihni ve bununla bağlantılı diğer birçok şeyi nasıl ikiye bölerek bir tabu yarattığımızı tartışmaya çalışacağım. Öyle bir tabu ki bizi birlikten, bütünlükten, uyum ve beraberlikten yoksun bıraktı. Bizi parçalı, çatışan, birbirine düşman olan ve asla uyuşamayacak ögelerden oluşan bir dünyaya hapsetti. Öyle bir tabu ki hem içimizde hem toplumlarımızda ve hem de dünyanın büyük sahnesinde ekolojiden, politikaya çözülmesi imkansız hale gelen devasa ölümcül sorunlar yarattı.  

Tabuların gücüne kendimden örnek verecek olursam sosyalleşme sürecim boyunca bana öğretilen ve maalesef etkisinden hala tam olarak kurtulamadığım bir düşüncem var: Bedenim zihnimden ayrı, maddi bir oluşumdur. Bu düşünceyi daha çok açmam gerekirse şunları da ekleyebilirim: Bedenim benim hizmetime sunulmuş bir organlar bütünüdür ve amacı da benim bu dünyadaki varlığımı sürdürmemdir. O her şeyden önce bir araçtır, ona iyi bakılması gerekir. Zihnim ise onu kontrol eden, beyin yoluyla bedenin işleyişini düzene sokan en üstün yetimdir. Zihin bedenden üstündür. Hayatı algılayan, yorumlayan, anlamlandıran odur.

Bu çoğumuzun doğru kabul ettiği ama muhtemelen gerçekliği yanlı ve parçalı göstererek bizi derin yanılgı ve acılara sürükleyebilen bir düşüncedir. Bu bir tabudur.

Batı medeniyetindeki zihin-beden ya da ruh-madde ikilemi binlerce yıldır bu medeniyetin temellerini oluşturan en önemli varsayımdır: Zihnim gerçek varlığımdır, bedenim ise zihnin hizmetindeki bir araçtır. Belki de yüzlerce, binlerce yıl sonra (umarım daha erken olur) insanlık bu ikilemden kurtulduğunda bu varsayımın doğaya ve insanlığa büyük acılar ve yıkımlar getirmiş bir tabu olduğunu anlayacağız. Bilimin ve özellikle psikolojinin gelişimi ve Batı düşüncesinin Doğu’yla karşılaşması bir uyanma süreci başlatmış görünüyor. Bilimsel çalışmalar bedenin zihinden ayrılamaz bir bütünlük olduğunu göstermeye başladı. Felsefe ve psikoloji yüzyıllardır dünyayı hakim olan “ikici” düşünceyi sorgulamakta. Bu düşünce tabusunu anlamak çok önemli çünkü bu durum hepimizin hem kişisel yaşamlarımızda hem de dünya toplumları üzerinde sürekli olumsuz etkilerini gördüğümüz bir açmaz yaratmıştır.

İnsanlık evrimi boyunca birçok tabudan kurtuldu ve her tabudan kurtulduğunda büyüdü ve önünde daha çok olanaklar açıldı. İnsanlar dünyanın düz olduğuna inanmaya devam etmediler, her ne kadar bu onları çok zorlasa da eninde sonunda bu inançtan vazgeçmek zorunda kaldılar. Ancak insanlık bir tabudan kurtulurken başka daha büyük ve ciddi bir tabunun da hakimiyetine girdi.  Özellikle de Batı düşüncesinde Platon’dan başlayan dualist gelenek yoluyla dünyayı sadece zihin-beden olarak ikiye bölmedi, doğa ve Tanrı da birbirinden koparıldı. Buna birlik eksikliği tabusu diyebiliriz. Yani bu tabu kısaca şunu der: Bir olmak yasaktır. Her şey birlikte akan bir bütün değildir. Dünya parçalardan oluşur. Her zaman, yaşam ancak ikici (birbirine zıt iki kutuptan oluşan) terimlerle açıklanabilir. Bu tabuya göre, iyi ve kötü birliktedirler diyemezsin, çünkü iyi ve kötü uzlaşmaz şekilde birbirinden ayrıdır. Ve böylece bazı varlıklar iyi ve üstün bazıları kötü aşağıdadır, onları birbirine eşitleyemezsin, yaşamını bu düşünceye göre sürdürmelisin.

İkilemlerden birisi her zaman üstün olarak algılanır. Yaşam ölümden, erkek kadından, Tanrı doğadan, kral halktan, beyaz siyahtan üstündür. Nasıl ki zihin bedene hakim olarak görülüyorsa Tanrı da doğanın dışındadır ve ondan üstündür, hatta kutsal kitaplara göre erkek kadından üstündür ve kadın onun kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Gündüzü, ışığı ve bilgiyi temsil eden “beyaz”, geceyi, karanlığı ve bilgisizliği temsil eden “siyah” karşısında iyi olanın, değerli olanın temsilcisiydi. Ve öyleyse beyaz ırk siyah ırktan üstündür. Dünya siyasetinde bile kuzey ülkeleri güneydekilerden, batı toplumları doğu toplumlarından daha gelişmiş ve üstün görülecek şekilde tanımlana gelmiştir. Bu bölücü tabunun sirayet etmediği herhangi bir alan bulamazsınız. Öğretmen öğrenciden, anne-baba çocuktan, eğitimli kişiler cahil işçi sınıfından, zengin fakirden üstündür. Doğa Tanrıdan aşağı bir konumdadır, insan bedeniyle doğaya, aklıyla Tanrıya yakındır. İnsan ya aklının ya bedenin hükmünde yaşar. Aklının hükmünde yaşayanlar güçlü ve iyi, bedeninin hükmünde yaşayanlar zayıf kötüdür. Her yerde ve her şeyde bölünme vardır. Ülkeler arasında gelişmiş ve gelişmekte olan, ülkeler içinde farklı etnik gruplar arasında bölünür dururuz.

Birlik eksikliği tabusunun yıkıcı etkileri

Zihin dünyayı ikiliklerle algıladığında oldukça rahattır. Uzun uzun düşünmeye gerek yoktur, dünyayı zıt iki kutup halinde algılamak işimizi oldukça kolaylaştırır. İyiler belli, kötüler belli, dost belli düşman bellidir. Ne yaparsak iyi bir insan olacağımız ve nasıl hayatımızı idame edeceğimiz bellidir. Ancak bu noktadan itibaren gerçek kötülükler de kaçınılmaz şekilde ortaya çıkmaya başlıyor. Çünkü aslında ayrılmaz olan ikiliğin bir tarafını kayırdığımızda diğeri aleyhimizde çalışmaya başlar ki bu da evrenin uyum ve denge içindeki akışına zarar verir. Dolayısıyla bu da dönüp bize zarar verir.

Bazı Hayati Örnekler

Ölüm-Yaşam

Örneğin eğer yaşamı ölümden daha değerli ve üstün, ölümü yokluk ve karanlık olarak görürsek bu dünyadaki yaşamımızı mutlaklaştırıp ona tapmaya başlarız. Ve sonra da bu dünyadaki varlığımızın kalıcı olmasını hedefleriz. Kendimizi daha da zengin ve başarılı yapmaya uğraşırız. Biz öldükten sonra adımızın sürmesi için ünlü olmaya çalışırız. Ya da yaşamımızdaki uzantılarımız olarak gördüğümüz ailemizin, çocuklarımızın, torunlarımızın başarısını diğer tüm insanların zarar görmesi pahasına güçlendirmeye çalışırız. Bu çalışma toplumsal yaşamda bizi aşırı bencil, maddiyatçı ve bireyci hale getirir.

Ölüm aklımız tarafından bilinemez, öngörülemez olduğu için böyle davranmamız anlaşılabilir. Ölümü hesaba katarak yaşamak bize hayali bir uğraş olarak görülebilir. Ancak ikiciliği aştığımızda olayı böyle görmeyiz. Yaşam değerlidir ama bu yaşamın tersi olan ölüm yok oluş anlamına geldiği için değildir Eğer ölüm olmasaydı yaşamın değerini anlayamayacağımıza göre yaşamın değerini belirgin kılan ölümdür. O halde ölüm de kendi başına değerlidir. Ölmek yok olmaktır bir bakıma, ama gerçekte kendi benliğimizi ve çıkarlarımızı işin içinden çıkararak bakarsak ölüm bir dönüşümdür. Ölümü anlamayan, kabullenmeyen ve hatta olumlamayan yaşamı da anlayamaz ve sevemez. Doğa ölümle canlanır, sürekli olarak varlıklar doğar, büyür ve ölür. Ölüm bitkilerin hayvanların yeni ve diri bir şekilde canlanmasını sağlar. Ölümün yok edici gücü olmasaydı evren kendini yeniden üretmezdi. Sadece bireyler açısından bakarsak vardır ölüm, ama bütünlüğe bakarsak ölüm ve yaşam yan yana kucak kucağadır. Bireysel açıdan da ölümü sadece bedenimizin yok olması olarak algılarız. Oysa ki bedenimiz yok olmadan (ya da dönüşmeden) önce de biz her gün her an ölür ve yeninde doğarız. Bir gün önceki benliğimizle bile aynı değiliz. Her gün değişiriz, kendimize bazı olumlu duygular, düşünceler katarak büyürüz ya da zihnimizi kapatıp değişmeden aynı şekilde kalmaya çalışırız, ama bu durumda da yaşanmayan anlar bizi geriletir ve potansiyelimizi gerçekleştiremeyiz. Biz her gün öldüğümüzü ve yeninden doğduğumuzu görüp anlamadığımız için bedenimizin yok olmasıyla gelecek olan büyük ölümün de doğasını anlayamayız. Bunu anlasaydık yaşamı ve ölümü bütünleştirmiş ve aşmış olurduk.

Aşk ve Sevgi – Nefret ve Umursamazlık

Doğru yaşamanın sırrı görülemez, bilinemez, belirsiz olan konulara verdiğimiz tepkilerde saklıdır. Belirsiz ve bilinmez olan ölüm aydınlıktan olan yaşamın karşısındadır. Diğer bir örneği sevgi, aşk, birliktelikler alanından verebiliriz. Aşk sevgi duymamayı, ayrılmayı ya da nefreti, öfkeyi içerir. Eğer aşık olduğumuz insan özgürce bir gün bizi sevmekten vazgeçme hakkına sahip olmasaydı aşkın anlamı kalmazdı. Bir başkasını değil beni, başka bir an değil o an sevgime karşılık veren kişi benim için değerlidir. Bu da o anı o aşkı özgün ve biricik yapar. Aynı zamanda bu değeri vermeme ihtimalinin saklı olması sevdiğimiz insanı bir robottan farklı kılar. Ve bizler eğer onları narsistik uzantılarımız olarak görmüyorsak makinelere aşık olmayız. Bir makineye aşık olmayız çünkü bizi bilinçle sevmediğini, sevemeyeceğini biliriz. Bu yüzden de onunla ilişkimizde kendimizi sürekli inceleyerek doğru ve yaratıcı davranma dürtümüz olmaz, çünkü o mutlu edilecek bir kalbe sahip değildir. Oysa başka bir insan güzelliklerimize olumlu, sınırlarımıza ve gelişmemiş davranış kalıplarımıza olumsuz tepkiler vererek bize ayna tutar. O halde büyümek ve yaşamaya severek devam edebilmek için karşımızdakinin bize ayna tutmasına ihtiyacımız vardır. Öyleyse aşk, sevgi dediğimiz alan sorumluluk, yalnızlık, öfke, kayıtsızlık gibi ona zıt olan alanlar anlaşılmadan ve onlarla birlikte akan bir yaşantı olarak algılanmalıdır. Risk, ayrılık, öfke, çaba, sorumluluk olmadan aşk olur mu? Ancak biz bunların bir bütün olduğunu görmeyiz ve aşkın sadece olumlu duygular veren tarafını aşk sanırız. Oysa Atilla İlhan’ın şiirindeki gibi, ayrılık da sevdaya dahil..

ay ışığına batmış

karabiber ağaçları

gümüş tozu

gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar

yaseminler unutulmuş

tedirgin gülümser

çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var

çünkü ayrılık da sevdâya dahil

çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili

hiç bir anı tek başına yaşayamazlar

her an ötekisiyle birlikte

her şey onunla ilgili..

 

Ahlaki Edim

Kötülük yapma ihtimalimiz olmasaydı ahlaki bir varlık olmazdık. Ahlakın bizi değerli bir insan yapan ve büyümemize olanak sağlayan gücü ahlaksız düşünce, his ve eylemlerde bulunabilmemizdir. Bu olanağa sahip olduğumuz halde özgür irademizle onu seçmememiz bizi ahlaklı yapar. Ancak eğer bu ihtimal hiç gerçekleşmeyecekse ahlaki edim de doğal güzelliğini kaybeder, korkak bir kuralcılığa dönüşür. Ahlaki kurallar da bazen çiğnenebilir, bir ahlaki edimi körü körüne uygulamanın daha çok zarar vereceği durumlar olabilir. Eğer çocuklarım açsa zengin komşumun bahçesinde yere düşen ve ona fazla gelen meyvelerden birkaç tane çalmam hırsızlık mıdır? Bu edimi kim yargılayacak? Kendi vicdanımda tamamen masum olabilirim ama toplumun egemen kısmı için bu sırf örnek teşkil ettiği ve bir daha tekrarlanmamasının sağlamak için cezalandırmalıdır. Zengin olan bu kadar çok kaynağı bencilce kendine sakladığı için asıl suçlu değil midir?  Oysa yapılması gereken o aç insanı doyurmaktır, bir daha çalmasına gerek olmayacağı koşulları yaratmaktır. O yüzden baklava çalan çocuklar hapse atılır ama bütün halkı soyan hırsızlara hiçbir şey olmaz. O halde içinde kötülüğü içermeyen bir insan ahlaklı olamaz. Mükemmel bir biçimde ahlaklı olmaya çalışmak kendimizle sürekli yıkıcı bir savaş içinde olmaktır. Bilge insan içindeki kötülüğü daha yüksek bir iyiliğe giden yolda dönüştürülecek bir besin gibi görür. Bencilliğini, hırslarını, öfkesini reddetmez, onları kabullenir ve yaşar.

Ölüm, aşk gibi temel acı alanları karşısındaki tavrımız ve ahlaki edimlerimiz gibi birçok alanda birlik eksikliği tabusunun zararlarını görebiliriz. Hangi konuyu ele alırsak alalım, onun zıddı olarak gördüğümüz şeyin aslında onun tamamlayıcısı, onun diğer yüzü, onun ayrılmaz dostu olduğunu anlamadığımızda acı çekeriz, dünyayı yanlış algılayıp yorumlarız ve sonra da yanlış tepki veririz. Sevdiğimiz bir kişinin ölümünü doğal karşılamadığımızda isyan ederiz, hayata küseriz ve uzun yıllar sürecek ve hayatımızı gitgide verimsiz kılacak bir depresyon döngüsüne gireriz. Benzer şekilde sevdiğimiz insanların herhangi bir sebepten dolayı bize olan ilgilerinin, sevgilerinin azalmasına da isyan ederiz, ya kendimizde ya da karşımızdakinde hata ararız. Ya kendimizi suçlayıp kahroluruz ya da sevdiğimizin yetersizliğinden yakınır ve öfkeleniriz. Her şekilde sevginin akışında olabilecek yükselme ve alçalmaları, dalgalanmaları görüp anlayamayız. Bu yüzden bu dalgalanmalara uyum sağlayarak sevginin daha uzun ve sağlıklı sürmesini sağlayamayız. Gördüğümüz en ufak bir tereddüdü ayrılık işareti olarak yorumlar, savunmaya çekilir ya da saldırır ve hiç yoktan yere ilişkiyi yıpratmaya başlarız. Oysa bir şeyin doğuşunu, yükselişini, geri çekilişini ve bitişini yaşamın doğal akışı olarak görebilsek, ilişkilerimize aynı insanla tekrar tekrar başlayabilirdik. Ya da bir ilişki bittiğinde yıkılmaz, gerekli dersleri alıp yeni bir insanı güçlü bir şekilde sevecek enerjiyi de bulabilirdik.

Bunlar hep ikisi birden birlikte var olan zıt olguların sadece birini seçip diğerini görmezden gelmenin örnekleridir.

Birlik eksikliği tabusundan kurtulmamız olası mıdır?

Her tür tabu gibi küçük yaştan itibaren sosyalleşmemizin her aşamasında bize aşılandığı ve bütün bir sistem de bunun üzerine kurulduğu için bu tabuyu anlamak ve aşmak çok kolay bir iş değil gibi görünüyor. Evet aklımızla bu tabuyu anlayabilir ve yanlış olduğunu kabul edebiliriz. Ama gerçek anlamda algılarımızda ve davranışlarımızda hem kişisel hem de toplumsal anlamda bu tabuyu aşacak bir değişim, bir devrim olması nasıl mümkün olabilir? Sadece düşüncelerimizin değil bütün yaşam pratiklerinin, oturup kalkmaktan yemek yemeye, ekonomik aktivitelerden sosyal yaşama yepyeni bir kültürün inşa edilmesi gerekir. Bu bir anda olacak bir şey değil elbette, ancak belki de uzun bir zaman süresinde dünya büyük acılarla zorunlu olarak bu değişimi gerçekleştirmek zorunda kalacaktır. İçsel açıdan değişirken ve ikici düşünmekten kurtulurken bunu toplumsal ve siyasi düzlemde nasıl başaracağız?

Alan Watts bundan elli yıl önce belki de geleceği öngörerek şöyle yazmış:

Bir cemaati dış bir düşmana karşı ortak davadan daha iyi hiçbir şey birleştiremez, ancak aynı anda da düşman, toplumsal birliğin vazgeçilmez dayanağı olur. Bu yüzden geniş ölçekli toplumlar, geniş ölçekli düşmanlara gereksinim duyarak dünyayı büyük kamplara böler. Ama her iki taraftaki yüksek düzey görevlilerinin birazcık kafaları olsa, anlaşmazlığı sürdürmek için gizlice anlaşırlardı: birbirlerine en kötü lafları eder, ama bomba atmazlar. Ya da eğer ordularının düzenliliğini korumak için biraz savaşmak gerektiğinde ısrar ederlerse, bunu "önemsiz" ülkelerde gerçekleştirilen bölgesel çatışmalarla sınırlarlar.

Dünyadaki gerilim bölgesel çatışmalarla sınırlı tutulmaya çalışılsa da, bu daha büyük ve yıkıcı bir savaşın bir gün patlak vermeyeceği anlamına gelmez. Ne birinci dünya savaşının ne de ikincisinin çıkabileceği savaş insanlığın burnunun dibine girilene kadar fark edilememişti. Tıpkı depremler yada diğer doğal felaketler gibi savaşların bizim planlarımızın ötesinde bambaşka derin ve öngörülemez güçlerin etkisiyle ortaya çıkmış olması çok mümkün.

Muhtemelen, büyük çevresel ve insani felaketler, savaşlar ve hastalıklar bugüne kadar doğayı karşımıza alıp dünyayı acımasızca kutuplara ayırışımızın bedellerini acı bir şekilde ödetecektir bize. Cehennemden geçmeden cennetin kapıları önümüzde açılmayacaktır. Bunları söylemek için kahin olmaya gerek yok. Bütün bilimsel veriler iklim krizinin doğa üzerinde korkunç yıkıcı etkilerinin olacağını gösteriyor. İnsanların ürettikleri teknoloji ve ekonomik sistem ise insan bedeni ve ruhu üzerinde eşi görülmemiş bir baskı oluşturdu. İnsanlar gitgide yalnızlaşır ve depresyona girerken, onları her an görüp denetleyen ve yönlendiren bir bilgisayar ağı tarafından kuşatılmış durumdalar.  Ve bu ağ tarafından yönlendirilmeleri de gitgide daha kolay hale geldi. Uygarlıkların Batışında Amin Maalouf bunu çarpıcı bir benzetmeyle açıklamış:

Giderek mükemmelleşen, bize gücümüzün her şeye yettiği ve zengin olduğumuz duygusunu veren cihazlara sahibiz. Ama bunlar adli kontrol şartıyla serbest bırakılmış hükümlülerin elektronik bileziklerine veya boynumuzda taşıdığımız ama diğer ucunun kimin elinde olduğunu dert etmediğimiz tasmalara benziyorlar.

Peki bu tasmayı dert etmemiz mi gerekir? Yoksa bizi köleleştirirken özgürlüğümüzü elimizden alarak bizi birey olmanın yükünden kurtaran bu tasmalara minnet mi duyuyoruz? Eğer bize daha üstün bir manevi yaşamın kapılarını açacak değerlerden kopmuşsak elektronik bilezikleri kolumuza takılan altın bilezikler sanıyor olabiliriz.

Maalouf, aynı eserinde değerlerin kaybına vurgu yaparken pek de umutlu konuşmuyor “"Daha düne kadar insanlara düşler kurdurmayı, zihinlerini yükseklere taşımayı, enerjilerini seferber etmeyi başaran ve bugün artık cazibesini yitirmiş şeylerin listesi o kadar uzun ki..." ya da “En büyük uygarlıkların mirasçıları ve en evrensel düşlerin taşıyıcıları öfkeli ve intikamcı kabilelere dönüşüyorsa, insanlık serüveninin devamında beterin beterini beklememek mümkün mü?” derken.

Tarih boyunca güç hep daha büyük ölçeklerde tek bir kişi ya da grubun elinde toplanma eğilimi gösterdi. Kabileler, kent devletlerine, kent devletleri devasa imparatorluklara doğru büyüdü. Toplam güç teknolojinin de yardımıyla büyüdükçe ortaya çıkan yıkım da büyüdü. Bir zamanlar birkaç büyük devletten oluşan Avrupa korkunç bir yıkım getiren ikinci dünya savaşının sonunda birliğe kavuştu. Şimdi ise dünya Rusya, Çin ve Hindistan gibi Asya devleriyle Avrupa ve ABD öncülüğündeki diğer kutup arasında yeni bir kutuplaşmaya doğru sürükleniyor. Bu iki kutup arasındaki rekabet ve gerginlik ellerindeki korkunç silahların etkisiyle dünyayı toptan bir yıkıma sürükleyecek boyutta.

Ya bu iki kutup arasında bütün dünyayı yıkan bir savaş olacak ya da iki kutbun kaynaşmasıyla yeni bir dünya düzeni ortaya çıkacak. Bu insanlığın yeni bir ekolojik bilinç oluşturmasıyla mümkün ancak. Bir tek dünya var ve bu dünya bizim ortak olarak paylaşmak zorunda olduğumuz dünya. Birbirimizi ve dünyayı yok edeceğiz ya da daha etnik kimliklerin ötesindeki bir dünya vatandaşı kimliğinde buluşup birbirimize ve Doğaya gerçekten saygı duyduğumuz ortak bir bilinç inşa edeceğiz.

Çözüm her şeyden önce esnek bir zihni gerektirir. Birlik yasağı nasıl aşılabilir? İnsanlar ikici bir dünya ve düşünceden nasıl kurtulabilir? Yazının başında Freud’tan alıntıladığımız düşünceye göre bizler birlik ihtiyacımızı ifade edemiyoruz. Bir tabunun etkisi altında bölünmüş bir dünyaya mahkum yaşıyoruz. Doğayla, insanlarla ve kısaca her şeyle bir olma ihtiyacımızın bastırılması bizi ilerde daha da kötüsünü yaşayacağımız acılara mahkum ediyor. Nasıl yeniden Bir olacağız?

Bu çığır açıcı gelişme üzerine düşünmekte yarar var. Yazının ikinci bölümünde yeniden Bir olmanın yolları üzerinde durmaya çalışacağım.

 

Bu haber toplam 3233 defa okunmuştur
Gaile 513. Sayısı

Gaile 513. Sayısı