1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Paris Olayları: ‘Biz ve Onlar’ Retoriğinin Bir Tezahürü
Paris Olayları: ‘Biz ve Onlar’ Retoriğinin Bir Tezahürü

Paris Olayları: ‘Biz ve Onlar’ Retoriğinin Bir Tezahürü

Paris Olayları: ‘Biz ve Onlar’ Retoriğinin Bir Tezahürü

A+A-

Nur Köprülü

[email protected]


Paris’te yaşanan terör olayları, ABD’nin 2001’den bu yana yeni-muhafazakârların (neo-cons) ortaya koydukları terörle mücadele kampanyasının bir tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. 1990’lı yılların başından itibaren, özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından siyasal İslam’ın ve İslamcı grupların Batı’ya ve Batı medeniyetine tehdit olarak algılanmaları, beraberinde ‘biz’ ve ‘onlar’ kavramları üzerinden dünyayı iki ayrı kampa bölmüştür. Bunun yanında, Soğuk Savaş’ın ardından savaşların şekli ve boyutu değişmiş; artık devletler arasında yaşanan sıcak çatışmalar yerine sivil insanların hedef alındığı ve devlet-dışı aktörlerin de müdahil olduğu bir evreye girilmiştir.

Paris’te eşzamanlı olarak meydana gelen terör saldırılarının sonuçlarına odaklanmak yerine bu saldırılara sebep olan hususları analiz etmek gerekmektedir. Zira bugün Afganistan’dan Suriye’ye bölgede yaşanan çatışmalar, gitgide yükselen radikal grupların Orta Doğu bölgesine sıkışıp kalmadıklarını ortaya koymaktadır. Iraklı ve özellikle Suriyeli milyonlarca insanın mülteci konumuna geldiği bu coğrafyada toplumsal gruplar arasındaki sosyo-ekonomik farklılıklar radikal grupların küresel seviyede de etkilerinin olduğunu gözler öne sermiştir. Buna ek olarak, son yıllarda meydana gelen birçok terör eylemi ve iç çatışmalar ‘münferit’ olaylar olmadığından, yaşanan benzer olayları yerel ve bölgesel, hatta küresel dinamikleri ile iç içe örülmüş bir zeminde tartışma gerekliliği vardır. Keza, ABD Başkanı Barack Obama, Rusya’nın IŞİD’in kontrolünde olan Rakka, Halep, Hama gibi kentleri hedef alan saldırıları üzerine her ne kadar  ‘Suriye'yi ABD ve Rusya arasında bir vekalet savaşına dönüştürmeyeceği… Bu, büyük güçlerin bir satranç turnuvası değil’  demiş olsa da Suriye meselesi 2011’den bu yana küresel, bölgesel ve yerel aktörlerin müdahil oldukları vekaleten yürütülen bir savaş alanına dönüşmüştür.

Fransa’nın Suriye’de IŞİD’e yönelik hava saldırılarını Eylül’den itibaren artırmış olması Paris’in hedef olarak seçilmesinin bir rastlantı olmadığı konusunda ipuçları vermektedir. Dahası IŞİD, Avrupa’nın ve Batı’nın düşünsel tarihini ve medeniyetini temsil eden başkentlerden birini seçerek dünyada bugün hiçbir yerin tam olarak ‘güvenli’ ve ‘güvende’ olmadığı endişesini ‘korku’ yayarak gündeme taşımaya çalışmaktadır. 

‘Biz ve Onlar’

Aslında bugünü biraz daha iyi anlamak için yakın geçmişe dönerek Soğuk Savaş’ın ikinci perdesini aralayalım. 1979 yılında Sovyetlerin Afganistan’ı işgali etmesi üzerine Sovyetlerin ve komünizmin yayılmasını önlemek amacı ile Batı ittifakı bu coğrafyada Yeşil Kuşak politikası çerçevesinde siyasal İslam’ı desteklemiş ve zaman içerisinde hareket alanını ve kapasitesini artıran ve toplumlar arasındaki sosyo-ekonomik eşitsizliklerden de beslenen bu grupların bugün radikal Cihatçı olarak adlandırdığımız örgütlenmeleri karşımıza çıkarmıştır. Bu minvalde 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılması, beraberinde Soğuk Savaş ürünü olan NATO’nun (yani Batı İttifakı’nın) iki kutuplu dünya sonrasında meşruiyetini nasıl sağlayacağı sorusunu gündeme taşımıştır. ‘Sovyet tehdidinin’ ortadan kalkması ile ‘yeni bir öteki’ye ihtiyaç duyulmuş ve bu bağlamda siyasal İslam yeni tehdit kaynağı olarak algılanmaya başlanmıştır. Yani eski dost artık düşman olmuştur. Böylece Batı, İslam’ı güvenlikleştirerek (bir meselenin kamusal alana taşınarak siyasallaşması ve bir güvenlik sorunu haline getirilmesi) onu, Batı medeniyetinin ve Batılı demokratik, liberal toplumların karşı karşıya kaldıkları bir tehdit olarak sunmuştur. Diğer bir deyişle, Francis Fukuyama’nın ortaya koyduğu Tarihin Sonu: Son İnsan argümanı ile de benzeşen, siyasal İslam’ın Batı’nın ekonomik kalkınmışlığına, düşünsel ve politik üstünlüğüne bir tezat oluşturduğu savı dünya siyasetine hâkim olmaya başlamıştır. Bu kamplaşma ve korku kültürü beraberinde ‘biz ve onlar’ veya ‘biz ve öteki’ üzerinden küresel alanda hem söylem hem de eylemler ile yürütülen bir kutuplaşmayı getirmiştir.

Buna göre, 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere yapılan terör saldırılarının ardından, ABD’nin varlığına ve Amerikan halkına doğrudan bir tehdit olarak ifade edilen el-Kaide ve Taliban ile mücadele etmek için Afganistan’a bir NATO müdahalesi gerçekleştirilmiştir. İşte tam da bu noktada, 2001 terör eylemleri sonrasında ABD Başkanı George W. Bush’un ‘terörle mücadele kampanyası’ çerçevesinde ‘biz ve onlar retoriği’ bir kez daha tezahür etmiştir. Fuat Keyman;

“ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesiyle tepe noktasına çıkan Batı’nın sömürgecilik-emperyalizm ekseninde yaptığı büyük hatalar zinciri ve yarattığı insan trajedisi; Batı içi gelişen “İslamfobisi ve ırkçılık”; ve, başta Suriye ve Irak olmak üzere, Orta Doğu ve Afrika ülkelerinde yaygınlaşan “çökmüş devlet sorunu”, hep birlikte IŞİD’in İslam Devleti kurma iddiasını güçlendiriyor …” 

cümleleri ile gelinen noktada IŞİD ve benzeri örgütlenmelerin sadece yerel ve bölgesel denklem ile açıklanamayacağını, aynı zamanda bölgeye yönelik yıllardır süregelen mücadelelerin –askeri veya diğer yöntemler ile– sonuçları olduğunu ifade etmektedir.

Tam da bu noktada, bugün güvenlik, mülteci ve göç politikalarına yönelerek, Avrupa ve Batı’nın sınırlarını korumaya alması yeterli ve sağlıklı bir politika olmayacağı düşüncesi ön plana çıkmakla birlikte; terör örgütlerini, tüm ülkeleri kapsayacak çok taraflı bir platformda ortak fayda unsurunu göz önünde bulundurarak değerlendirme ihtiyacı vardır. Günümüzde artık birçok meselenin tek taraflı değil, tüm tarafları ihtiva edecek, günlük problem çözücü politikalar ile değil; kalıcı ve ortak faydaya yönelik olarak ele alınması gerekmektedir. Zira Afganistan’dan Suriye’ye yaşanan iç çatışmalar ve bölgesel gelişmeler artık bugün söz konusu bölgeler ile sınırlı kalmamış, küresel bir boyutta çözüm bulunması gereken ulus-üstü sorunlar haline gelmiştir. Bu noktada, İslamofobi ve İslami inanışa sahip bireylere yönelik tehdit algılarının yükselmesi ayrı bir sorunsal olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte, altı çizilmesi gereken bir başka husus ise, mültecilerin –özellikle Suriyeli mültecilerin– Paris saldırılarından sonra hedef haline gelme olasılığıdır.

Diğer bir deyişle, gelinen noktada yapılması gerekenlerin başında uluslararası platformda IŞİD gibi örgütlenmeleri zayıflatmanın en önemli yolu bu grupları ortaya çıkaran sebepler ve zeminle mücadele etmektir. Şu şekilde söyleyecek olursak, biz ve onları yaratan sosyo-ekonomik eşitsizliği yani ekonomik ve toplumsal güvenlik sorunlarının zayıflatılması, salt askeri güvenlik hamleleri ile varılamayacak bir hedeftir. Bu noktada bireyleri ve toplumları –hem Batı hem de Doğu toplumlarını– ötekileştirmeyecek söylem ve pratiklerin günlük hayatlarımıza yansıması önem taşımaktadır. IŞİD, bugün, hem Batılı hem de Doğulu değerlere karşı bir örgüt olarak karşımıza çıkmaktadır. IŞİD ile mücadele etmek Batı’yı Doğu’ya Doğu’yu da Batı’ya yaklaştıracaktır.

Bu haber toplam 1517 defa okunmuştur
Gaile 345. Sayısı

Gaile 345. Sayısı