1. YAZARLAR

  2. Çağıl Günalp

  3. Parlak ızdıraplar…
Çağıl Günalp

Çağıl Günalp

Parlak ızdıraplar…

A+A-

Ünlü yazar Oscar Wilde, bencilliği, bir insanın istediği gibi yaşaması olarak değil de başkalarının yaşamını kendimizin yaşamına benzetmeye çalışmamız olarak tanımlar. Diğer yandan, Rusya doğumlu filozof Ayn Rand bencilliği bir insanın kendi zevkleri ve çıkarları için diğer insanları etkilemesi olarak yorumlar fakat bu tip davranış biçimlerinde ahlaki bir sakınca görmez… Zizek’e göre ise insan özünde egoist, kendini beğenmiş bir varlıktır… İnsanın kendisini iyi hissettiren şeyleri unutmaya meyilli olduğunu belirten Zizek bu duruma gerekçe olarak ise insanın sürekli ve obsesif bir şekilde kendisini başkaları ile kıyaslamasını gösterir… Aydınlanma döneminin önemli düşünürlerinden Jean Jacques Rousseau’ya savı ile ilgili atıflarda bulunan Zizek, Rousseau’nun bir başkasına zarar verilmediği müddetçe bir miktar bencilliğin insana fayda sağlayabileceği ile ilgili fikirlerinden bahseder… Zizek, bu noktada bencillik ile insafsızlığın ayrımını açıklar… El Pais’te yayımlanan bir makalede ise, bencillik, insanın kendisini negatif koşullara hazırlamasına ve olumsuzluklardan korunmasına kimi durumlarda yardımcı olabilecek bir araç olarak tanımlanır…

Bugün Kıbrıs’ın kuzeyindeki çoğu insan profiline baktığımızda bireycilikten öte, bencillikten farklı bir fotoğrafı karşımıza çıkıyor. Sınıfsal yerini belirleyememiş, bilgisi kendine yetmeyen, insan hakkı-emek-demokrasi şiarını ağzından düşürmeyen fakat kendi kurumlarında emek sömürüsünün feriştahını yapan, kamusal alanda bastırılmış benliklerini gizlemeye çalıştıkça daha da trajikomik duruma düşen insan sayısı gün be gün artmakta, Kıbrıs’ın kuzeyi dünyanın akıl hastanesi gibi bir görüntüye benzemektedir… Bu tarz insan profillerini gördükçe,  Amerikalı ünlü Marksist-sosyalist sosyolog, psikanalist-filozof Erich Fromm’un Kendini Savunan İnsan kitabı akla gelmektedir…

Betimlemelerinde sürekli bir yardımcı arayışı içerisindeki insandan bahseden Fromm, bu tarz insanın geçimlerini sağlayan kişiye karşı duyulan gönül borcunu ve onu yitirme korkusunu özel bir üslup ile irdeler… Bu tarzdan insanların kendilerini güvencede hissetmek için pek çok yardımcıya gereksinim duyduklarından sayısız insana bağlanmak zorunda olduğunun altını çizen Fromm, bahse konu insanın hayır diyemediği için eleştirel yetilerinin felç olduğunu,  başkalarına bağımlılıklarının giderek arttığını, yalnız kaldıklarında kendilerini yitmiş hissettiklerine dikkat çeker. Sürekli olarak birine/bir şeye obsesif bir şekilde bağlı olan bu türde insan modelinin karar verme ve sorumluluk yüklenme gibi konulardaki acizliğini anımsatan Fromm, betimlediği  “alıcı” ve “sömürücü”  tiplerin kendilerini besleyen kaynağın tehlikeye düştüğünde kendilerini içinde bulduğu bunalım ve kaygıyı kitabında kılı kırk yarar bir biçimde ortaya koyar.

Fromm’a göre sömürüyü merkeze koyan bu tarz insan modeli, tüm iyiliklerin kaynağının dışarda olduğuna ve insanın ne elde etmek isterse onu dışarda araması gerektiğine inanır; her şeyin kendisine bahşedildiğini düşünür. Fromm, bu tarz sömürücü figürlerin aşk ve duygu alanında da el koyma ve çalmaya eğilim gösterdiğini, başkasından koparabileceklerinin bu tarz kişiler için çekim gücü olduğunun altını çizer. Yazar, Kendini Savunan İnsan’da diğer inanları bir sömürü objesi olarak gören insanın yalnız başkalarından alabilecekleri şeylerle doyum bulduklarından, başkalarının sahip oldukları şeylere aşırı değer verip kendi sahip oldukları şeyleri küçümsediğini belirtir.

Evet, Erich Fromm’un kitabında betimlediği insan figürleri her an her yerde karşımıza değişik kılıklarda çıkabilmektedir. Bazen gazeteci, bazen politikacı, bazen şair, bazense akademisyen… Bugün, Kıbrıs’ın kuzeyindeki bireysel ve toplumsal bencilliği, aç gözlülüğü, riyakârlığı ve samimiyetsizliği düşündüğümüzde, bugünkü liberal eğitim anlayışının bunda büyük etkisi olduğunu görürüz. Geçtiğimiz yıllarda yazdığım bir makalede de ifade etmiştim… Kuzey Kıbrıs’ta liberal eğitim anlayışı ile eğitimin özneleri nesneleştiriliyor. Gün be gün, düşünmeye ve şüphe etmeye cesaret edemeyen bir kuşak yetiştiriliyor. Esas gailesi, ahlaki anlamda yetkin bireyler yerine mesleki anlamda yetkin bireyler yetiştirmek olan liberal pedagoji ile en önemli insan haklarından biri olan eğitim; pahalı bir meta haline getiriliyor... Buna ek olarak, eğitimi iyi para kazanma aracı olarak gören; bilgiyi öğrenmek için değil, hayatın pratiğinde daha ‘iyi’ yerlere ulaşmak için önemseyen mevcut eğitim felsefesi ile eğitimin özneleri sosyal adalet, bireysel ve toplumsal sorumluluk, ortak iyi/çıkar gibi konulara kayıtsız bırakılıyor... Bugünün kapitalist düzeninde, rekabeti doğal erek haline getiren liberal pedagoji, bireyin ‘başarı’ya ulaşması için her türlü ahlaki değeri ve onuru ayaklar altına almasını en basit tabir ile tetikliyor. Evet, rekabet önemlidir ama birey, herkesten ve her şeyden önce kendi ile rekabet etmelidir. Bireyi bir yarış atına getiren ve kendi emelleri uğruna zincirleyen liberal pedagojinin dayattığı bu rekabetçi anlayış; kapitalizme hizmet etmekten başka bir işe yaramaz…

İnsan ilişkilerinde, kendimiz-çevre-doğa ile olan ilişkimizde tüketimi tüm değerlerin merkezine koyan, dayanışma yerine bireyciliği dayatan, insanı düşünsel ve entelektüel hazlar yerine maddi hazlara muhtaç olduğunu düşündür(t)en bugünün dünya düzeninde bencillik/bireyselcilik sığınılacak bir liman gibi görünmekte, insanı, modern hayatı karakterize eden yapay ihtiyaçlar gün be gün daha da esir almaktadır… Oysa; sözüm ona çok mühim bir şey olarak adlandırılan uygarlık olmadan ihtiyacı olan ile yetinen, nesnenin nasıl göründüğü, ne kadar olduğu ve ne olduğu değil; işlevi ile ilgilenen doğa durumundaki insanın dünyevi olgular ile olan ilişkisini bugün mum ışığında arıyoruz… 2 yıl önce Gaile dergisinde bir yazımda da altını çizmiştim… Bugünün uygar insanı ise gerek insan ilişkilerinde, gerek kendi ile gerekse nesne ile olan ilişkisinde öz’ü değil, biçimi önemser. Tüm bunların sonucunda tüketilen sadece maddiyatla sınırlı kalmaz. Tüketilen aynı zamanda gerek bir başkası ile olan, gerekse kendimiz ile olan ilişkimiz olur. Doğa durumundaki insanın tüketmediğine; özsaygı, eşitlik inancı, adalet hissine asla ulaşılamaz…

Nepotizm hayatın her alanına sirayet etmişse, ahlaki yozlaşma ile tüm etik değerler gün geçtikçe daha da felç edilmiş ise, nesnel zekâdan yoksun bir topluluk olma yolunda emin adımlar ile ilerliyorsak, kamusal alanlar kaderine terk edilmiş, kamu kurumları acınacak halde ise yapılması gereken; toprakta, insan ilişkilerinde nitelikli bir üretim kaygısı geliştirmektir. Başkalarının sahip olduklarını kendi yoksunluğumuz, kendimizin sahip olduğu maddiyatı özsel zenginliğimiz olarak tanımlamayı bıraktığımız gün Kıbrıs(lı), gezegenin unuttuğu bir yanılgı olmaktan belki kurtulacak… Bireysel bencilliğimize, kıskançlığımıza, vurdumduymazlığımıza, ikiyüzlülüğümüze son vermeyi başarabildiğimiz gün, ülkede her gün farklı bir biçimi ile karşımıza çıkan ve bizim ota, böceğe, havaya suç bulduğumuz sorunları da yavaş yavaş çözmeyi başarabildiğimizi idrak edebileceğiz. Her gün yeni bir araba, yeni bir telefon, daha parlak, daha büyük, daha fazla olanı tüketmenin peşinde koşmak yerine öz-sel bir yürüyüş gerçekleştirilmelidir… Başkalarının gözünden kendimizi görmek, yaşadığımız her travmada sorumluluk al(ma)mak, başkalarının mutluluğundan mutsuz, mutsuzluğundan mutlu olmak yerine aynaya bakabilmeye cesaret edebilmeliyiz. Belki böylece ayna bireysel bir muhakeme aygıtına dönüşür ve o muhakemenin sonucunda yaşadığımız PARLAK IZDIRAP sona erer…

 

Bu yazı toplam 6524 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar