1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Perdeye iliştirilmiş tek bir yılbaşı süsü vardı ama mutluyduk...
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Perdeye iliştirilmiş tek bir yılbaşı süsü vardı ama mutluyduk...

A+A-

Ben çocukken annemle evde yapayalnızdık, Yeniyıl için tek bir yılbaşı süsünün olduğunu hatırlıyorum...

Bu süs, avucumdan daha büyük değildi... Annem bu süsü nereden almıştı bilmiyorum. Çok büyük olasılık 1950’li yıllarda Londra’ya göçetmiş olan kardeşlerinden biri vermişti ona bu yılbaşı süsünü ya da belki de babam ona bunu hediye etmişti... Aslında tam bir yılbaşı süsü bile değildi bu, küçük birşeydi ama çocuktum ve bu tek yılbaşı süsü beni büyülerdi... Yeniyıla dair evimizde başka hiçbir şey yoktu çünkü... Yılbaşı ağacı yoktu, başka yılbaşı dekorları yoktu, balonlar, varolmayan bir ağacın altına konacak parlak kağıtlara sarılı hediyeler yoktu... O nedenle bu yılbaşı süsü çok özeldi çünkü Yeniyıl yaklaştığında ortaya çıkan tek süstü o ve annem sahip olduğu bu tek yılbaşı süsünü alıp, büyük – üç kişilik – koltuğun arkasında asılı duran perdeye iliştirirdi... Bu yılbaşı süsü, gümüş renkli, avucum büyüklüğünde kağıttan yapılma bir yaprağın üstünde bir ya da iki tane parlak renkli çancık, iki minik çam kozalağı ve kırmızı birkaç cam topçuktan oluşmaktaydı. Çok mütevazi birşeydi... Minik çam kozalaklarının üstünde sanki kar varmış gibi bir izlenim veren beyaz boyalar serpiştirilmişti... Kırımızı cam topçuklar ise yılbaşı sevincini simgelerdi benim için...

 

YILBAŞI KARTLARI...

Eskiden sırmalar, duvarın üstünde olurdu, şimdiki gibi duvarın içine gömülü değildi... Bu elektrik sırmalarının aralarına annem gelen yılbaşı kartlarını, bayram kartlarını iliştirirdi... 1950’li, 1960’lı yılların yeniyıl kartlarıydı bunlar – kimilerinde çancıklar, kimilerinde güller, çiçekler, kimilerinde Noel Baba resimleri olurdu... Kıbrıslılar’ın kaderiydi göç: Bu yüzden yılbaşlarında mutlaka bu rengarenk kartlar yurtdışından evimize postalanırdı... Kıbrıs’tan göç etmiş olan Hasan Dayı ve İsmet Yenge, Kazım Dayı ve İsmet Yenge (iki tane yengemizin her ikisinin de ismi İsmet idi), Cahit Dayı ve Hediye Yenge, Fattuş Teyze ve Oğuz Abi, Ahmet Amca, Tülay Abla, Gülter Abla ve Enis Enişte yılbaşı kartı yollarlardı... Rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ da bu kartları alıp, bir elektrik sırmasının altına tutturur ve onlarca kart böylece evimize renk katardı... Bu oda boyanacağında kartlar çıkarılır, boyandıktan sonra yeniden sırmanın altına tekrar tutturulurdu... Annem de yurtdışında yaşayan akrabalarımız için yılbaşı kartı satın alıp içine güzel dileklerini yazar ve postaya gidip onları sevgiyle postalardı...

 

PATANİYAYLA ÖRTÜNÜP ISINMAK...

Tek yılbaşı süsünün arkasındaki perdeye iliştirilmiş olduğu büyük koltuk, oturma odamızda en önemli eşyaydı çünkü ayaklarımız birbirimize gelecek şekilde bu koltuğa oturur, kalın bir pataniyayla örtünürdük, soğuğu hissetmemek için...

Elektrik çok pahalıydı ve iki çubuklu küçük elektrik sobasını sürekli kullanamazdık. Birazcık açardık bu sobayı ve azıcık ısınınca hemen koltuğa oturup pataniyayla örtünürdük, geceyi televizyon izleyerek, okuyarak ya da konuşarak geçirirdik rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’la birlikte...

O kalın pataniyayla örtülü vaziyette, Peyton Place ya da Avengers gibi dizileri seyrederdik. “Avengers” ya da bir başka deyişle “Demir Şapkalı Adam” Patrick Macnee ve ona eşlik eden güzel dedektif Emma Peel rolündeki Diana Rigg’i hayranlıkla izlerdim... O günlerde tek kanal RİK yani Kıbrıs Radyo Yayın Korporasyonu televizyonu idi ve pataniyayla örtülü vaziyette bu dizileri izlerken annem bana bunları İngilizce’den Türkçe’ye çevirirdi... Simultane çeviri yapardı... Tek bir televizyon kanalı olmasına rağmen biz bundan çok mutluyduk çünkü önümüzde ufuklar açılıyordu...

Televizyonumuz siyah-beyaz bir Telefunken TV idi ve küçük bir çocukken bu ekrandan ben Miki Maus, Betty Boop, Kaptan Pugwash ve Noddy gibi çizgi filmleri seyrederdim. Noddy’nin parlak kırmızı-sarı renklerde bir arabası vardı, başındaki mavi şapkasının ucunda bir zil ve bir de köpeciği vardı...  Kaptan Pugwash’un ise bir gemisi vardı, fırtınalı denizlerde yol alırdı... Anlamadığım şeyleri annem mutlaka bana tercüme ederdi. Her zaman benimle oturup izah ederdi anlamadığım şeyleri, bana İngilizce öğretirdi, bana doğayı öğretirdi, sevmeyi öğretirdi, empati kurmayı, hayvanları, doğayı ve bizim kadar şanslı olmayabilecek olan insanları koruyup onlara yardımcı olmayı öğretirdi...

 

ELİNDEKİLERLE MUTLU OLABİLMEK...

Evet, çok ama çok fakirdik, yapayalnızdık, tümüyle izole edilmiş, dışlanmıştık ancak anneciğim bana her zaman elimizdekilerle mutlu olabilmeyi öğretecekti: En azından bir evimiz vardı, herkesin başını sokacak bir evi yoktu... En azından birbirimize sarılabiliyorduk, her çocuğun annesi olmayabilirdi... En azından sağlıklıydık, herkes sağlıklı olmayabilirdi... En azından masamıza koyacak yiyeceğimiz vardı, tavuk suyuna pirinç çorbaları, mercimek çorbaları, yumurta ve arada bir anneciğimin pişirdiği rosto... Rosto pişirdiğinde defne yapraklarının ve baharın (tarçının) kokusu evi kaplardı...

En azından bir bahçemiz ve ağaçlarımız vardı ve bu ağaçlar bize ekşi, mandarin, üzüm, ceviz ve incir veriyordu... Annem bana herkesin bahçesi olmadığını anlatıyordu ve apartman dairelerinde yaşayanlara işaret ediyordu – kendisi tek bir gün apartmanda yaşayacak olsa, doğrudan tımarhaneye gideceğini, bahçe olmadan yaşamanın tımarhanede yaşamak gibi olacağını anlatıyordu... Bahçemizde yaseminler vardı, incir vardı, ekşi ağacı vardı, mandarin ağaçları, hurma ağacı, güller ve asma vardı... Bu asma “verigo” türü bir üzüm verirdi ve annem bunları toplayıp gazetelere ve bez torbalara sarıp buzluğun en altına yerleştirir, Yeni Yıl yaklaştığında eski İngiliz kiracılarımıza bunları gönderirdi, böylece Noel ve Yılbaşı’nda bu verigo üzümler İngiltere’de onların sofrasında olurdu... Bu kargoları göndermek, yanlış hatırlamıyorsam Can Kardeşler sayesinde mümkündü... Herkes, İngiltere’deki ailesine ve akrabalarına yiyecek birşeyler gönderebiliyordu böylelikle...

Asmaların yemyeşil yapraklarını toplayıp et dolması yapardı ve evimiz cennet gibi tüterdi, suyuna ekmeğimizi batırıp taze yoğurtla yerdik...

 

HER İKİNDİN GELEN MİSAFİRLER...

Yaz aylarında ikindi vakti annem lastiği çeşmeye takıp bahçeyi sulardı, bazan ona yardım ederdim... Saksılarda çiçekleri ve kaktüs bitkileri vardı, bunlara bebekleriymiş gibi bakardı... Her ikindin bahçe süpürülür, sandaliyeler hazırlanırdı... Çünkü misafirler gelecekti... Ablam İlkay Adalı her ikindin onunla kahve içmeye gelirdi küçük arabasıyla... Ablam ister yaz, ister kış, ister bahar, ister sobahar olsun, hiç aksatmadan hergün gelirdi. Onun gelemediği günlerde de annem eski Volkswagen’iyle ona giderdi... Ablam annemin ilk evladıydı, birbirlerini çok severlerdi bu yüzden. Yaşları nedeniyle benimle annemin paylaştığından daha fazla şey paylaşıyorlar gibi gelirdi bana... Ben dünyaya geldiğimde annem 41 yaşındaydı yani aramızda 40 küsur yaş farkı vardı, ablam benden 14 yaş, abim ise 11 yaş daha büyüktü... Böylece annemle ablam konuşacak çok şey bulurlardı, her ikisinin de çok iyi tanıdığı ama benim çok yakından tanıma fırsatı bulmadığım insanlardan söz ederlerdi... Ablamdan maada bazan komşulardan biri de gelirdi ikindi vakti ama bu pek sık olmazdı... Ablamdan maada ikindin sık sık bize gelen Kazım Dayım ve İsmet Yengem idi... İster yaz, ister kış olsun, her geldiklerinde çay içip peksemetleri sütlü çaylarına batırıp yerlerdi... Yanında da hellim ya da peynir ve zeytin olurdu bazan... Annem küçük kardeşi Kazım Dayı’yı çok severdi, öğretmen olduğunda çalışacağı bazı köy ya da kentlere onu da yanında götürürdü... 1930’lu yıllarda öğretmenlik etmişti annem farklı köylerde ve kentlerde, belki bazan ona birilerinin eşlik etmesi gerekmişti ve o da küçük kardeşi Kazım’ı alıp yanında götürürdü bazan...

 

ON PARMAĞINDA ON MARİFET...

Kazım Dayı, on parmağında on marifet olan inanılmaz bir insandı, artık bu tür insanlar yetişmiyor Kıbrıs’ta... Kazım Soyer, annemin küçük kardeşlerinden biriydi, kısa boyluydu, her zaman gülümserdi, çok ama çok yetenekliydi. Kunduracılık biliyordu, marangozluk biliyordu, ağaçları budamayı biliyordu, ağaçları aşılamayı biliyordu, kamyon ve TIR şöförlüğü de yapmıştı ve akıtan damları da onarabiliyordu... Yapıcılığı ve boyacılığı da vardı... Dikiş dikmeyi de biliyordu, taze meyvaları nasıl kurutacağını, nasıl macun yapacağını ve yemek pişirmeyi de çok iyi biliyordu...

Annemin genç kızlığında köylere ve kentlere taşıdığı elbise dolaplarını Kazım Dayı yapmıştı – bu dolaplardan birini hala kullanıyorum, içinde Kazım Dayı’nın el yazısıyla hesap kitabı var, dolap için kereste ölçülerini kurşun kalemle yazmış dolabın içine...

Ancak ilginç olan ailede on parmağında on marifet olan bir tek Kazım Dayı değildi: Diğer dayılarım da öyleydi ve annem de benim öğrenme fırsatı hiç bulmadığım çok şey yapabiliyordu... Dikiş dikebiliyordu, nakış işliyordu, danteller örüyordu... Eski yün kazakları sökerek yünleri çile haline getirip yıkıyor, kurutuyor, sonra bunları yumak haline getirip bana harika kazaklar örüyordu...  Yemek pişiriyor, evi boyayabiliyor, evde tamir gerektiren şeyleri tamir edebiliyordu çünkü babam genç yaşta vefat etmişti ve annem yalnız kalınca, tüm bu tamirat-tadilat, cam değiştirme, bozulan kilitleri değiştirme gibi işleri tek başına uğraşa uğraşa öğrenmişti. Evde yalnız ikimiz vardık, başka kimse yoktu ona yardım edecek...

 

HURMA MACUNLARI...

Kazım Dayı ile İsmet Yenge’nin bir İngiliz havaları vardı çünkü hayatlarının çoğunu Londra’da yaşayarak geçirmek zorunda kalmışlardı – ancak Kazım Dayı emekli olduktan sonra Kıbrıs’a dönmüş ve Kumsal’da bir ev satın alıp Lefkoşa’ya yerleşmişlerdi. Çaylarına süt koyup Morning Coffee tarzı bisküvi ya da peksemet batırmayı severlerdi, yanında da dediğim gibi bazan annemin dilim dilim kesmiş olduğu hellim ve peynir olurdu. Ancak annem bununla kalmazdı... Mutlaka kahve de yapar ve kendi yaptığı macunlardan ikram ederdi onlara... Turunç macunu yapardı, üzüm macunu veya ceviz macunu yapardı... Ancak en özel macunu hurma macunuydu rahmetlik anneciğimin... Ve hurma macunu yaptığında mutlaka buzluğun arkaşarına bir kavanoz hurma macunu saklardı. Gülter abla içindi bu – teyzemin kızı Gülter (Zaim) Oskay... Annem Gülter ablayı çok severdi, Gülter abla, Enis enişteyle evlenmiş ve sonra Londra’da yaşamaya başlamışlardı. Sonraları Ankara’da yaşıyorlardı... Gülter abla da, Enis enişte de, hurma macununu çok severdi, bu yüzden annem onlar yaz aylarında ziyarete gelecekleri için mutlaka bir kavanoz da onlara ayırırdı... “Be halayık!” diye severdi Gülter ablayı, onunla çok yakındı anneciğim...

Hurma macunları için hurmaları Bıyıklı’nın Bahçesi’ndeki hurma ağaçlarından kırmızı renkli çok iri hurmalar toplandığı zaman, Gülten Hanım’dan alırdı. Gülten Hanım’dan yumurta da alırdı. Ancak annemin ne kadar titiz olduğunu bildiğinden Gülten Hanım, hurmaları keseceklerinde anneme haber verir, annem de hemen eski Volkswageni’yle mahallemizde bulunan Gülten Hanım’ın evine gider, kendi eliyle macunluk hurmaları seçerdi. Bunları kaynatır, sonra çekirdeklerini çıkarır, badem ağartıp çekirdeklerin yerine koyardı... Sonra da şurubunu hazırlar ve şurupta da kaynatırdı... Şuruba bol bol karanfil atardı, evin içi mis gibi karanfil tüterdi...

Bunlar benim çocukluğumun mutlu hatıraları – evimizde tek bir yılbaşı süsü olmasına karşın mutluyduk...

sayfa-17-soldan-saga-ismet-yenge-kazim-dayi-ablam-ilkay-adali-ve-annem-turkan-uludag-bir-yilbasi-doneminde-ablamin-evinde.jpg
Soldan sağa İsmet Yenge, Kazım Dayı, ablam İlkay Adalı ve annem Türkan Uludağ, bir yılbaşı döneminde ablamın evinde...

 

 

Bu yazı toplam 1254 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar