PERŞEMBE’NİN GELİŞİ…
Günün ilk ışıkları, Karpaz’da yükselen binalara tırmanmaya yeni başlamıştı…
“Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir” derler ya inanmayın!...
Bu Perşembe, diğerlerinden çok farklı geldi…
Gözüm, günlerdir yaprakları kızaran NAR’ın üstünde… “Nar çiçek açtığı gün sokan kıyıya yanaşır” der balıkçılar…
Ben de NAR’ı yakın takibe aldım… Kökünü temizleyip; bir güzel çapaladım… Gönyeli barajının balçığından ve Dikmen tepelerine boşaltılan lağım sularından beslenen (doğal gübreli) şebeke suyu ile üç günde bir suluyorum…
“İçme suyu” ile bahçe sulamanın yasak olduğunu ben de biliyorum da, bizimkisi “kullanma suyu” bile değil… O nedenle içim rahat!...
Neyse biz konuya dönelim…
O sabah, şafak sökmeden (Perşembe gün yani) evin önünde giderek artan bir kalabalık…
Gürültü giderek artıyor… Sesler yanaştıkça netleşiyor:
“En büyük başkan bizim başkan… En büyük…”
Bizim mahalleye yakın oturan üç isim geliyor hemen aklıma… “İçlerinden hangisi adaylığını koymuş olabilir diye”, düşünüyorum… SA, olsa olsa belediye başkanlığına aday olur; onu geç!… KE, parti başkanlığında denedi şansını; orada bile aradığını bulamadı… Geriye RP kalıyor… Muhtemelen odur, Haziran’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimine adaylığını açıklayan!...
Ama, kalabalık onun sokağa yönelmiyor bile…
“En büyük başkan bizim başkan… En büyük…”
Eşim, “bunlar bizim eve doğru geliyor… sakın geçen hafta yazdığını ciddiye almış olmasınlar…” diyor… Dediğinde de haklı çıkıyor…
Geçen hafta, şaka olsun diye, “1 Nisan’da ben de aday olduğumu açıklaycam” diye yazmıştım ya; demek ki bazıları ciddiye almış…
Sırtıma bir şeyler atıp hemen balkona çıktım… Giderek artan kalabalık, beni görünce coşkuya kapılıp; sesini yükselti…
“En büyük başkan bizim başkan… En büyük başkan…”
Sağ olsunlar(!) bir de seçim bayrağı yapmışlar(aşağıda görebilirsiniz)… Benim balıkçılık merakıma mı gönderme yaptılar; toplumun hafıza düzeyine mi karar veremedim (artık siz karar verirsiniz! Geçen hafta bizim şeytan, “Ya şeytanınız çok sizin; ya da aptalınız... “diye sormuştu ya; onun da yanıtı verilmiş olur böylece) ama; güzel olmuş…
Tam ben de havaya giriyordum ki, sökmeye çalışan şafağın üstüne, bir kara bulut hışımla gelip oturdu; kalabalık bir anda çil yavrusu gibi dağıldı… Elektrik tellerine sıralanmış erkenci kırlangıçlar, soluğu bahçenin arkasında buldu…
O ürkütücü kara bulut yanaştıkça “GAAK GAAK” sesleri sardı ortalığı… Meğer, gelen bulut değil Karga sürüsüymüş… Büyük bir patırtıyla gelip; bahçenin üstüne çöktüler…
İçlerinden en besili olan üstüme doğru süzülüp balkon korkuluğuna oturdu…
“Sen kim, Cumhurbaşkanlığı kim?” diye gaklayıp; Garga Kabilesinin nasıl bir cumhurbaşkanı istediğini şöyle gakladı…
“Nasıl bir Cumhurbaşkanı sorusuna gelince; benim vereceğim en güzel cevap şöyle olur...
Kıbrıslı Türkleri temsil eden ve Kıbrıslılığı savunan bir Cumhurbaşkanı! Tıpkı Kıbrıslı Rumları savunan Hristofyas gibi!
Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın ülkelerine geri dönmeleri için teşvik eden ve çaba sarf eden bir Cumhurbaşkanı!
Göçü durduracak, özellikle üniversite ve askerliği bitiren geçlerimizin bu ülkede kalması için iş imkanları yaratacak bir Cumhurbaşkanı!
Lefkoşa’nın bir mahallesinden öteki mahallesine giderken uygulanan vize uygulamasını kaldıracak bir Cumhurbaşkanı!
Yabancı nüfusun bu ülkeden gitmesini sağlayacak olan bir Cumhurbaşkanı!
Askerlik Yasası’nı ele alacak ve yurt dışındaki insanımızın kolayca ülkelerine gelmesini sağlayacak bir Cumhurbaşkanı!
Halkına Kıbrıs sorununun çözümü konusunda yetkisiz olduğunu anlatabilecek bir Cumhurbaşkanı!
Bütün bu sorunları Kıbrıs sorunu çözülmeden de yapılabileceğini savunan bir Cumhurbaşkanı!
Bütün bunları yapabilecek bir Cumhurbaşkanı var ise oyumu ona vereceğim! Sandığa gitmediğim için vicdanen rahatım, çünkü bu istediklerimi yapacak bir Cumhurbaşkanı adayı göremiyorum!
Gördüğünüz gibi pek fazla bir şey istemiyorum. Bir Kıbrıslı Türk olarak Kıbrıslılığın korunmasını, ülkenin ve insanımızın çıkarlarını savunan bir yapıyı savunacak birisini istiyorum. Ama o da ne yazık ki yok…!!! Sizce var mı...?
Bu sözleri aynı gün Havadis gazetesinde okuyunca ne kadar şaşırdığımı anlatamam… (Demek ki Gargalar ilk bana uğramamış!...)
“Buram buram ırkçılık ve nihilizm kokan bu sözlere gargalar bile güler…” dedim, Baş Garga’ya…
O da güldü… “Eee bize, Nar çiçeği değil, eşeleyecek LEŞ lazım…” diyerek havalanıverdi…
Giderken balkona, okkalı bir pislik de bıraktı…
İşin yoksa temizle….
Aşağı bakıp; kalabalıktan geriye (temizliğe yardım edecek) birileri kaldı mı diye bakıyorum… Küçük bir çocuktan başka kimse kalmamış…
Pis pis sırıtıp, (seçim bayracığını) sallayarak, bağırıyor:
“Garga garga gak dedi
Çık bu dala bak dedi
Çıktım baktım balkona
Bu başgan ne budala…”
“Sabah sabah benimle dalga geçmeye mi geldiniz siz?”diye kızıyorum çocuğa…
“Yok amca, Perşembe’nin gelişini, görmek için toplandıydık biz…”
“İyi de o kalabalık nere gitti birden?”
“Gargaların peşine takıldılar… Bilin ya, Glavuzu garga olanın balkonu mokdan çıkmaz… Hahhaaa”
Asablarım iyice bozuldu; iki aydır kızışan kedilerin bağrışlarına son vermek için balkona yığdığım cephaneliğime baktım; bir çakıl taşı bile kalmamış…
“Olan velet, şimdi aşağı enersem, gösterecem sana Perşmebe’nin bilmem nesini!…” diye bağırıyorum; çocuk kara kanatlarını açıp; üstüme doğru kamikaze dalışına geçiyor…
“Gaaaaaaaaak!..”
Not: Yedi yıl önceki bu yazım, (durup dururken) nereden aklıma düştü anlamış değilim. Belki siz anlarsınız diye paylaşayım dedim!...