Persepolis ve Parçalı Bazı Düşünceler
Persepolis ve Parçalı Bazı Düşünceler
Hakan Karahasan
[email protected]
Kendim söylemediğime eminim ama nerede okuduğumdan da hiç haberdar değilim. Her hikâye eksik kalmış bir öyküdür, tıpkı her fotoğrafın tüm görüntüyü içermemesi gibi. Persepolis’i görünce aklıma ilk gelen şey bu cümle oldu. Niye mi? Şu sebepten ötürü: film İran’daki devrimi bir kızın bakış açısından mükemmel derecede güzel anlatıyor da ondan. Ama ne kadar muhteşem anlatırsa anlatsın, elbet her öyküde eksik bir nokta vardır. Neticede, adına hikâye dediğimiz şey bir anlatıdan ibaret ve ister istemez, anlatı işin içerisine girdiği anda, dilin bize sunduğu imkânlar dahilinde aktarmıyor muyuz öykümüzü? Ve işte, tam da bu yüzden dolayı, eksik kalıyor her anlatı. Belli sınırlar çizmezseniz, anlatı anlatı olmaktan çıkar, sadece yaşanan ama aktarıl(a)mayan birşey olur, ki bu da bizi Wittgenstein’in etik hakkındaki düşüncesine götürüyor sanki: ‘etik anlatılamaz, yaşanır’. Neden? Dil, adına etik dediğimiz o kavramı açıklayabilecek kadar engin değil de ondan.
‘Ne saçma’ deyip okumayı bırakabilirsiniz tabii. Persepolis’in üzerimde bıraktığı ilk etki bu oldu diyebilirim.
Animasyon türünün yapısal anlamda vermiş olduğu tüm avantajların mükemmel bir biçimde kullanıldığı bir film Persepolis. Marjane’in daha çocukken mahalledeki arkadaşlarını babası Şah rejimi için çalışan bir arkadaşına karşı ‘ayaklandırması’, büyüdükçe öğretmenlerini sıkıntıya düşürecek sorgulamaları, türbanın gelişi, devrim sonrası İran’ın durumu, İran-Irak Savaşı, savaş süresince ve sonrasında ülkenin içinde bulunduğu durum, İran Şah’ının neden Türkiye gibi demokrasiye geçmeyip, Batı dünyası (İngiltere) tarafından kandırıldığı, Marjane’in Avusturya’da yaşadıkları ve uzayabilecek tüm örnekler, animasyonun sunduğu neredeyse sınırsız olanaklar sayesinde bir filmin yaratabileceği etkinin kat be kat üzerine çıkmış kanımca. İlk başta biraz renkli olan, ancak özellikle devrim sonrasında tamamen siyah-beyaz bir hale gelen İran; karşı taraftaysa renklerin olduğu Avrupa. Büyükannesinin ‘nereden geldiğini asla unutma, köklerini inkâr etme’ sözleri... Avrupa’nın bireysel anlamda özgürlüğünün her zaman gösterildiği gibi çok da muhteşem birşey olmadığını, sosyal yönlerinin zayıf kaldığı kısmı da gösterilmeye çalışılmış. Persepolis ile eleştirilebilinecek noktalardan birisi, belki de, Satrapi’nin İran’daki devrimi tamamen ‘içeriden’ olan bir olaymış gibi gösterip de, devrimin devrim olabilmesinde önemli rolleri bulunan Batı dünyasının rölünü pek de anlatmaması olarak belirtilebilir. Daha önce de belirttiğim gibi, kanımca, birşeyi unutulmamalıyız: Her hikâye eksik kalmış bir öyküdür, tıpkı her fotoğrafın tüm görüntüyü içermemesi gibi. Satrapi’nin Persepolis’ini böyle seyredip yorumladığımız takdirde, filmin vuku bulan bir olaydaki anlatılardan sadece br tanesini içerdiğini, Alain Badiou’nun deyişiyle hakikat değil hakikatlerin sadece bir tanesi olduğunu görebilmiş oluruz. Neticede, Satrapi’nin bizlere anlattığı öykü kendisinin ‘yaşam-dünyasında’ gördüğü, algıladığı biçimde gerçekleşen devrim ve bu devrimin kendi hayatı ve ailesini ne gibi bir biçimde etkilediğidir. O yüzden, Satrapi’nin eserini herkesin kendi yaşam-dünyası ekseninde inceleyip, ona göre yorumlayacağı gözden kaçırılmamalıdır demek sanırım pek de yanlış bir değerlendirme olmaz.
Sonuç olarak, etkileyici bir animasyon Persepolis. Etkileyici olmasını da animasyon türünde olmasına borçlu bence. Çünkü çizgi roman türünden film türüne uyarlanması sırasında olabilecek biçimsel ve yapısal birçok sorun, animasyonun sunduğu imkânlar sayesinde çok daha etkileyici olarak aktarılmış. Her anlatının, yapısı itibarıyle, eksik bıraktığı noktaların var olduğunu (gözardı etmezsek) unutmazsak, eseri daha olumlu değerlendirebilmek mümkün sanırım...