1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. PİŞMANLIK
PİŞMANLIK

PİŞMANLIK

İlk çocuğun erkek olması gururlandırmış babamı. Doğduğumda üç hayvan kesmiş, fırınlar yakılmış, tüm köylü yiyip içmiş. Kız kardeşim sessiz sedasız doğdu.

A+A-

 

Feray Atamert
[email protected]

 

En fazla şehre kadar gitmiştim. Gitmeyi bilsem kaçıp kurtulmak isterdim. Kimsenin beni bulamayacağı bir yer olsa yanıma Zehra’yı da alıp gitsem.

İlk çocuğun erkek olması gururlandırmış babamı. Doğduğumda üç hayvan kesmiş, fırınlar yakılmış, tüm köylü yiyip içmiş. Kız kardeşim sessiz sedasız doğdu. En küçüğümüz Ahmet doğduğunda altı yaşındaydım. O günü bayram zannetmiştim. Sofralar kurulmuş biz çocukların çok sevdiği badem şekeri kavrulmuştu.

Köyün varlıklı ailelerindendik.  Varlıklı olmak toprakla ilgiliydi o zamanlar. Ne kadar çok toprağın varsa o kadar zengin sayılırdın. Zengindik fakat ben bunu bir ayrıcalık olarak yaşamadım. Çok küçüktüm babam beni işçilerle tarlaya çalışmaya gönderdiğinde. Kendimi bildim bileli bu tarlalarda çalıştım. Hiç şikayet etmedim.  Zaten çalışmaktan başka bir şey bilmezdim.

Ekinleri orakla biçerdik önceden. Akşam eve döndüğümde annem ellerime acır zeytinyağı sürerdi.  Sonra orak makinesi aldı babam. O zaman ilkokul beşteyim. Beni okuldan alıp öküzlerin peşine attı. Kız kardeşimi hiç okutmadı zaten. Okula gitmek yerine her sabah tarlaya giderdik. Orak makinesini öküzlerin ardına bağlardık. Ayşe, öküzleri sürerdi. Ben ve işçilerimizden biri, orak makinesine bağlı geniş bir torbanın iki yanından tutardık. Başka bir işçi biçilen ekinleri torba doldukça çatalla tarlaya yığardı. Ekinleri biçmek dışında da mutlaka yapacak bir şeyler vardı. Mevsimine göre ekilecek toplanacak çapalanacak...   Çocukluğum böyle geçti.

Yirmi yaşına geldiğimde şimdikilere benzer biçerdöver aldık. Biz konbay deriz. Babam beni Kasaba’ya  Dimitriu’nun  garajına  göndermişti. Daha önce traktörü de oradan almıştık.

 O günü, bugün yaşıyor gibi hatırlarım. Sabah köyün çıkışına kadar yürüdüm. Oradan otobüse binip kasabaya gittim. Konbayı  sürerek  döndüm köye. Akşam olmuştu. Farlarını yaktım. Bende bir gurur… Sanırsın cumhurbaşkanı oldum. Evlerin önünden geçtim. Zehra’nın evinden de… Zehra, kapının önünde annesi ve teyzesiyle oturuyordu. Dönüp baktılar. Kalbimin gürültüsünü duydular sandım. Elimi kaldırıp selam verdim ama çok ciddiyim. Zehra utangaç el salladı.

Köydeki ilk konbay bizim. Ne kadar gururlansam az. Kendime güvenim gelmişti. Artık cesaretimi toplayıp babamla konuşabilirim. İki yıldır Zehra’yla gizli gizli buluşup konuşuyorduk hatta konuşmadan biraz dahası da vardı. Hiç kızmazdı bana Zehra. Neden hala babanla konuşmadın diye baskı yapmaz, sabırla beklerdi.

 Köylülere el sallaya sallaya kahvenin önünden geçtim. Herkes el sallayarak paylaştı sevincimi. Babam kahveye hiç gitmezdi. Bütün gün evde otururdu. Keşke gitseydi de annem dinlenseydi biraz. Bakkalın önünden geçtim. Köyün tek bakkalının sahibi,  gürültüyü duyup dışarı çıktı. Elimi salladım gülümsedim. O da elini sallayıp güldü. Nihayet evin önündeyim. Kız kardeşim, annem babam evin önünde.  O gün babamın gözlerinde ilk defa bir ışık gördüm. Sevgiye benzer bir şeydi. Gururlanmış gibi… Çok kısa sürdü bu bakış ama beynimde bir köşede saklanır.

(Yaşlı adam durmadan konuşuyordu. Gözleri uzaklardaydı. Torununun verdiği suyu içmek için konuşmasına ara verdi. Melis: “Dinlen dede, arkanda atlı yok ya” dedi. Dedesinden öğrendiği bu sözü kullanmaktan mutluydu. Duymadı bile.)

Artık öküzlere gerek kalmamıştı. Nerdeyse bütün köyün ekinini biçerdim. Yüzüm gözüm saman olur. Sıcağın altında beyaz tenim yanıp kavrulurdu. Başımdaki geniş şapka yakıcı güneşe engel olamaz, yüzümde yaralar açılırdı. Gözlerim sürekli kısmaktan görünmez olmuştu. Yorgunluğum Zehra’yla kuracağım hayatın hayaliyle azalırdı. Zaten karar vermiştim; ekinleri biçtikten sonra babamla konuşacaktım.

 Herkes, babamı ayıplardı. Arkasından konuşurlardı: “Sanki üvey evlat, diğer oğlunu şehirde yatılı okuturken bu evladına çektirdiği çile ne…”  İnsanların böyle konuşması bana garip gelirdi.  Ben okuyamadım o okusun derdim. Ahmet işe dayanmazdı zaten. Çok kırılgandı, çelimsizdi, ruhu da hassastı. Babam kıysa ben kıyamazdım ona. Ayda bir köye gelirdi Ahmet. Dünyalar benim olurdu.  Erken dönerdim eve. Sarılır koklaşırdık. En azından o sevgisiz büyümesin isterdim. Ahmet gelirken gazetelerden kestiği şiirleri getirirdi bana. O zamanlar Ocak gazetesi çıkardı. Bir de dergi vardı adını unuttum.  Bazen gazeteleri getirir bazen de kestiği şiirleri. O şiirleri ilk fırsatta Zehra’ya okurdum. Şiirler ne anlatırsa anlatsın aşka bağlanırdı Zehra’yla.

( Durdu, biraz soluklandı. Gözleri daldı. Yorgun görünüyordu. Dinlen istersen dedi torunu. Sonra anlatmaya devam edersin. Duymadı bile. Yetmiş yıl öncesinden bir sesle anlattı.)

 

Çok şişmandı babam. Tek işi bunu pişir, bunu getir, şunu götür, bardağımı doldur diye emirler yağdırmaktı.  Tarlaya hiç uğramaz ama yapılacak işleri en ince ayrıntısına kadar takip ederdi. Hele ekinler biçildikten sonra atmaca kesilir, bir kuruşun bile hesabını sorardı. Onun için özel yaptırılan geniş hasır iskemlesini tahta masanın önüne çeker sağ kolunu masaya koyar, sol eliyle durmadan bir şeyler yer içerdi. Üst dudağına inen bıyıkları yediği içtiğiyle kirlenir, yemek artıklarını elinin tersiyle temizlerdi.

 Sana bir sır vereyim mi. Ben babam ölsün isterdim. Hem beni sevmediği için hem de anneme çektirdikleri için. Annemi dövmezdi ama dövmekten beter ederdi. Her yaptığına kusur bulur, her fırsatta bağırır hakaret ederdi.  Annemi  acımayla karışık severdim. Böyle bir adamın altında ezilişini izlemek acı verirdi bana. Söz vermiştim kendime, ben babam gibi olmayacağım diye. Zehra’yla ortak olacaktı hayat yükümüz. Böylece sevmeye mutlu olmaya zamanımız kalacaktı. . 

(Yaşlı adam, Zehra’dan söz edince mavi gözlerine inanılmaz bir canlılık geliyor, gözlerinin aydınlığı zayıflamış yüzünü de aydınlanıyordu. Melis dedesindeki bu değişikliği hayretle izliyordu.)

Yaşım yirmi bir. Artık zamanı geldi. Tüm ekinler biçilmiş işler yolunda. Çıktım babamın karşısına. Baba dedim sen de uygun görürsen Ahmet’in kızı Zehra’yla evlenmek istiyorum. Babamın karşısında konuşmak çok zor fakat nihayet cesaretimi topladım.

O hep yaptığı gibi sağ kolunu masaya dayamış sol eliyle bir şeyler yiyordu. Söylediklerim onu öfkelendirdi. Kaşları iyice çatıldı, etkisi gittikçe artan bir sesle bağırmaya başladı. Konuşurken ağzından et parçacıkları sağa sola savruluyordu. Bize yakışır mı o kız. Sen bilmez misin o ailenin kadınlarını, duymadın mı rahat olduklarını. Hem hiçbir şeyleri yok onların.  Babam da acaba bu rahat kadınlardan birine abayı yakmış fakat bu yoldan döndürülmüş müydü, fakir biriyle evlenmek istemiş miydi, sahi hiç aşık olmuş muydu babam? Bilemezdim ki, babamla ilgili tek bildiğim öfkesiydi.  O gün babamın ölmesini bir kez daha istedim.  

Kesin kararlıydı. Bir daha bu kızı görmeyeceksin, kesinlikle buluşmayacaksın. Bak duyarsam çok kötü olur.

Babamın sözleriyle küçücük olduğumu hissettim. Sabah gördüğüm annesiz kedi yavrusu gibi o hayvancık gibi küçücük kalmıştım. Ama ben çok seviyorum. O kötü biri değil. Teyzesi gibi değil Zehra.  Ben onsuz yaşayamam.  Hem o da beni seviyor. Lütfen baba mutluluğuma engel olma.  Beni Zehra’dan ayırma.

Babamın öfkesinden ve duyduğum acıdan küçücük olurken sesim de cılız çıktı: Sen bilirsin baba.

Gitmeyi bilsem kaçıp kurtulmak isterdim. Kimsenin beni bulamayacağı bir yer olsa yanıma Zehra’yı da alıp giderdim. Artık sadece iş vardı benim için. Acımı içime gömdüm.  Zehra’ya haber gönderdim, bu iş olmaz dedim. O da sürgit etmedi. Ne söylese ne yapsa boş olduğunu anlamıştı.

Bazen bir düğünde, birinin sünnetinde ya da köyde her sene kurulan panayırda karşılaştığımızda gözlerini gözlerime dikerdi. Biri görecek, dedikodu olacak düşünmezdi. Bakışları bana gitmeyi bilmediğimi yeniden hatırlatırdı. Çaresizliğim bedenimi sarar, beni hareketsiz bırakırdı. Sadece aşk yoktu o gözlerde, hayal kırıklığı ve gurur da vardı. Ben erkek olsam… diye başlayan cümleler söylerdi gözleri.  Gözünü kaçıran ilk ben olurdum. Aşktan öleceğimi hissederdim her defasında ama cesaretim olmadığı için babama karşı gelemediğim için utanır alırdım gözlerimi gözlerinden.

O gün eve yine yorgun dönmüştüm. Annem,  hamam hazır, gir yıkan benim aslan oğlum, dedi. Kaç yaşına gelmiştim ama annem hamama her girişimde çamaşırlarımı hazırlardı. Yıkandıktan sonra da alnımdan öperdi. Tüm dertlerin suyla akıp gitsin oğul derdi. O gün de böyle oldu.

 Annemin gözlerinde her zaman bir hüzün otururdu.  Bu sefer hüznün rengi daha koyuydu ya da bana öyle geldi.  Beni alnımdan öptü ve gözlerimin ta içine baktı. Anneydi, o içimdeki yangınları depremleri hissederdi. Oğlum,  dedi baban seninle bir şey konuşacak, yanına git.

Babam bahçede sandalyesinde oturuyor, yine sağ kolu masaya dayalı. Masa boş. Beş  yıldır yaşadığım acıdan boşalan zihnim kadar boş, gözlerimin anlamsızlığı kadar boş. Otur dedi. Oysa ben onunla aynı masaya hiç oturmamıştım. Bir sandalye çektim, oturdum. Yüzüme bakıyordu ama ben yüzüne hiç bakmadım. Beş yıldır bakmıyordum. Biz düşündük dedi. Senin bu halin hal değil. Sen ancak evlenerek çıkarsın bu sıkıntıdan. Kız kardeşini evlendirdik, şimdi sıra sende.  Karnımda bir ağrı hissettim. Olabilir miydi, kesin olmaz dediği şeyi kabullenmiş olabilir miydi? Zehra da evlenmemişti henüz. Başımı kaldırdım ama babamın gözlerine bakmadım. Yemin etmiştim çünkü.  Bir daha da bakmadım zaten.

“Hüseyin’le  konuştuk. Yan köydeki konbayın sahibi. Anladın mı? Kız kardeşi Ayşe  ile sizin evlenmenizi uygun gördük.  Kız çok becerikli çalışkan maşallah, hem aile de çok iyi (yani zengin) … Erken zamanda kızı isteyeceğiz ve ardından düğün.”

O gün gözüme bir perde indi. Etraf soldu.  Annemin içerde ağladığını duydum. Ya da bana öyle geldi. Gitmeyi bilseydim, giderdim o gün. Zehra’yı da alıp kaçardım. Sonra hep kaçmak geldi içimden ama bana çizdikleri sınırların dışına hiç çıkamadım.

(Yaşlı adam solgun gözlerini daldığı boşluktan çekti torununun gözüne yerleştirdi. Dinlerken nefes almayı unuttuğunu fark etti Melis.  Derin  bir nefes aldı. Bu konuşmanın buraya gelmesi onu üzmüştü. Annesinin büyük bir aşktan doğduğuna inanmıştı çünkü. Melis, dedesine bir soru sormuş, doksan yaşını geçmiş bir adamın küçük de olsa bir sırrını öğrenmek istemişti. Ona pişman olduğu, keşke dediği bir şey var mı diye sormuştu.  Dedesinin barış içinde yaşayamamaktan duyduğu üzüntüden söz edeceğini; o günlere ait bir  pişmanlığını anlatacağını  ummuştu. Böyle bir hikaye dinlemeyi beklemiyordu. Yaşlı adam gözleri Melis’in gözlerinde anlatmaya devam etti.)

Gittik, kızı istedik; derken düğün… O zamanlar düğünlerde gelinle damat misafirlerin arasında dolaşır ve tebrik kabul ederdi. Ben de ninenin elinden tuttum, masa masa gezip tebrik kabul ediyoruz. Zehra’nın önüne geldik. Son bir kez baktım gözlerine, o da baktı. Gözleri karanlıktı. Elimi uzattım, önce uzatmak istemedi elini, sonra bizi tebrik etti.

Yaşlı adam elini uzattı. Gözleri söndü. Mırıldandı: Keşke gitmeyi bilseydim. Gitmeyi bilsem kaçıp kurtulmak isterdim. Kimsenin beni bulamayacağı bir yer olsa yanıma Zehra’yı da alıp gitsem.                                                

Bu haber toplam 7033 defa okunmuştur
Gaile 470. Sayısı

Gaile 470. Sayısı