Piyangodan Çıkmadı Hasan Ali Toptaş…
Tüm yazar ve şairlerin geçmişte okudukları ve güncelde ilgilendikleri, yakınlık duyarak sürekli izledikleri sanatçılar vardır.
Metin Karadağ
([email protected])
Tüm yazar ve şairlerin geçmişte okudukları ve güncelde ilgilendikleri, yakınlık duyarak sürekli izledikleri sanatçılar vardır. Şairler için poetika denilen sanatlarının kuramsal ve biçemsel yol haritalarının; düz yazı üretenlerin de belki kanon diye nitelendirebileceğimiz hem yaşama bakış açılarının hem de sanatlarının ana çizgilerini ortaya koyan verilerdir bunlar. Zaman zaman sanatçılar bu konudaki konum ve tutumlarını açık olarak ortaya koyarken bir bölümünün bu konudaki durumu hakkında kapalılık egemendir. Öte yandan öğrencilerimizin çoğunda gözlemlediğimiz ve orta düzey okur kitlesinde de egemen olan “bir şiir/bir kitap yazdı ünlü oldu” söylemlerinin ortak yanılgısında yukarıda değindiğimiz şair ve yazarın o noktaya gelişindeki meşakatli yolculuk hiç akla getirilmez. Ünlü şairlerimizden birine yöneltilen “Üstad şiirlerinizi çok az bir okur kitlesi anlıyor. Çoğunluk –özellikle yeni kuşaklar- anlamadığı ifade ediyor” yoruma şairimizin verdiği yanıtı hiç unutmam ve sık sık tekrarlarım: “Okur da benim o dizeleri oluşturma sürecimdeki birikim, çaba ve uğraşlarımın çok az bir kısmını ortaya koysa mesele kalmaz”.
İşte bu yüzden edebiyat dünyasına bir biçimde ilişmiş ya da oraya temel atmış olanlarımızın sanatçının üretim aşamasına gelinceye kadar geçirdiği aşamaları, sanatsal, kültürel birikiminin boyutları konusunda haberdar olmalıdır, diye düşünüyorum. Aslında bu düşünce Işık Kitabevi’nin bu yılki Kitap Fuarında sevgili Hasan Ali Toptaş ile yapılan söyleşi dinlerken usuma takılmıştı. Yazarın kendi konuşmasında ve yöneltilen sorulara verdiği yanıtlarda O’nun geçmiş ve günceldeki okuma/kültürlenme süreci hakkında kimi ipuçları ortaya çıkmıştı. Ama ilk kez o söyleşide kendisine imzalatmaktan zevk aldığım Harfler ve Notalar adlı kitabını bitirdiğimde Denizli’nin küçük bir kasabasında yaşayan mütevazi bir adamın güncelde Türkiye’nin en önemli roman yazarlarından biri olmasının ve ününün evrensel boyutlara taşınmasının da alt yapısı ve üretim sürecini öğrenmiştim. Kitapta salt Toptaş’ın okuduğu yapıtlar, esintiler değil; tüm edebiyat tutkunlarının zevkle izleyeceği şair ve yazarlara ilişkin -tümüne ulaşmanın hayli emek ve çabaya mal olacağı- pek çok anekdot, özdeyiş, anı birikimi de ikram ediliyor okura…
Denemelerinin “Kalûbeladan Beri” başlığı taşıyan yazısının sonunda Herodotos’tan bir öykünün sonunu aktaran Toptaş, yazının sonunda büyük düşünüre atfen “Sevgili çocuklar, hikâye dediğimiz şey kelime kusarak değil, kelime yutularak yazılır” (Toptaş: 23) derken aslında kendi yazarlığının da anahtarını göstermiştir. Okuma süreçleri sırasında kendisini çok etkileyen ve ilerleyen zamanla birlikte çok genişleyen okuma yelpazesine karşın hiç unutamadığı ve tekrar tekrar okuduğu öyküleri sıralarken; Gabriel Garci Marquez’den “Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı”; Borges’den “Yolları Çatallanan Bahçe”; Carlos Fuentes’ten “Aura”; (Yazar aynı denemesinde bu anlatı için “dünyanın en güzel hikâyelerinden biridir” yargısında bulunacaktır. MK) Kafka’dan “Kanun Önünde”,“İmparatorun Haberi”, “Ceza Sömürgesi”, “Kovalı Süvari”, “Çiftlik Kapısına Vuruş” ve illede “Avcı Gracchus”…(44) adlı ürünleri ilk solukta fısıldar. Bunların yazar üzerindeki etkisini kendi ağzından aktarmak yararlı olacaktır: “Hepi topu, dokuz hikâye. Yıllardır, döner döner okurum bu hikâyeleri; kapımı döven gürültüler yüzünden bunaldığımda, zihnim çalışmaktan duracak gibi olduğunda, kalemim yorulduğunda ya da kendi yazdıklarımı beğenmeyip gözlerime ve gönlüme şöyle doğru dürüst bir edebî ziyafet çekmek istediğimde hep onlara başvururum” (44).
Halk kültürü ve folklor kaynaklarına -özellikle türkü evreninin varsıl birikimine de- yoğun tutkularla bağlı olan H. A. Toptaş; Pir Sultan, Karacaoğlan, Emrah, Dadaloğlu, Âşık Veysel gibi gür pınrları anarken kitapta, hayranı ve yakın dostu olduğu Neşet Ertaş’ın “Ahmak aldatırmış dünyanın malı, çoğunu isteyen delidir deli”, “Yarına Kalan para murdar paradır” ya da “Bizim evimizi bir eşeğe yüklesen götürür ama keyfimizi tren katarları götüremez” gibi abdal kültürünü yansıtan sözlerini sevgiyle aktarır.
Toptaş’ın beğendiği yazarlardan biri olan Borges ile ilgili anekdotta Peron’un devrilmesiyle iktidara gelen yeni devrimci hükümet, gözleri artık görmeyen Borges’i Ulusal Kitap Müdürlüğüne atayınca, sanatçı yıllar sonra yazdığı “Armağanlar Şiiri”nde bu durumu tanrının ona yaptığı ilahi bir şaka olarak yansıtır dizelerinde (52). Toptaş, Borges’in 1977’de yaptığı yedi konferansın yıllar sonra bir araya getirilmesiyle oluşan ve Celal Üster tarafından Yedi Gece adıyla dilimize çevrilen kitabın kendisinin başucu yapıtı olduğunu belirtir (53).
Yazı yazmanın, estetik değerler bakımından yetkinleşmiş ürün ortaya koymanın zorlukları, sıkıntıları hatta ızdıraplarına göndermeler yapan Toptaş, Do Sesi adlı hikâye kitabı yayımlanmadan önce Ferit Edgü’ye “bugünlerde ne yazıyorsun” diye sorduklarını; Edgü’nün da “Bitmiş bir dosyam var, nicedir onun virgülleriyle uğraşıyorum” dediğini aktarır. Bu deneme başlığının epigrafı da yine yazarın şaheser olarak nitelendirdiklerinden E. M. Ciaron’un Burukluk adlı eserinden aldığı “Bir virgül için ölünen bir dünya düşlüyorum” tümcesidir. Toptaş kitabın sonlarına doğru bir başka denemesinde Ciaron’a özel bir yer ayırarak; yazarın Tarih ve Ütaopya, Çürümenin Kitabı, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine, Burukluk, Gözyaşları ve Azizleradlı eserlerden övgüyle bahseder; kitaplardaki çevirilerin başarısı konusunda da “ Ciaron oturup Türkçe yazmış gibi” der (152).
Yazarın edebiyata ilişme yıllarının başlangıcında yaşamış olduğu bir olay da yazma ediminin boyu ve sırası bakımından ilginçtir. Lise yıllarının toy yazma sevdalısı Toptaş’ın o yıllarda idolü, tüm eserlerini neredeyse ezberlediği Bekir Yıldız’dır. “Vaktin kutbu” olarak gördüğü yazarının Denizli’ye söyleşi için geldiğini öğrenen genç Hasan Ali, heyecan ve mutluluktan çırpınarak bir şekilde Bekir Yıldız’ın incelikli tutumuyla “Tanrısıyla buluaşan kul gibi” (69) huzura vasıl olur ve yazdıklarını bir şekilde üstada okutur. “Yazmaktan vazgeçme” der Yıldız ve sorar “Hangi kitaplarımı okudun”, “Hepsini” yanıtına Bekir Yıldız’ın yanıtı “Artık beni okuma. Hiç okuma” olur. O an içi acıyan, canı çok sıkılan genç yazma heveslisi, yıllar sonra dergilere yolladığı hikâyelerin editörler tarafından” tıpkı Bekir Yıldız gibi yazıyorsun” diye geri çevrildiğini görecek ve kendisine başka bir yol çizecek; ayrı bir dil kurmaya çalışacaktır. . O yol da bizi Hasan Ali Toptaş doruğuna götürecektir.
1957 yılında 48 yaşındayken intihar eden Malcolm Lowry’nin “demlendire demlendire” dokuz yılda yazdığı Yanardağın Altında adlı eseri “yuvarlana yuvarlana büyük bir keyifle” okuduğunu aktaran Toptaş, Juan Rulfo’nun hikâyeleri ve tek romanıPedro Paramo ile Milorad Paviç’in üç büyük dine göre düzenlenen Hazar Sözlüğü adlı romanından sonra John Berger’i anar; Marcel Beyer’in Yarasalar adlı romanına ayrı bir yer açar.
1990’lı yıllarda harıl harıl hikâyeler yazmaya gayret eden Toptaş, 1953’te ilk kez yayımlandığında “deprem” etkisi yaratan Alain Robbe-Griller’in Silgiler romanından sonra “Yeni Roman” kavramıyla karşılaşır. Griller’in “Benim yaptığım gerçekliği kopya etmek değil, kurmaktır; hiçten bir şey kurmak, eserin dışında bir yere dayanmadan yalnız başına ayakta durabilecek bir şeyler yaratmak…” vb. görüşler Toptaş’ı çok etkiler. İlerleyen yıllarda Griller’den soğuyan yazarımız, kimilerince anti-roman” da denilen yeni romanı daha iyi anlayabilmek için Michel Butor, Claude Simon, Robert Pinget, Claude Ollier ve Nathalie Sarraute’nin peşine düşer. Bunlardan öncelikle “ Ben romanlarımı satmak için değil, yaşamımda bir bütünlük elde etmek için yazıyorum” diyen Butor’un Roman Üstüne Denemeler” adlı kitabına “dalar”.Konuyla ilgili yayımlanmış önemli makaleleri/araştırmaları kaydeden Toptaş bu çabaları, aldığı pek çok notlar için “..roman sanatını yazarak düşündüm” der (88).
Bir yazara sorulacak en kötü sorunun “ne anlatıyorsun” olduğunu belirten Toptaş’ın bu konuda verdiği örnek ilginçtir: Anna Karenina’nın ilk yayımlandığı 1877 yılında bu meş’um soruyla karşılaşan Tolstoy’un “Anna Karanina’da ne anlatttığımı anlatabilmek için onu size ilk cümlesinden son cümlesine kadar okumam gerekir” biçimindeki yanıtı, yazarı çok etkiler. Yazarı etkilemiş olan eserler arasında Laurence Sterne’in -Deniz Diderot’tan James Joyce kadar birçok yazarın hayranlığını çekmiş olan-“Tristram Shandy / Beyefendinin Hayatı ve Görüşleri; Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli, Calvino’nun Bir Kış Gecesi Yolcusu, Bilge Karasu’nun Kılavuz, Vüsat O. Bener’in Bay Muannit Sahtegi’nin Notları, Kafka’nın Şato ve yine Laurence Sterne’in Hissi Seyahat (başka bir yayınevince Duygu Yolculuğu) ilk sıraladıklarıdır (103).
Toptaş, “günümüz hikâyecilerinin kulağına küpe olacak türden harihulâde fikirler ve unutulmaz cümlelerle örülmüş” diye nitelendirdiği William L. Randall’ın Bizi Biz Yapan Hikâyeler/ Kendimizi Yaratma Üzerine Bir Deneme adlı eseri irdelerken, “romanın gelişimiyle hikâyenin bittiği” tezine karşı çıkarak hikâyenin sonsuzluğuna vurgu yapar.
Kimi eserlerin “bazı sesler, bazı sahneler, bazı renklerle ya da bazı cümlelerle insanın aklına mıh gibi çakılıp kal”masını (146) ele alan Hasan Ali Toptaş konuyu örneklendirirken Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ından “Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir aptallıktır”; Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı romanındaki Santiago Nasar’ın bıçak darbeleri ile delik deşik edildikten sonra evine koşarak kendisine ne olduğunu soran komşu kadına “Beni öldürdüler!” deyişi; Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlarında Hikmet’in “Yazalım albayım. İşte kalem, işte ıstırap…” demesi, Kazancakis’in El Greko’ya Mektuplar’ında neden hiç gülmediği sorulduğunda Kaptan Mihail’in “Karga neden siyahtır?” diye homurdanması; Baudlaire’in “Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi geliyor” deyişlerini ve Fikret Bila’nın bir gazete yazısında ele aldığı Srebrenicalı küçük bir kızın sorduğu “Çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne?” sorusunu aktarır (147).
“Okura yazmak ile okur için yazmak arasında dağlar vardır” (160) diyen Toptaş, anlatının saygınlığını vurgulamak için Gustave Flaubert’in “Gerçekten iyi bir düzyazı cümlesi, iyi bir şiir dizesi olmalıdır, değiştirilemez, bir şiir dizesi kadar ahenkli ve ritmiktir” der ve bizden de Yusuf Atılgan’ın sözüyle bir örnek verir: “Bir roman şiir gibi yazılır”. Bu konuda Hasan Ali Toptaş’ın -kitabın da son cümlesi olan- son sözü anlatının kimliğini, niteliğini yansıtması açısından “nokta” niteliğindedir:
“Zaten, bir cümle yazmak aynı zamanda beste yapmak değil midir?” (165).
Kaynak:
Hasan Ali Toptaş (2017- Üçüncü basım) Harfler ve Notalar. Deneme. İstanbul, Everest Yayınları.