POLİTİKANIN BİREYSEL ZEMİNİ 1
Politikanın yarattığı nefret dolu dünyadan çıkış politikanın bize en güçlü etki etme biçimi olan dili çözmekle mümkündür. Nefret, açgözlülük ve hırs bize bir anlatı yoluyla verilir, bu anlatının aracı dildir.
Yılmaz Akgünlü
İnsanların mutluluğu ya da refahı denilince genellikle bunun siyasi, toplumsal terimlerle tanımlandığını görürüz. Daha iyi bir dünyaya giden yolda tek çözümün insanların örgütlenmesi ve egemen güçlere karşı mücadele etmesi gerektiği, her bireyin kendini gerçekleştirmek için çalışmasının bencillik olduğu görüşü üzerinde tartışmak gerekir. Bu görüşe katılmamak elde değil, elbette insanların bir araya gelip barışçı yollardan daha iyi bir dünya için çalışmaları son derece gerekli ve anlamlıdır. Ancak bu noktada birkaç önemli soruyu sormayı uygun buluyorum.
Öncelikle daha iyi bir yaşama giden yolda bireysel çalışmalar, siyasi ya da toplumsal çalışmalardan ayrılabilir mi? Hangi noktalarda ayrılabilir ya da hangi noktalarda birleşirler? Bir insan çevresindeki insanların acılarından kaçarak gerçek anlamda insan olamaz elbette. Ancak şu unutulmamalı, toplum bireylerden oluşur ve sorgulayıp anlamayan, görüşlerini çoğunlukla başkalarına uyarak oluşturan insanların etkili bir topluluk oluşturmayacakları da açık. Belki şiddet içeren bir konuda, savaşa giderken bu türden itaatkâr bireylere daha çok ihtiyaç olabilir. Tabii ki muhtemelen bu insanlar sorgulama ve gerçeği görme kapasitesinden yoksun oldukları için çok yanlış amaçlarla yapılan savaşlara koşarak gidebilirler. Gereksiz bir savaşı durduracak kamuoyu baskısını oluşturamazlar. Kolayca yönlendirilip başka bir topluluğa karşı kin, önyargı ve nefret besler hale getirilebilirler.
Dünyayı yönetenler, egemen güçler bizden daha fazla bilgiye ve güce sahiptirler, bizler bu kadar bilgiye sahip olabilir miyiz? Patronlar ya da siyaset adamları birçok kaynaktan gelen ve toplumu nasıl yönetebileceklerini öngörebilecekleri değerli bilgileri kendi çıkarlarını doğrultusunda kullanabilirler. Böylece nerde hangi kaynağın tüketileceğini, hangi ülkelerin ya da insan gruplarının daha iyi sömürülebileceğini, insanların nasıl kandırılıp yanlış hedeflere düşman haline getirileceğini, medya ve eğlenceyle nasıl uyutulacağını çok iyi bilirler. Gidişata göre doğru kararları alıp güçlerini gitgide pekiştirebilirler. Bize gösterdikleri resim genellikle gerçeğin tam tersidir. Örneğin nükleer silahların icat edilişinden sonra büyük güçler arasında önemli bir silahlı çatışma ya da uzlaşmazlık ihtimali azalmıştır, çıkarlar için sürdürülen düşük yoğunluklu göstermelik bir çatışma vardır. Halklarını bir arada tutacak kadar düşmanlık üretip rekabete ve savaşa dönük ekonomilerini canlı tutabilirler. Özellikle soğuk savaşın bitiminden sonra büyük ülkeler büyümek ve güçlü olmak için birbirleriyle ticaret yapmanın ve zayıf düşmanlar yaratmanın en iyi yol olduğunu kavramışlardır.
Belki de insanların yüzde beşini oluşturan bu kişiler kalan yüzde doksan beşin acısı ve emeğiyle rahatlarına bakmaktadırlar. Bu durum kent yaşamına geçilip büyük uygarlıklar kurulduğundan beridir böyledir. Ancak işin ilginç tarafı bir zamanlar alt tabakadan olan birinin yüksek tabakalara geçtiğinde de aynı duyarsız ve bencil yaşam biçimini çabucak benimsemedir. O halde, insan doğasından kaynaklanan bir şey olmalı ki böyle bir düzen kurulmuş olsun. İnsanların hepsinin tamamen bencil olduğunu söylemiyorum. Ama biraz parası ve prestiji olan bile kendisinden düşük gördüklerini kolayca aşağılayabilmektedir. İnsanın neden böyle bir varlık olduğunu anlamazsak toplumu değiştirebilir miyiz? En doğru ve adil sistemi de kursak insan doğası böyle olduğu sürece bu sistem yürümeyecektir.
Öncelikle insanın en temel içgüdüsünün yaşama ve sevdiklerini koruma içgüdüsü olduğunu kabul edersek, insanların kendi çıkarlarını korumasının da son derece doğal ve gerekli olduğunu görürüz. Ancak bir yandan da insanların topluluğun başarıyla sürmesi için işbirliği yapmaları ve bencil olmayan davranışlarını çoğaltmaları beklenir. İşte bu insanları etkileyen temel bir çatışma yaratır. İnsandaki işbirliği ve paylaşım duygularını güçlendirmek için ahlaki öğretiler devreye girer ve her insana bencil olmaması gerektiği öğretilir. Bu da ikiyüzlü bir toplumun doğmasına neden olur. Nietzsche bu ikiyüzlü ahlak anlayışının en sert eleştirisini yapan filozoflardan biridir.
Politik çabalarla barışa, gerçeğe ya da toplumsal refaha ulaşmanın önünde aşılması nerdeyse imkânsız görünen bazı paradokslar vardır. Bunlardan biri, insanları politik olarak bir arada tutan başlıca şeyin başka bir grup insana karşı duyulan korku ve düşmanlık olmasıdır. O zaman politika yapmak barışı ve huzuru, bütünlüğü ve dayanışmayı değil çatışmayı ve düşmanlığı gerektirir. Düşmanınız olmazsa insanları örgütlemeniz ve bir arada tutmanız da zor olur. Bu daha en baştan insanları sürekli gergin ve öfke içinde tutmak demektir. Solcular sağcıları, sağcılar solcuları, Fransızlar İngilizleri, Çinliler Amerikalıları vs. Daha küçük ölçekte bir devletin kendi içindeki etnik gruplar, o etnik grupların içindeki başka gruplar, bu böyle sürekli bir rekabet ve çatışma halinde sürüp gider.
Biz insanlar sürekli olarak başka bir gücün düşman üretme arzusunun bir nesnesi haline geliriz. Bir gruba dahil olduğunuz anda ve o grupta başka bir grupla rekabet halindeyse birine düşman ve birinin düşmanı oluveririz. Umberto Eco'ya göre, düşmansız yapamayız ve uygarlık bile düşman bulma güdümüzü ortadan kaldıramamıştır. Birbirimize düşman olmasak bile çevre kirliliği, kapitalizm vs. bir soruna düşman oluruz. Bu da bizi nefretle doldurarak içimizi korkunç hale getirir. (Umberto Eco. Düşmanı inşa etmek)
Politikanın yarattığı nefret dolu dünyadan çıkış politikanın bize en güçlü etki etme biçimi olan dili çözmekle mümkündür. Nefret, açgözlülük ve hırs bize bir anlatı yoluyla verilir, bu anlatının aracı dildir. O halde ilk önce işe dilin bizi nasıl etki ettiğini görerek başlamak gerekir. Dil genellikle iki kutuplu kavramlardan oluşur: savaş ve barış, haksızlık ve adalet gibi. Bir kez bize bu kavramların birbirinin zıttı olduğu kabul ettirildi mi gerisi de kendiliğinden gelir. Zaten evrenin doğasında var olan kutupsallık toplumsal düzene ve dile aktarılmıştır. Çocuk masallarında kötü cadılar ve şeytanlar, iyi insanlara saldırır, büyüdükçe cadı ve şeytanların yerini başka siyasi düşünceler ya da topluluklar alır. Nasıl ki cadı ve şeytan insanın korkularından beslenen kurgusal varlıklarsa, kötü insanlardan oluşan düşman milletler kavramımız da yok edilme, ele geçirilme korkularımızdan beslenir.
Ancak bu ne kadar da imkânsız bir görevdir. Hangimiz aklından kötülüğü tam olarak silebilir? Bir kötülüğü silsek bir başkası hemen beliriverir. Bütün toplumsal kötülük kavramlarını silsek bu defa da çevremizdeki insanlardaki kötülüğe odaklanırız. Düşünmeye ya da böyle ikici kavramlara mahkûm bir biçimde düşünmeye devam ettiğimiz sürece kötülükten kurtulmamız mümkün değildir. Çünkü düşünmek gerçeği parçalamaktır. Dil bize hep kolay ve zor der, mutlu ve mutsuz, başarı ve felaket, sevilme ve nefret edilme, var olmak ya da olmak der. En büyük düşmanım en büyük dostumdur sözü dilden doğan düşünce için bir şey ifade etmez, ona saçma gelir bu.
Oysa yaşamın en derin gerçekliğinde düşman dosttur, kötü iyidir. Bencillik en büyük erdem, fedakârlıksa en büyük kötülüktür. Eğer bunun böyle olduğunu görebilseydik yaşamda kıskanacak, düşman olacak hiçbir şey olmadığını fark ederek günlerimi sevinç içinde geçirmeye başlayabilirdim. Gerçek bir toplumsal barış için ötekini severdim, çünkü öteki artık ötede olmazdı, öteki ve beriki aynı paranın iki yüzü gibi görünürdü bana. Kutupluluktan özgürleşme bilinç seviyemizdeki artışla mümkündür. Küçük bir çocuğu kötülerin gerçekten kötü olduğu filmlerle kandırabilirsiniz. Ama bizler büyüdükçe film karakterlerinin bazıların iyi bazıların kötü olması bize inandırıcı gelmez. İyilerin içindeki kötülüğü ve kötülerin içindeki iyileri anlatan hikâyeler bize çekici gelir. 2014 yapımı Çin filmi "Dearest" filmi buna çok iyi bir örnektir. Film kahramanlarının gözümüzdeki kötü imajının zamanla değişmesi ve filmin bizi hikâyeye farklı perspektiflerden bakmaya zorlaması filmi çok başarılı bir yapıta dönüştürmüştür.
2
İnsanlar bilinç seviyelerine göre politik varlıklar olurlar. Bilinç seviyeniz, çevrenizi algılayışınız cahillikle ve bilinçsizlikle belirlenmişse politik tavrınız da daha kutuplaştırıcı, daha kolay manipüle edilen bir hale gelir. Oysa toplumsal işleyişi olduğu gibi gören bireyler, katı bir politik tutum edinmekten çok, insanlar arasında gerçek uyum ve sevgiyi gözetecek ve besleyecek değerleri ön plana alan bir politik tutum benimserler. Kısa vadeli ve popülist hedefler yerine insanlığın evrensel değerlerde buluşabileceği erdemleri kazanmalarını amaçlarlar.
Bu erdemleri şöyle sıralayabiliriz: Ayırım gözetmeden bütün varlıkları sevmek ve korumak. Kültürel değerleri korumak. Bütün kültürlere karşı açık olmak. İnsanın bireysel varlığına ve gelişimine mutlak bir saygı duymak. Çevreyi, doğal hayatı insan yaşamından daha üstün görmek. Maddi kazanımları manevi duygu ve yaşantıların önünde tutmamak.
O halde insanların daha etkin politik varlıklar olmaları dünyadaki çatışma üreten politik yaklaşımlardan ne kadar uzak durduklarına bağlıdır. Bunu sadece dışsal olarak değil, içsel olarak da başarabilmek çok önemlidir.
Bu noktada gerçek anlamda ve uzun vadede etkili olabilecek politik yaklaşım bireylerin kendi kimlik ve kişiliklerini bulabilecekleri bir eğitim almalarıyla mümkün görünmektedir. Bu eğitimin ana noktaları üzerinde bir takım ilkeler öne sürülebilir.
1. İnsanlar daha genç yaşlarda çevrelerini ve kendilerine aktarılan düşünceleri yapıcı anlamda eleştirmeyi öğrenmelidirler. Bu sorgulama sayesinde kendilerini bağlayan düşünsel ve duygusal zincirleri kırabilecek ve özgürce büyümeye başlayabileceklerdir. Yaşamlarını sorgulamaları sonucu üretken hale gelmeli ve üretimlerini sanatsal, edebi, felsefi ve eylemsel alanlarda gösterebilmelidirler.
2. Bireyler çok yönlü etkiler alabilmelidirler. Farklı görüş ve yaşam biçimlerini denemeleri teşvik edilmelidir. Bu etkileri almalarında devletin ve toplumun da, kendilerinin de sorumluluğu vardır.
3. Gençler ve her yaştan insanlar yaşamdaki olguların birbirleriyle olan ilişkilerini algılamayı ve görebilmeyi öğrenecekleri bir çalışma içinde olmalıdırlar. Yaşamlarındaki olayların ve kişisel varlıklarının farklı ve daha geniş perspektiflerdeki yerini ve anlamını kavrayabilmelidirler. Bütün varlık seviyeleri içicedir: Birey, ailesi, yakın çevresi, toplum, insanlık ve dünya birbiriyle bütündür. Ancak varoluşun her seviyesini tanımak, anlamak ve katılmakla kendimizi tam anlamıyla var edebiliriz.
4.Gençliklerinden itibaren insanlar büyümenin ve gelişmenin ölene kadar süren mutluluk ve esenlik verici bir deneyim olduğunu görerek kendileri ve çevreleri için çalışmayı sevmelidirler. Keşfetmek ve yaratmak birbiriyle içiçe geçmiş iki büyük sevinç kaynağıdır. Keşfetmek varlığın karanlığını açarken bulduklarının güzelliğiyle büyülenmek ve bu keşfedişin bitmeyeceğinden dolayı da son derece umut ve mutluluk dolu olmaktır.
5. Eleştirme, kınama ve takdir etme özelliklerimizi dengeleyebilmeliyiz. Yaşam sadece şikâyet edilecek bir şey değildir. Dünyanın ve yaşamanın güzel yönlerini takdir edebilmek de kazanmamız gereken en önemli değerlerdendir. Takdir etmek ve minnet duymak gibi yetilerimizi geliştirdikçe çevremizde yapıcı ve değerli süreçlerin farkına varabilir ve daha iyi çalışmalarını sağlamış oluruz.
6. Her insanın yaşamı kendine özgüdür ve biriciktir. Bu nedenle herkes öğrendiklerini, gözlemlerini kendi süzgecinden geçirerek kendi yaşam felsefesini oluşturmak ve uygulamaktan kendisi sorumludur. Her insan kendi kendisinin yaşam boyu öğretmeni olmalıdır. Ancak aynı zamanda da bütün evrenden ve insanlardan öğrenmeyi ve beslenmeyi de sürdürmelidir.
7. Yaşam bize verilenlerle bizim ne yaptığımız ve başkalarına ne verdiğimizdir. Bu nedenle vermek ve paylaşmak en yüksek değerlerdir.
Gerçek Ütopya - Ütopyanın Gerçeği
İnsanlığın daha yüksek bir uygarlık seviyesine ulaşması ve çok daha yaşanabilir bir dünyaya kavuşmamız için yeni bir insana ihtiyacımız vardır. Bu yeni insan bizim istediğimiz insan değil, kendisi olan insandır. Bu yeni insan özgür düşünebilmeli ama sorumlu olmalı, gerçekliği bütün zorlukları ve trajedileriyle görüp yaşayabilmelidir. Bu insanın ortaya çıkmasını hem kendimizde hem de başkalarında teşvik etmek bir lüks değil, dünyanın varoluşu için bir ölüm kalım meselesidir. Bu bir devlet ütopyası değil, bir birey ütopyasıdır. Tek çıkış yolumuz olan bir ütopya. Slavoj Zizek'in sözleriyle:
Ütopyanın iki tür sahte anlamı vardır: Birincisi, asla gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz ideal toplum hayal etme nosyonu olarak ütopya; öbürü de yeni sapkın arzulardan oluşan kapitalist ütopya... Gerçek ütopya ise durum çözümsüz olduğunda, yani olası olanın koordinatları dahilinde bir çözüme gitme yolu olmadığında, salt hayatta kalma dürtüsüyle yeni bir alan icat etmek zorunda olmakla ortaya çıkar. Ütopya özgür hayal gücünün bir ürünü değildir, ütopya içten gelen bir zorunluluk meselesidir, tek çıkış yolu o olduğu için hayal etmek zorunda kalırsınız. Bugün ihtiyacımız olan ütopya işte budur.
İcat etmek zorunda olduğumuz alan mutlak bireysellik alanıdır. Biz bireysellikle bencilliği genellikle karıştırıyoruz. Birey olmak bencil olmak değildir, birey olmak yaşamın hakiki merkezi olarak bir insanın kendi duygu, düşünce ve yaşam akışını dış dünyasının içinde algılayıp görebilmesidir. Birey olmak dünyayı kendi içimizden dışarıya doğru bir fışkırma olarak yaşayabilmektir. O kendimizle ve çevremizle kesintisiz bir bağlantı durumunda olarak yeniyi yaşayabilmek, yeniye doğru bütün gücüyle akabilmektir. Ama bu eskiyi tahrip eden yok sayan bir akış değil, eskiden beslenen, eskiyi, kökeni içinde taşıyan bir akıştır. Eski tarihsel olarak benden önce gelen değildir, eski benim şu anda ve burada bulunan köklerimdir. Köklerime sahip olmadan, eskiyi kendi iç çekirdeğimde korumadan yeni olanın duygusunu nasıl yaşayabilirim? Yeniyi neyle kıyaslayarak ona yeni diyebilirim? Ütopya burdadır; şimdinin geçmiş ve gelecekle olan bağında yeniden üretilen dünyada.