Popülizm, işbirliği arayışları ve uzaklaşan yaşamlar
Dışişleri Bakanı dün Meclis'te bir konuşma yaptı ve bazı sorulara cevap verdi. Her zamanki söylemleri tekrarlıyor gibi görünse de, satır araları okunduğunda, Kıbrıs Türk tarafının şu anda izlediği siyasetin ve ortaya koyduğu önerilerin tam olarak ne içerdiğine dair bazı şifreleri açık ettiği görülüyor. ‘Şifrelerin açık edilmesi’ diyorum çünkü örneğin Kıbrıs Türk tarafının New York'ta muhataplarına esasen ne sunduğunu bilmiyoruz. Bu bağlamda yapılan açıklamalardan bildiğimiz, New York'ta bazı yeni öneriler yapıldığı, hatta bunların 'kapsamlı bir program' olarak sunulduğu ve sadece ‘yukarıdan aşağıya’ bir yaklaşıma sahip siyasi süreçle ilgili değil, aynı zamanda 'aşağıdan yukarıya', yani iki halkın gündelik yaşamını ilgilendiren konularda da daha etkin bir işbirliği yapılmasına ilişkin önerilerde bulunulduğudur.
İki halkın gündelik yaşamını ilgilendiren konular denildiği zaman, bunların esasen teknik komitelerin gündeminde olan, ekonomi ve ticari konular, sağlık, çevre, kriz yönetimi, kültürel miras gibi konular olduğunu anlıyoruz. Elbette bunların ötesinde başka güven artırıcı işbirliği alanları da olabilir. Mesela Dışişleri Bakanı yine dünkü konuşmasında hidrokarbon konularında işbirliği yapılmasına da değindi.
2008 yılında teknik komitelerin kurulma amacı neydi? Adanın bölünmüşlüğünden dolayı her iki tarafta da yaşayan insanların gündelik yaşamlarını olumsuz etkileyen konuları siyasi çözüm çabalarından ayrı bir şekilde ele alarak çözmek ve insanların hayatlarını kolaylaştırmaktı. Sınır tanımayan sorunlarda veya sınır ötesine geçen bir takım insani konularda etkili işbirliği yapabilmeyi amaçlamaktaydı.
Şu bir gerçektir ki Kıbrıs Rum tarafı uzun yıllardır Kıbrıs Türk tarafının 'resmi' kurumları ile işbirliği yapar gibi görünmemek için teknik komitelerin verimli çalışmasına çeşitli engeller koymaktadır. Bu da büyük bir sorundur. İnsani konularda dahi birlikte çalışıp işbirliği yapılamayacaksa, çözüme elverişli bir ortam nasıl yaratılabilecek? Rum tarafı açısından düşündüğümüzde, sorun tam da Kıbrıs sorununun özüne ilişkindir. 'Sahte' dedikleri bir devletin kurumlarıyla işbirliği yaparak kendi elleriyle bu devletin 'yüceltilmesi'ne katkı konulmasını istemeyip, mümkün olduğunca resmiyeti aşmaya çalışarak hareket ediyorlar. Hatta bu konu BM Genel Sekreteri tarafından raporlara da taşınmış, tarafların 'tanınma korkusu'ndan sıyrılıp, insanların hayatlarını kolaylaştırmak için işbirliği yapmaktan imtina etmemeleri yönünde üstü kapalı olarak Rum tarafına açık çağrılarda bulunmasına neden olmuştur.
Önceki dönemlerde Kıbrıs Türk tarafı bu konu üzerinde hassasiyetle durmuş, teknik komitelerin daha verimli çalışabilmesi için suni korkuların aşılması ve toplumlar arasında etkili işbirliği yapılabilmesi ve sadece taraflar arası değil toplumlar arası dayanışma ve güvenin inşa edilebilmesi için neredeyse deveye hendek atlatacak şekilde yoğun çaba ortaya koymuştur. Kısacası, amacın bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olduğunu öne çıkaran ve toplumları merkeze alan bir şekilde konuya yaklaşmıştır.
Şimdi ise, anladığımız, Kıbrıs Türk tarafının sadece müzakerelerin başlaması için değil, aynı zamanda çözümsüzlük koşullarında işbirliği yapılabilmesi için kurulan teknik komitelerde de 'denklik' istediğidir. Bu bağlamda artık 'kurumsal' bir işbirliğinden söz edildiği görülmektedir. Ancak, ne yazık ki bu söylem, ‘taraflar arasında iki halkın günlük yaşamını ilgilendiren konularda daha etkin ve daha fiili bir işbirliği ortamının yaratılması’ adı altında, Kıbrıs Rum tarafının bir zamanlar suni olarak algılanan korkularının gerçeğe dönüştürülmesine neden oluyor. Böylece zaten siyasi sebeplerden yeterince verimli çalışmayan teknik komitelerin daha da siyasileştirilmesi anlamına gelmekte ve olası işbirliği kanallarını daha da daraltmaktadır.
Dışişleri Bakanı’nın dün söylediği gibi, hidrokarbon konusunu da yine bu çerçevede ‘devletten devlete’ işbirliği bağlamına almaya çalışmak ise, Kıbrıs Türk tarafının işbirliğine yönelik söylemlerinin içini boşaltmakta ve Kıbrıs Türk tarafını bütünüyle denklemden çıkarmaya hizmet etmektedir. Kaldı ki bu söylem, Cumhurbaşkanı Tatar’ın halen geçerli olduğunu söylediği, bir önceki Cumhurbaşkanı Akıncı tarafından sunulan hidrokarbonlara ilişkin öneriyle de tamamen çelişmektedir.
13 Temmuz 2019’da sunulan öneri, Kıbrıs adası etrafındaki hidrokarbon kaynaklarına ilişkin faaliyetlerin iki toplumun BM himayelerinde eşit katılımıyla ve AB’nin de gözlemci olarak bulunacağı ortak bir komite tarafından yürütülmesini içermektedir. Ayrıca, bu konuda varılabilecek bir çözümün Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik tarafların pozisyonlarına halel getirmeyeceği de açıkça ortaya konmaktadır.
Hidrokarbon meselesinin kendi egemenlik alanına girdiğini iddia ederek iki toplumlu ortak bir komite tarafından ele alınmasını dahi reddeden Kıbrıs Rum tarafı, ‘devletten devlete’ veya ‘kurumsal’ veya ‘statü denkliği’ne dayalı bir şekilde işbirliği yapılmasına nasıl razı olacak? Razı olmayı bırakın, bunun yangına körükle gitmek anlamına geldiğini görememek bile, mevcut siyasetin iddia edildiğinin aksine ne kadar gerçeklikten uzak olduğunu gözler önüne sermektedir. Elbette, Dışişleri Bakanı ile Cumhurbaşkanının bu konudaki görünürde birbiriyle çelişen söylemleri bir yana, New York’ta bu konuda tam olarak ne söylendiğini veya önerildiğini bilmediğimizi de vurgulamak gerekir.
Ancak, yapılan açıklama ve tartışmalardan ortaya çıkan net bir durum var; o da Kıbrıs Türk liderliğinin siyasetinin aslında insanların yaşamlarını kolaylaştırma gayesinde olmadığı ve statüko sarmalından kurtulma kisvesi altında tam tersine iki taraf arasında hali hazırda mevcut olan siyasi kutuplaşmayı daha da derinleştirdiğidir. Kıbrıs Rum tarafının işbirliği konusunda uzun yıllardır sürdürdüğü sorunları çoğaltan, sıkıntılı yaklaşımını daha da perçinleyerek, sadece siyasi olarak taraflar arasına değil, insani olarak toplumlar arasına daha büyük duvarlar örülmektedir. Bu siyasetle gidildiği sürece de bölünmüşlükten kaynaklanan sorunların insanların hayatlarını kolaylaştıracak şekilde çözümlenmesinden değil, bölünmüşlüğün konsolide edilerek insanların hayatlarının zorlaştırılmasından söz edilebilir ancak.
Ne yazık ki mevcut durumda söylemlerin vadettiği ile pratikte uygulananlar tam bir tezat içerisinde bulunuyor. İşbirliği adı altında bu adanın her iki tarafındaki yaşamlar birbirinden giderek uzaklaştırılıyor. Bu açıdan, mevcut Kıbrıs Türk siyasetinin, şu anda mevcut küresel siyasette de revaçta olan popülizm yoluyla her anlamda ve her alanda sınırları ve bariyerleri pekiştirmeye dayalı olduğu görülüyor. Belki en azından bu bağlamda küresel siyasetle uyum içindeyiz diye sevinebiliriz!