Portakala Ağıt
Farklı dillerde konuşmaya çalışan insanlar gibi anlaşamayan, sahici olamayan, nasıl olmaları gerekiyorsa öğretilmiş davranışlar sergileyen bu kadınla erkeğin, toplumsal cinsiyet rollerine yapışarak sağlıksız bir ilişkiye gömülmeleri.
Pervin Yiğit
*Bu yazı, Kuvvetli Bir Alkış dizisiyle ilgili spoiler içerdiği için, diziyi izlemeyenlerin okuması önerilmez.
“Hepimiz ölmeye mahkûm günahkârlar değil miyiz? Doğmuş olmanın bedelini önce yaşamla, sonra da ölümle ödüyoruz”. F. Nietzsche
Dijital bir platformda Şubat 2024’de yayına giren senaristliğini ve yönetmenliğini Berkun Oya’nın yaptığı “Kuvvetli Bir Alkış” dizisi, varoluşsal krizler, ebeveynlik rolleri, zorla sürdürülmeye çalışılan heteronormatif ilişkiler ile özetlense de kullanılan her bir obje, diyaloglardaki her bir kelime ve dizi boyunca duyduğunuz her bir nota ile çok daha derin bir analizi hak ediyor.
Kuvvetli bir alkışın beğenilen bir durumu onaylamak için olduğu kadar, tam aksine karşı olunan bir durumu protesto etmek için de kullanılıyor olması dizinin dikkat çeken ilk noktası oldu ve bu ikilem dizi bitene kadar da absürtlükle harmanlanarak bize sunuldu. Dizi çocuğunu özel sanan anne ve realist baba, saçma fikirleri ile kendisini dünyanın en değerli girişimcisi gören genç kız ve pesimistliği gaile edinen bir erkek, matematikten anlamayanların yakılması gerektiğini düşünen Antik Çağ’dan kalma bir öğretmen ve çoklu zeka kuramını bilmeden istemeden savunan anne, anne karnındayken sert ses tonuyla devrimci özgürlükçü ideal bilinç gibi görünen Kudret ve yumuşak ses tonuyla normların savunucusu Kudret, hiçbir şeyi sorgulamayan toplumun panelde aslan kesilen ukala fertleri, protein tozu karıştırma sesi fonu ile ağırlaştırılmış müebbet soslu kahvaltı ve benim için en önemlisi travmalarının farkında olmayan ve travmalarını kimlik edinen iki uç noktayı yaşam ve ölüm karşıtlığı temelinde bize, bu ikilemlerin içinde yaşayan hepimize, bazen komedi bazen trajedi şeklinde sunarak mevcut dizi ve filmler içinde bir farklılık yarattı.
Bahsedilen karşıtlıklar içerisinde insanların sahte ilişkilerinin ve çoğu mesajın kör göze parmak şeklinde fazla açık olması zaman zaman rahatsızlık verse de özellikle kadın-erkek arasındaki toksik ilişkinin sıradanlaşması ve otuz sene boyunca aynı “normallikte” devam etmesinin diziye değer kattığı savunulabilir. Başroldeki çiftimiz; Zeynep ve Mehmet dizinin başında yirmilerinin sonunda muhtemelen orta sınıfa mensup (yaptıkları iş verilmese de ikisinin de çalıştığını biliyoruz), herkes gibi bu toplumun ve kültürün travmalarından nasibi almış iki tane sıradan insan.
Çiftin birbirleriyle gerçekten konuşmaya ve birbirlerini dinlemeye çalıştıklarını hiç görmüyoruz. Belki ilişkilerinin başında bu yol denenmiş ve umut kesilince yeni gerçekliklerini normalleştirmişlerdir. Fakat bizim şahit olduğumuz otuz yıl boyunca, farklı dillerde konuşmaya çalışan insanlar gibi anlaşamayan, sahici olamayan, nasıl olmaları gerekiyorsa öğretilmiş davranışlar sergileyen bu kadınla erkeğin, toplumsal cinsiyet rollerine yapışarak sağlıksız bir ilişkiye gömülmeleri ve o kaosun içerisinde kendilerine konfor alanı yaratarak fark etmeden boğulmaları. Cesaret gösterip değişikliğe gitmek istemeyen, anlamak dinlemek yerine, sıradan olaylara gömülmeyi tercih eden, birey olamadıkları için biz kavramına da geçiş yapamayan iki kişinin kurdukları kutsal bir çekirdek ailenin temsili. Bu noktada dizi bize önemli bir kavganın ortasında perdelerin yıkanması gerektiğini söyleyerek hayatınıza devam etmenin, gerçekten hissettiklerinizi, neye ihtiyacınız olduğunu söylemekten, o sorunun kökenine inmekten her zaman daha kolay olduğunu gösteriyor.
Modern dünya artık duygu-rasyonalite ikileminde duyguları minimuma indiren, her şeyi mantık çerçevesine sokma eğilimine direnç gösteremeyen insanların, bebeği kaybolunca bile soğukkanlı olup, ağlamayan, güçsüz olduğunu göstermemek için sahte bir gülümseme altına gizlenen kısaca “-mış” gibi yapan bireylerin dünyası. Duygusal olmak bazen ayıp, bazen sıkıcı, bazen eski moda ve bazen de zayıf olma göstergesi. Bu da aslında insan gibi davranmanın artık istenilmeyen bir durum olduğunu gösteriyor.
Felsefe tarihinde insanı anlamlandırma düşünceleri ilk olarak insanla hayvanı ayırt etmekle başlamıştı. Tam da bu yüzden Aristoteles, insanı rasyonel hayvan olarak sınıflandırdı. Neyse ki çok uzun yıllar sonra, Aydınlanma’nın dayattığı akılcılık sadece doğal bilimlerini değil, hayatın her alanını esir almışken, insanların düşünebildiği için değil, aynı zamanda hissedebildikleri için insan olduklarını konuşmaya başladık. Devamındaki romantizm akımı ile yükselişe geçen bu durum, pek uzun olmayan bir süreçten sonra hem post modernizmin etkisi ile hem de yapay zeka tartışmaları ile yine önemini kaybetmiş görünüyor. Artık günde iki tane reels paylaşan insanların çok yakın arkadaş seviyesine geldiği (onu bulmak için de çaba sarfetmenize gerek yok, zaten beğenebileceğiniz şey önünüzde beliriyor), sosyal medyadaki hikayelerin ortak hatıra biriktirmek sayıldığı, sevgi için değil yalnız kalmamak için beraber olmanın yüceleştirildiği, duygularını kontrol edememenin insani değil de beceriksizlik olduğu bir tüketim toplumunun en önemli nesnesiyiz. Dizide de etraftaki milyonlarca uyarıcının gölgesinde yalnızlığına ulaşamayan, bireyselliğine dokunamayan böylece kendisiyle barışamayan kadın, her gün yaptığı zoraki meditasyon sürecinde neyi neden yaptığını bulmaya çalışıyor. Maalesef kendisi için zaman ayırırken bile, “diğerlerinin” göz hapsinden kurtulamıyor.
“Dünyadan önce kendinizi fethedin” Descartes
Başroldeki kadın meditasyondan medet ummadığı zamanlarda bazen telefonda bazen de eşi uyurken onunla konuştuğunu sanarak aslında kendisiyle konuşuyor. Evliliği sürdürmek ve boşanmak arasındaki kararsızlığı kendi bilinçdışı ile konuştuğu bu zamanlarda arşa çıkıyor. Kocası ile konuştuğunu sandığımız bu diyaloglarda aslında kendisiyle, kendi istediği, arzu ettiği Mehmet ile konuşuyor. Seksi, dürüst, anlayışlı, boş konuşmayan diye tanımladığı bu adam aslında Mehmet değil, Zeynep’in Mehmet’e atfetmek istediği sıfatlar. Shakespeare’in “Beğendiğiniz bedenlere, hayalinizdeki ruhları koyup adına aşk diyorsunuz” derken kastettiği bu illüzyon Zeynep’in aslında Mehmet’e değil, o konuştuğu adama aşık olduğunu söylemesi ile dizide yer buluyor.
Dizide herkes birbirini nesneleştirme yarışında; kadın adamı, adam kadını, anne çocuğu vs. Çocuğu (Metin) bir özne olarak değil, evliliğini sürdürmek için bir tutkal olarak yaptığını gördüğümüz kadın, hastalıklı bir şekilde çocuğu kendi malı görerek hem onunkini hem de kendi hayatını mahvediyor. Kadın “annelik içgüdüm de bok gibi çıktı” diye düşünüp başarısızlığına ağladıktan sonra yeniden bulduğu çocuğuyla ilgili, “bu çocuk benim tabii ki ben karar vereceğim dışarıya çıkmasına” diyerek zaten ilk günden annelik ile ilgili tavrını belli ediyor. Her ne kadar da kafasında kurduğu hayali konuşma sırasında kendi bilinçdışı ile konuşurken çocuğun özgür iradesine ve emeğine hak vermek istediğini belirtse de toplumsal olarak yapması gereken hareketi yapmayı tercih ediyor.
Günümüzde gerek feminizm tartışmalarında gerek psikoloji alanında, annelik içgüdüsü kavramı uzun yıllardır popülerliğini yitirmedi. Biyolojik mi yoksa öğrenilmiş bir kavram mı diye hararetli tartışmaların yaşandığı annelik içgüdüsü, dizide biyolojik olarak tüm kadınlarda olması gereken bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Kadın türünün devamı için çocuk yapıyor ve üstün bir beceri kazanarak çocuğunu koruma ve kollama gücüne sahip oluyor. Tam da bu yüzden, çocuğunu önce kaybetmesi sonra da o süper gücüne rağmen bulamaması kadın için sınıfta kaldığının bir işareti. Zaten çiftin her ikisinin de anne-babalarıyla olan konuşmalarında, sevilmeyen ve beceriksiz olarak yargılanan çocuklar olarak büyüdüklerini görüyoruz. Ailelerinde en basit şekilde sevginin ya da gösterilmesi gereken duygunun diyelim, ortaya çıktığı tek yer beslenme konusu. Her iki taraf da birbiriyle yemek, içmek ve bununla beraber sağlık üzerinden iletişim kuruyor. Çocuğun başını sevmek yerine, çocuk yesin diye çikolata almak şeklinde gösterilen beceriksiz sevgi dili dizide anne sütü, sıcak çikolata, smoothie ve en son da kefir olarak kendini gösteriyor. Baba ise kendi babasından gördüğü gibi yargılayıcı, suçlayıcı, hiçbir şeyi beğenmeyen bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Baba, bildiğini, gördüğünü, kendisine ailesi tarafında öğretilen baba olma halini hayata geçiriyor, çünkü yine bilinen konfor alanı zehirli olsa da değişime yeğleniyor.
Çocuğun büyüdüğü bölümlerde ikili ilişkilere dair absürtlüğün ve klişelerin yanında ergenlik ve yetişkinliğe dair harika saptamalar da var. Bu kısımlarda sürekli etrafımızda olduğu için maalesef artık körleştiğimiz genç Ahular ve onlara benzemeden kendisini gerçekleştirme yolunu bulamadığı için sistemi toptan reddetmiş nihilist Metinler arasındaki karşıtlığın objektif bir şekilde verildiğini söyleyebiliriz. Genç kızın takılmış bir halde iyi kahveden bahsetmesi, ekşi maya diş macunu, vegan şal, sıfır hayvansal yağla elektrikli çarık üreten çoook yakın arkadaşlarını dahi olarak nitelendirmesi, muhtemelen birbirlerine sosyal medyada attıkları kalpler kadar yakın olan dostların dahiyane fikirleri bu kuşağın ağır eleştirilerine maruz kalsa da doğru noktalara parmak basıyor. Genç Metin’in bu gibi insanları tolere edemeyecek kadar sisteme direndiğini zaten çocukluk hallerindeki ilk ayrılık konuşmasında da görmüştük. İki çocuk da beş yaşındaki halleri ile tutarlı bir şekilde büyüyor; küçük Ahu’nun küçük Metin’i derin ve duygusal olarak ve tabii ki sıkıcı olarak yargılaması ile başlayan dünyaya dair daha optimist ve uyumlu süreci, Metin’e “herkesin varoluşsal sancıları ve yalnızlığı var ama biz yaşamayı seçiyoruz” diyerek karşı çıkması ikisinin nasıl birer hayat süreceğine dair ipuçlarını veriyor. Bir yandan yaşama geldiysek ondan zevk alacağız diyen Ahu, diğer yanda doğmayı istemediği için bu hayattan zevk almayı reddeden, sekiz saatlik ayrılık acısını seksen seneye sığdıramayacak olan Metin. Yine burada asla kendi hayatları ile ilgili sorumluluk almayan modern insanın, olası bir ayrılık konuşmasında göstermelik olarak kendini suçlamasının karşıtlığı var. Küçük Ahu, bir yandan ayrılıkla ilgili Metin’i suçlarken (ben başkası ile bakışırken, sen neredeydin diyerek) bir yandan da ayrılığı kolaylaştırmak için, sorunun kendisinde olduğunu gösteren klişelerin hepsini söylüyor. “Ciddi bir ilişkiye hazır değilim, iyi değilim, seninle alakası yok, kafamı toplamaya ihtiyacım var” gibi cümlelerle sorumluluğu kendi üzerine alıyor gibi görünse de aslında hayatı kendisi için kolaylaştırmaktan, karşısındaki insanı, ilişkiyi hemen tüketip, yeni sayfaya geçmekten başka bir amacı yok. Duygusallığa saplanmadan, mantıklı olanın yapılması ve bu uğurda her şeyin söylenmesi modern toplumun olmazsa olmazı olarak bir kez daha karşımıza çıkıyor. Bu pragmatizmi 5 yaşında öğrenemeyen Metin’in okula başladıktan sonra, diğer çocuklar ile bir ortaklık kuramaması, yalnız kalması, kendisini odasına kapatması, ergenliğin de yol açtığı sorunlarla baş edememesi zaten tahmin edilebilir bir süreç olduğu için de şaşırtmıyor.
“…selülit ve ketojenik diyetlerinizle
aralıklı oruçlar, aralıksız savaşlar
sahte barışların yalan tebessümleriyle
hep yetişkin taklitleri yapıyorsunuz
sizi gibi bedeni büyükler
sizi gidi sözde yetişkinler
anlamın cenazesi kalktı, gözün aydın…” Metin (ergenlik dönemi)
Metin’in ergen halinde annesinin doğum günü için yazdığı rap şarkısı için söyleyecek çok söz var fakat şarkının kısaca hayatımızdaki anlam arayışının olmamasından birbirine benzeyen yetişkinlerin sorumlu olduğunu gösteren şiddet kokan bir isyan olduğunu söylemek mümkün. Başka bir yerde Metin’in şiddet eğilimli olmasına, içindeki öfkeyi dışarıya vurmasına hiç değinilmese de beden dili ve söylemlerinden dolayı bu öfkeyle baş edemediği de söylenebilir.
Babanın üstten bir tavırla “kendisine layık” olmayan çocuğunu eleştirirken terbiyesiz herif demesini Metin ciddiye almazken hatta konu ile ilgili sahne adım olsun diyerek şaka yaparken, ayran gönüllü olduğu söylendiğinde beklenmeyen bir tepki veriyor. Çocuğun hiçliğe, boşluğa olan takıntısı, anlam arayışını bırakması ve ilk aşkının hatırı için bile yaşamayı seven bir insan rolü yapmayacağı ve bunu her ne pahasına olursa olsun istikrarlı bir şekilde yapacağı “ayran gönüllü” suçlamasını kabul etmemesinde görülüyor. Çünkü Metin asla bu fikrinden vazgeçmeyecek, asla mutlu olmayacak, sırf para kazanmak için bir meslek sahibi olmayacak ve her zaman derin aylaklığında varoluş hastalığı ile savaşmadan yok oluşunu bekleyecek.
Böylesi bir durum eleştirisi yaparken senaristimiz her fırsatta herkesi terapiye göndererek, bir darbeyi de bu alana vuruyor. Mehmet’in rüya sekansında iletişim kurmak yerine “seni terapistime şikayet edeceğim” diyen kız çocuğu, sonrasında ergen Metin’in terapistinden bahsetmesi, çiftin zaten terapiye beraber gitmeleri gibi anlarda da birbirleri ile konuşmak yerine terapiden medet umarak hepimize benzeyen modern insanlarla karşılaşıyoruz.
“Ben kendimle ilgili bütün meseleleri bu ilişkiye yüklemişim, yalnız kalamadığım için sevgili oldum seninle, ayrılamadığım için evlendim, boşanamadığım için çocuk yaptım, böyle böyle otuz yıl geçti.” Zeynep
Herkesin hayatta bir amacı olmalı, onu gerçekleştirene kadar uğraşmalı derken Zeynep’in hayattaki yegane amacının boşanmak olduğunu görüyoruz. Kendi meseleleri diye adlandırdığı travmalarını çözmek yerine, sessize alıp, meditasyona gömülüp kendini susturmasının aslında boşanmamak adına olduğunu fark ediyoruz. Yalnızlıkla baş edemeyecek kadar kendini değersiz gören insanların, tek kelime konuşamadığı eşleri ile önce beraber olup, ayrılamadığı için evlenip, boşanmasın diye çocuk yaptığını Zeynep özelinde bir daha anlıyoruz. Çocuk beş yaşına gelmeden önceki zamanları izlerken Zeynep’in aidiyetsizliği bizi de boğuyor; fakat küçük Metin ile konuştuğu bölümde artık ölene kadar boşanmayacağı, o evi zihinsel hapishanesi olarak gördüğü gözümüze sokuluyor. Etrafında kimse olmayan Zeynep, çocuğuna kaldıramayacağı bir yük bindiriyor; “sen benim en yakın arkadaşımsın, her şeyi senden öğreniyorum” diyor. Metin’in ergenlikte içine kapanık, dünyadan kopuk, odasından çıkmayan bir insan olma sebebinin büyük bir kısmının bu yük olduğunu söyleyebiliriz. Kadın yıllar geçtikçe çocuğunu kocası ile bile paylaşmak istemeyen, onu hep kendi tarafına çeken, sadece anlık yüzleşmelerden sonra kocasına “boşanalım hadi” diyecek kadar dengesiz ve kendini bilmez bir tavra bürünüyor. Ne hissettiğini ne istediğini bilmiyor; o dengesizlikle bir o yana bir bu yana savrulurken de kendi benliğini tamamen unutuyor; yaşama amacını çocuğa yüklüyor. Çocuktan sonra çiftin birbirlerine konuşurken isimlerini kullanmayı bırakıp “annesi” ya da “babası” olarak hitap etmeleri de artık bireyselliklerini çöpe attıklarını, varoluşlarını sadece çocuğa bağladıklarını temsil ediyor.
Yaşlanıp, çocuktan umudunu kesince de Zeynep yine yegâne amacını hatırlıyor ve “ölmeden önce halledelim şu işi, boşanalım” diyor. Son lahmacunu bile paylaşmayı beceremeyen iki insan, belki de ilişkinin başında birbirlerini kırmamak için gizledikleri bireysel istekleri yüzünden yavaş yavaş birbirlerinden kopuyorlar ve aynı dili konuşup anlaşamayan, birbirinin bilinçlerinin farkında olmayan iki insana dönüşüyorlar. Yaşlı hallerinde, belki de ömrünün en kötü gününü geçirmiş olan, panelde oğluyla tartışıp, yatağında oğluyla beraber “ben yalnızım ben de yalnızım” nidaları ile ağlayan Zeynep, kocası eve gelince buzdolabında yemek var diyecek kadar kendi benliğine yabancılaşıyor; o yatakta Kafka’nın böceğine dönüşüyor.
Dizi özellikle kadının bu zamanlarında oğluna yaptığı duygusal manipülasyon ile ona vicdan azabı hissettirmesini iki tarafa hak verdirecek kadar iyi işlemiş. Çoğumuzun yaşadığı, yaşlı ebeveynler ve bizim hayatımız arasındaki ikilemin sonucu hissettiğimiz o ağırlık, Zeynep’in “ben anneyim, tüm anneler adına konuşuyorum” diyerek kendisini haklı görmesi ile iyice rahatsızlık veriyor. Fakat yazının başında da belirttiğim gibi böylesi bir senaryonun ebeveynlik sorgulamaları ve varoluşsal sancılarla özetlenmesi diziye hak ettiği değeri vermemektir. İlk bölümde gök gürültüsünde korkan adamın, yemek getiren paketçi çocuğa bağırma cüreti gösterebilmesinden tutun da rüya sekansında kızını şımartıp övmezse onun toplumdan dışlanacağını savunan annenin diyaloguna kadar tüm noktalar iyi toplumsal gözlemlerin sonucu olarak görülmelidir. Kudret’in anne karnında “Bir gün gelir, paran terapiye yetmez kardeş. Köprüden atlarken görmeyim bak seni haberlerde, trafiği tıkama” cümlesi ise yaşamımızın ne kadar değersiz ve başkaları için sadece bir bedenden ibaret olduğunu gösteren, toplumun köprüde intihar eden birisine üzülmek yerine, akmayan trafiğe küfrederek, ölecek başka yer bulamadı mı diye sorduğu acımasız bir gerçekliği yaşadığına örnektir. Kuvvetli Bir Alkış belki yepyeni bir şey söylemiyor; içerisinde yaşadığımız dünyayı bize ekrandan seyrettiriyor ama sanat da zaten mevcut olanın farklı ve özgün bir şekilde anlatılması değil mi?
“Doğuş ve zincir eşanlamlıdırlar; güneşi görmek, kelepçeleri görmek”. Emil Michel Cioran
Dizi Camus, Sartre, Kierkegaard, Nietzsche ve çokça Freud referansları ile özgünlüğe ulaştığı için benim hayranlığımı kazansa da bazı noktalarına karşı çıkmadan edemeyeceğim.
Anne karnındaki monolog ve diyaloglar varoluşçu felsefe açısından yorumlandığında insanın anlam arayışı, nihilizm, öz, bilinç gibi konularda değerli tespitler verse de psikolojik olarak çocuğun annesinden tüm travmalarını ödünç aldığını savunmasıyla indirgemeci bir tavır sergilemiştir. Çocuğun travmaları anneden aktarıldığı için varlığını özgürce oluşturamamış böylece var oluşu da özgürlük tartışmalarının dışına savrulmuştur. “Şu annemin içine bak ya sen, hırsız evi gibi. Atmış içine, sıkış sıkış. Sabaha kadar meditasyon yapsa ne olacak bu kadın?” diyen çocuk, üstü kapalı bir şekilde bulunduğu durumdan ve hayata gelmek zorunda kalmasından annesini suçlamaktadır. Bir yandan annesinin mutsuz olması, içine her şeyi atması, duygularını belli edemeden hep örtük bir şekilde içine dönmesine üzülen çocuk, diğer yanda da çocukluk objeleri ile dolu bir bilinçdışına bakarak bu hayata gelmek istemediğine karar veriyor.
Peki bulunduğu anne karnı daha farklı bir bilinçdışı sunsaydı, çiçeklerle, mutlu aile fotoğrafları ile “değerli” çocuk objeleri ile donatılmış bir yer olsaydı, çocuk yine aynı direnci gösterip, portakala dönmek isteyecek miydi? Eğer cevap hayır ise çocuğun amaçsızlığının tek sebebinin annesi olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer bir sorun da çocuğun annesinden aktarılan travmaları ile baş edemeyeceğini en başından kabul etmesi; bu nokta da zaten varoluşçu felsefeye tamamen zıt olan bir durum. İnsanı nesnelerden ayıran temel özellik bilinç ise ve insan kendi bilincini özgürlüğe mahkûm olarak kendisi oluşturuyorsa, doğmadan önce annesinin travmalarını bilen Metin’in, ergenlik döneminde kendi varoluşunu yaratması gerekiyordu. Fakat Metin’e baktığımızda, annesinin travmalarını kendisininkilerle birleştirip nihilist olduğunu görüyoruz. Tabii ki burada Metin’in nihilizmi özgürce seçtiğini, bir varoluş amacı olarak nitelendirdiğini de okuyabiliriz ama dizide bunu yapabilmemiz için bize sunulan herhangi bir konu, kitap veya anı yok. Metin herhangi bir olaydan sonra ya da okuduğu kitaplar aracılığı ile hayata bakışını değiştirmiyor; örneğin dünyadaki haberleri takip edip dünyanın kötü bir yer olduğuna karar verip neden geldiğini sorgulamıyor, ya da varoluşçu, nihilist yazarları okuyup hayatı üzerine düşünmüyor. Aksine DJ’lik yaptığı dönemde kendi evini gösteren karelerde evinin annesinin karnının içi gibi dolu olduğu bize veriliyor; Metin uğraşmadan, didinmeden, var olmaya çalışmadan, anne karnındaki travmalarının üzerine kendi benliğini de koyup orada kayboluyor. Fakat bu kayboluş özgürce yapılan bir tercih mi yoksa anneden aldığı mirası değiştiremediği için bir mecburiyet mi; bunu anlayamıyoruz. Konuya dair sorgulama yapılacak tek nokta olan reenkarnasyon konusu bile boş bir isyankarlıkla geçiştiriliyor. Kaldı ki, doğmadan önce sadece annesinin bilincinden rahatsız olduğu için dünyaya gelmek istemediğine karar veren bir bilinç, muhteşem bir hayata sahip olsa dahi yine portakalda vitamin olduğu günlere özlem duyacaktı. Bu dünyaya gelmek isteyip istemediğim bana sorulmadı tartışmasından hareketle yaratıcı bir çıkış yapan senaryo, bu konuyu özgürlüğe bağlama noktasında bekleneni veremedi. Çocuğun anne karnındayken, Kudret’in doğmamasını önerdiği yerde, “artık çok geç, odam falan hazırdır benim” diye cevap veren Metin ile sonrasındaki aylak, anlamsız, ölümü bekleyen Metin tutarsızlık yarattı. Annesini üzmemek, hazırlanan odada yaşamak için dünyaya gelen Metin’in annesini kırmamak için en azından son sahnede kendisini öpmesine izin vereceği beklentisi oluşturdu. Tutarsızlık olarak eleştirilen yerler, Metin’i nihilist olarak göstermek amacıyla bilerek yazılmış olabilir, fakat bu kez de yine yukarı belirttiğim özgürlük sorunu ortaya çıkacaktır.
Bir adım ileriye giderek kadın erkek ilişkisinde yine kadının hatalı olarak resmedildiği eleştirilebilir. Özellikle kadının çocuğa karşı olan aşırı korumacı tavrı ile gittikçe silikleşen baba, yaşlılık hallerinde tamamen ortadan kaybolur. Senarist bunu özellikle yapmışsa, sadece çocuğun değil, babanın da nesneleşmesinden yine annenin sorumlu olduğu sonucu maalesef çıkarılabilir.
Oedipus kompleksini iliklerimize kadar hissettiğimiz için göze batan bu hatalar, çocuk kız olsaydı büyük bir ihtimalle farklı bir şekilde gösterilecekti; belki cinsiyet değişince anne-oğul ilişkisinden dolayı çıkan sorunları feminist bir okuma yaparak bu kadar eleştirmeyecektik. Gerçi, Freud’u gözümüze her karede sokan senarist, çocuk doğmadan önceki bir diyalogda baba adayına “Kız en çok babaya düşkün olur, en çok bana düşkün olan biri olsun istiyorum hayatımda, annemden devralsın bayrağı” cümlelerini kurdurarak hem Oedipus’a hem de Elektra’ya selam çaktı, fakat bu tartışmalar hem havada kaldı, hem de böylesi ağır bir Freud bağlılığı, özgür bilinç kavramını çöpe atarak, Metin’i ve diziyi de determinist bir kuyuya attı.
Anne karnında gördüğümüz yılanın son sahnede kafasının okşanması, devamında Metin’i öldürmesiyle tekrar anne karnına dönüşü temsil etmesi de yine fallik bir sembol olarak yılanın anne-oğlan çocuğu arasındaki ilişkiyi tamamen domine ederek özgürlük tartışmalarına darbe vurdu. Anne karnındaki yılan fotosunun, herkesin evinde olan çok sıradan ve yaygın bir çerçeve motifi ile görünmesi de tüm kadınların tamamen “aynı” şekilde kadınlık ve erkeklik gerçekliklerinden etkilendiğini bize sunarak, herkesi aynı seviyeye çekti ve sıradanlaştırarak, bazı travmaları çözemeyeceğimizi Freud kalkanıyla meşrulaştırdı. Kadının hayatının çocuktan ibaret olarak gösterilmesi, işle ilgili tek bir kelimenin olmaması, kendine dair yaptığı tek şeyin meditasyon olması (onu da boşanmamak için kullanıyor) rahatsız eden diğer noktaları oluşturdu. Erkeğin de kendi hayatına dair mesajların verilmemesi ve hem bireysel hem de toplumsal olarak yok olmasının da vebali kadına kaldı. Kısacası kocasıyla yüzleşmemek ve boşanmamak için meditasyon ve çocuk yapan bir kadının, hastalıklı bir tavır ve aktardığı travmalarla ailesini mutsuz ettiği yorumuyla özetlenmeyi hak etmeyen bir dizide böylesi hataların dizinin temel felsefesine zarar verdiği söylenebilir.
Kendini yersiz yurtsuz hisseden, dünyadaki kötülüklerden dolayı insanlıktan nefret eden, dünyaya gelmeme hakkı olsaydı kesinlikle kullanacak olan çok insan var. İşte tam da bu yüzden, yukarıda bahsettiğim eksikliklere rağmen bizi bu kadar rahatsız edebilen Kuvvetli Bir Alkış hayranlık uyandırıyor. Camus’nun da dediği gibi;
“Ölümle biten yaşam saçmadır, evet. Bunda kuşku yok. Ama, yaşam ölümle bitiyor diye, kapayacak mıyız gözümüzü, yüreğimizin kapılarını bu yaşanası dünyanın güzelliklerine, bunlar yanında insanların acılarına, çaresizliklerine? Madem ki yaşıyoruz, yaşadığımız sürece mutlu olmaya, sağımızda solumuzda mutluluk yaratmaya bakmalıyız. Mutluluk, bir yerde ve her yerde, hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmekti”.