1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Prodor’dan güzel hatıralar...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Prodor’dan güzel hatıralar...”

A+A-

Gazeteci arkadaşımız Hrista Ntzani, “Aynikola’dan hatıralar” başlıklı yazımızı okuyunca, Aynikola yakınlarındaki Prodor köyünden olan annesinin hatıralarını bizimle paylaştı...

Hrista Ntzani, annesinin hatıralarıyla ilgili olarak şöyle yazdı:

“Sevgili Sevgül,

“Aynikola çevresindeki köylerden dostluk hikayeleri – ikinci bölüm” başlıklı yazını, 6 Şubat 2022 tarihinde POLİTİS gazetesinde okudum.

Pretori (Prodor) benim annemin köyüdür, orada 1948 yılında dünyaya gelmişti.

Yazıda Mehmet Birinci, Prodor’daki kahvehanede gördüğü yakın ilgiden ve misafirperverlikten söz ediyor – sözünü ettiği kahvehane annemin vaftiz babası ve ninemin kardeşi yani annemin dayısına aitti, onun adı Grigoris Dimitriu Metaksodos idi...

Grigoris’in babası (benim büyükdedem) Dimitris Metaksodos, Kıbrıs’ta ilk otobüslerden birisinin sahibi idi ve bu araç bölgedeki ilk araçlardan birisi idi – numarası 13 idi, akrabalarımızın hatırladığı kadarıyla... Prodor’dan Baf’a kadar uzanan bir güzergah üzerinde seyahat ediyor ve ayrıca posta hizmetlerini de yürütüyordu bu şekilde.

1928 yılında otobüsü satın alıp da Prodor’a götürdüğü zaman, civar köylerden insanlar toplanarak bu otobüse bakmaya gelmişlerdi ve “Metaksodos tekerlekli bir kutu satın aldı” diye konuşuyorlardı!

Senin makaleni okuyunca, kahvehanenin sahibi olan Grigoris dayımızın kızı, Leymosun’dan Elenitsa teyzemiz, Mehmet Birinci’nin dedesinin yalnızca bir galliga değil, aynı zamanda hayvan alıp sattığını da hatırladı – komşu köylere çiftlik hayvanları satmaktaydı, işi buydu...

2011 yılının Mart ayında bir gün Kıbrıslıtürkler’in Türkiye’den daha fazla bağımsızlık talebiyle yaptığı büyük bir mitingi gazeteci olarak Sarayönü’nde izlerken, Baf’ın Aynikola köyünden Semih Arslan isimli yaşlı bir adamla tanıştım.

Çok heyecanlanmıştım, “Ben de Prodor’danım!” demiştim kendisine. O zaman bana ailemin kim olduğunu sormuştu, ben de ona Metaksodos’un torunu olduğumu söyleyince, “Aaah, otobüs şöförü!” demişti. “Eğer yalnızca biz Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar olsak, tamam, çok güzel birlikte yaşayabiliriz. Ancak eğer yabancılar olursa, Amerikalılar falan, bu iş çalışmaz” demişti Bay Arslan o gün bana.

Metaksodos’un kızı olan güzel büyükannem Hristalla’nın da Prodor’da yaşayan ama sonra köyden ayrılan Kıbrıslıtürkler’le kısacık birlikte yaşanmışlıklarından güzel hatıraları olduğunu da hatırlıyorum. Ve babası Metaksodos’un da ölünceye kadar yakın köylerden pek çok Kıbrıslıtürk arkadaşı vardı...

Birkaç yıl sonra Lefkoşa’da bir Fransız’la tanışmıştım, adı Dominique idi ve başka şeylerin yanısıra Aynikola’dan bal da satıyordu. Bunu görünce, hemen o baldan bir şişe sipariş ettim. “Ancak bu bal Kakobedriya yakınındaki Aynikola’dan değil, Baf’ta küçük bir köy olan Aynikola’dandır – pek az insan bilir bunu” demişti. Daha fazla detay isteyince, bir şarap fabrikası yakınında Aynikola ile Prodor arasında bir bölgeye arılarını yerleştirmiş olduğunu anlatımıştı... İşaretlere bakınca, Dominique’in arılarının büyük olasılıkla annemin o bölgede bulunan badem ağaçlarını da ziyaret etmekte olduklarını anlayıp gülümsedim.

Bu kadar küçük köyde bunca çok uygarlıkların toplanmış olması insana tuhaf geliyor ancak asırlar boyunca Kıbrıs’ın öyküsü de tam olarak bu değil midir?

Hrista Ntzani”

Hrista arkadaşımıza çok teşekkürler bu hatıraları derleyip bizimle paylaştığı için. Biz de onun bu hatıralarını Mehmet Birinci arkadaşımızın babası Tekin Birinci’ye aktardık – Tekin Bey bize, Hrista’nın “Metaksodos” dediği büyük dedesine Kıbrıslıtürkler’in “Metaksa” dediğini, Metaksa’nın çok iyi Türkçe de bildiğini hatırladığını söyledi...

on-tarafta-sapka-giyen-adam-prodorda-kahvehane-sahibi-grigoris-dimitriu-metaksodos-prodorda-bir-bag-bozumu-sirasinda-goruluyor.jpg
Ön tarafta şapka giyen adam, Prodor’da kahvehane sahibi Grigoris Dimitriu Metaksodos, Prodor’da bir bağ bozumu sırasında görülüyor...

 

“Hayatını Ermeni yetimlere adayan hemşire: Bodil Katharine Biorn...”

Ohannes Kılıçdağı

Biorn 1871’de, Norveç’in güneyinde küçük bir kasaba olan Kragero’da, varlıklı bir ailenin kızı olarak doğmuş. Hemşirelik eğitimi alıp hemşire olmuş. Kadın Misyonerler Teşkilatı’na girmiş ve bu kurum tarafından 1905’te hemşirelik yapmak üzere önce Mezre’ye (Elazığ), sonra Muş’a gönderilmiş. Ermenice, Türkçe ve Arapça öğrenmiş. Muş’ta bulunduğu sırada, 1915’te, kendi uhdesindeki yetimler de dahil, Ermenilerin katline tanıklık etmiş. Yetimhane ateşe verilince çocukların birçoğu kurtulamamış.

Misyonerlik meselesine bu köşede yıllar içinde çeşitli vesilelerle değinmişimdir. Pek tabii, köşe yazılarıyla tüketilemeyecek bir konu bu. Türkiye’de çoğunlukla belli bir ideolojik açıdan ele alındığı için, misyonerlik hakkında yapılan çalışmaların sayısı bir yana, çoğu zaman aynı ezberleri, misyonerlerin ajan olduğu, misyoner okullarının Osmanlı’nın yıkılışında önemli rol oynadığı gibi iddiaları tekrarladıkları görülür. Bu, resmî diyebileceğimiz bakış açısı, Osmanlı-Türkiye bağlamı söz konusu olduğunda nerdeyse bir asırlık bir olgu olan misyonerliği de, misyonerleri de inanılmaz ölçüde basitleştirir, indirger, misyonerler arasındaki çok önemli farklılıkları görmezden gelir ve onları, Katolik olsun, Protestan olsun, tek bir amaç yani Osmanlı’nın yıkılması için çalışan, kendi içinde organize bir grupmuş gibi yansıtır. Komploculuğu da cabası. Misyoner dendiğinde, akıllarına neredeyse sadece Amerikalı erkek misyonerler gelir. Hâlbuki, misyonerler arasında çok çeşitli ülkelerden kişiler ve bunlar arasında çok sayıda kadın misyoner vardı. Bu hafta size, misyonerler arasındaki çeşitliliği de gösteren bir örnekten bahsetmek istiyorum: Norveçli Bodil Katharine Biorn.

Biorn 1871’de, Norveç’in güneyinde küçük bir kasaba olan Kragero’da, varlıklı bir ailenin kızı olarak doğmuş. Hemşirelik eğitimi alıp hemşire olmuş. 1903’te Alman ve İskandinav misyonerlerin verdiği derslere katılmaya başlamış. Bu dersler hayatının gidişatını değiştiren bir etken olmuş. Kadın Misyonerler Teşkilatı’na girmiş ve bu kurum tarafından 1905’te hemşirelik yapmak üzere önce Mezre’ye (Elazığ), sonra Muş’a gönderilmiş. Gene bu kurumun sağladığı finansmanla ve Alman misyonerlerin işbirliğiyle (evet, Osmanlı’nın savaştaki müttefiki olacak Almanların da Anadolu’da misyonerleri vardı) Muş’ta yetimhane, okul ve bir ambulans istasyonu açmış. Ermenice, Türkçe ve Arapça öğrenmiş. Muş’ta bulunduğu sırada, 1915’te, kendi uhdesindeki yetimler de dahil, Ermenilerin katline tanıklık etmiş. Yetimhane ateşe verilince çocukların birçoğu kurtulamamış.

“Yetimlerimi kaybettikten sonra psikolojik olarak sarsıldım. Fakat duyduğum derin umutsuzluk bile o yeri terk edip ülkeme dönmeme neden olmadı. Beş ay Harput’ta kaldım ve Muş’a dönmenin yollarını aradım, belki yetimlerimden bazılarını sağ bulup kalbimi bir ölçüde teselli edebilirdim” diye anlatıyor o zamanı. En azından bir süre daha sağ kalanlara yardım elini uzatıyor, evsiz kalmış birçok dul ve yetimin hayatını kurtarıyor. Yalnız o kadar da değil; günlüğüyle ve fotoğraf makinesiyle, gördüğü korkunç trajedileri ve görüntüleri birinci elden bir tanık olarak kayıt altına alıyor. Günlüğünde bizzat gördüklerini, Muş Ermeni mahallesinin nasıl topa tutulduğunu, evlerin nasıl ateşe verildiğini anlatıyor. Çektiği fotoğrafların arkasına notlar düşerek bir albüm oluşturuyor. Bu günlük ve albüm, ölümünden onlarca yıl sonra, torunu Jussi Flemming Bioern tarafından, son 25 yılını geçirdiği evin tavan arasında bulunuyor ve böylece Ermeni Soykırımı’na dair belgeler biraz daha zenginleşmiş oluyor. (Torununun Biorn’ün hayatını anlattığı bir söyleşisini şurada, fotoğraflardan örnekleri burada bulabilirsiniz.) (Konumuz o değil ama yeri gelmişken bu örneğin, ‘arşiv’ denen şeyin sadece devlet arşivlerinden ibaret olmadığını, bilakis ne kadar çeşitli olabileceğini gösterdiğini belirtmeden geçmiş olmayayım.)

1917’de, evlat edindiği Rafael (Sarafyan) adlı, iki yaşındaki Ermeni yetimle birlikte Norveç’e gidiyor. Fakat, aklında para toplayıp yetimlerin yanına dönmek var. 1921-22’de bu sefer Aleksandropol’e (Gümrü) giderek orada ‘Lüsağpür’ (nur, ışık kaynağı) isminde bir yetimhane açıyor. Fakat, 1924’te Sovyet Ermenistanı hükümeti, yetimhaneyi kapatıp Biorn’ü ülkeyi terk etmeye zorluyor. Halep’e geçiyor, Norveç’ten topladığı paralarla bir yetimhane de orada açıyor ve 1934 yılına kadar oradaki ve Lübnan’daki Ermeni mültecilere yardım için çalışıyor. 1960’ta, 90 yaşında ölen Biorn’ün anısına Halep Ermenileri tarafından yaptırılan anıt, bugün Kragero belediye binası olan, doğduğu evin önünde duruyor.

Biorn’ü ve onun gibi birçoklarını (sadece Kadın Misyonerler Teşkilatı Anadolu’ya Biorn gibi 22 kadın misyoner göndermiş) Norveç’ten, Danimarka’dan kaldırıp 1900’lerin başında Anadolu’nun o zaman için ücra köşelerine getiren, şüphesiz, çok kuvvetli bir motivasyon ve his olmalı.

Acaba bu kuvvetli motivasyon, Türkiye’de resmî tezin misyonerlere atfettiği gibi “Osmanlı’yı yıkmak” mıydı? Başka bir deyişle, bu kadın misyonerler İskandinavya’dan yola çıkarken kafalarındaki amaç ve plan “Osmanlı’yı yıkmak” mıydı? Bunu, gittikleri yerlerde okul, yetimhane, dispanser açarak mı yapacaklardı? Yoksa, bu insanları, en azından aralarından bazılarını anlamak için daha incelikli bir yaklaşımla iç dünyalarına mı bakmak gerekir? Mesela, Biorn Norveç’teki rahat ve zengin hayatını terk edip, neden Muş’a gelmiştir acaba?

(AGOS - Ohannes Kılıçdağı – 6.2.2022)

Bu yazı toplam 1776 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar