Prokrustes’in Yatağı
Prokrustes’in Yatağı
Hakkı Yücel
[email protected]
Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te Lozan’a razı ettiler. Birileri de bunu zafer diye yutturmaya çalıştı” sözleriyle başlattığı ‘Lozan’ tartışmasının, “zafer-hezimet” dikotomisi üzerinden kopardığı fırtına, bana mitolojinin efsanelerinden birini hatırlattı. Prokrustes Yunan mitolojisinde adı geçen bir kahraman (bir haydut). Rivayete göre Atina ile Megara yolu arasında yaşamış. Alamet-i farikası ise boyu kendi boyuna uygun demirden yatağı. Ancak ‘yatak’ deyip geçmemeli; Prokrustes’in kendisi için, kendi boyuna uygun yatağı, ona göre standart/ideal mutlak bir form. O kadar ki Prokrustes kendisi için ideal olanı, herkes için de ideal/değişmez kabul ediyormuş. Böyle olunca da yoldan geçen yolcular yatağına yattıkları zaman boyu kısa olanı, boyu yatağa denk gelene kadar gererek uzatır; uzun olanın boyunu ise bacaklarını keserek yatağa uygun gelecek şekilde kısaltırmış. Efsaneye göre Theseus sonunda aynı yöntemleri kullanarak Prokrustes’i öldürmüş; ancak ‘Prokrustes Yatağı”, antik çağda tek biçimciliğin/tek boyutluluğun ve dogmatizmin/mutlakçı anlayışın sembol örneği olarak tarihteki yerini almış. Asırlar öncesinin efsanesini bugüne taşımak ve şu mahut tartışmayla ilişkilendirmek aşırı bir zorlama olabilir mi? İyi de, kendi yatağında (kendi gerçekliğinde) yatan yolcuları o yatağa (gerçekliğine) uydurmak için kendince gerip uzatan ya da kesip biçerek kısaltan Prokrustes ile, tarihsel bir olguyu kendi zihniyet/algı dünyasının gerçekliğine göre kurgulayan (geren ya da kesip biçen) ve buradan kendince sonuçlar çıkaran zihniyet arasında, zamanı ve mekânı aşan, bir benzerlik yok mu? Ve dahası aynı ‘tarihsel olgu’yu “zafer-hezimet” dikotomisinden birine mal etmede ve hangisine mal edilirse edilsin, mutlak doğruluğunda ısrar etmede bir tuhaflık yok mu?
“Tarih Nasıl yazılır?” kitabında (Metis Yayınları) Paul Veyne, “Esas olarak tarih” diyordu “belgelerden edinilen bilgidir. Ancak, belgelerin hiçbiri olayın kendisi olamayacağından, tarihsel öyküleme bütün belgelerin ötesine geçer.” Bu ‘öyküleme’ karakteridir ki tarihi “kesinlik peşinde koşan bilimden” ayırır. Bir başka ifadeyle “gerçeğin, hakikatin peşinde olan tarih”, kesinlik peşinde koşan bilimlerden farklı olarak norm dayatmaktan çok, öznelliğin öne çıktığı bir alandır. Eğer böyleyse o takdirde ‘tarihsel bilgi’yi oluştururken temel alınan ‘tarihsel belgeler’, ona bakan görüşün öznelliğiyle (perspektifiyle) kuşatılmış, ona göre kurgulanmış, oradan hareketle ‘tarihsel olgular’ haline dönüştürülmüş demektir. Ya da P.Veyne gibi söyleyecek olursak “tarihsel bilgi, sakatlanmış belgelerin oluştuğu kalıba göre kesilip” biçilmektedir. Sadece bu kadar da değildir; ‘tarihsel belge/olgu’ya bakan göz (görüş), onların hangisinin öne çıkarılmasına (hatırlanmasına), hangisinin göz ardı edilmesine (unutulmasına) de kendi meşrebine göre karar verebilmektedir. Yani ‘tarihyazımı’ bir bakıma onu yazanın zihniyet dünyasıyla/perspektifiyle, seçimleriyle sınırlanmaktadır. Yine P.Veyne’e başvuracak olursak “Bir olay ancak bir dizi içinde anlamlıdır, dizilerin sayısı ise sonsuzdur, hiyerarşik olarak birbirlerine hükmedecek konumda değillerdir ve göreceğimiz gibi, bütün perspektifleri içeren bir geometralde” buluşamazlar. Buradan bakınca ‘Lozan Antlaşması’nı ‘zafer’ ya da ‘hezimet’ olarak görenlerin, karşıt görüşlerde olsalar da, son kertede aynı zihniyet dünyalarının ürünü oldukları aşikârdır. Şundan ki, her iki kesimin de bu olay karşısında kendi çıkarsamalarının tarihsel gerçekliğin kendisi olduğu iddiası, siyasal-ideolojik anlamda karşıt konumda olsalar da, aynı ‘mutlakçı anlayış’tan hareketle onları aynı yerde buluşturmaktadır. Ve böyle olduğu içindir ki, birbirinin karşıtı gibi görünen, o iddiayı taşıyan, karşıt okuma ve çıkarsamalarda bulunan “resmi/gayri resmi tarih” dikotomisi de, gerek tarihi anlama ve anlamlandırmada ve gerekse o tarihten hareketle bugünün taleplerini ve ihtiyaçlarını karşılamada aynı oranda yetersiz kalacaktır. Yetersiz kalmak bir yana, kendilerini dikotomilerle sınırlayan ve seçimini/duruşunu buradan belirleyen bu zihniyetler; diyalog, hoşgörü, dayanışmayı gerektiren koşulları ve dinamikleri içkin bugünün karmaşık dünyasında, çıkış yollarını engelleyici unsurlar olmaya devam edeceklerdir. Bu bağlamda, bir yanda 15 Temmuz’un, diğer yanda Kürt sorununun ve güneydoğuda sınır ötesi çatışmaların, ve buradan hareketle OHAL’le KHK’ların ağır yükü altında bunalan Türkiye’de, siyasal-entelektüel aklın, “zafer-hezimet” dikotomisi üzerinden tarih tartışmasına girmesi, bu ikilemden birinde ‘taraf’ tutarak karşı saldırıya geçmesi, sadece tarihle ilgili bir zihinsel malûliyeti değil, bugüne dair yaklaşımlarda da bir zafiyeti gösterdiğinden, yaşanan kaostan çıkış yollarını tıkayan en son örnekler olsa gerektir. Bugünün dünyasının acil ve temel ihtiyacı olan, farklılıklarla bir arada yaşamanın yolunun, geçmişi yeniden kurmaktan geçeceği, böylesine siyasal-entelektüel-kültürel zihniyet dönüşümüne ihtiyaç olduğu gerçeği göz önüne alındığında, çıkmazın ne kertede derin olduğu da daha anlaşılır hale gelmektedir.
Bu tartışmanın Türkiye ile olan ilişkisi bir yana, Kıbrıs’a uzanan ve haliyle biz Kıbrıslıları ilgilendiren bir yanı daha vardır. Malûm, Kıbrıs adasının geleceği hukuken Lozan Antlaşması’yla belirlenmiştir. İngilizlerin 1914 yılında adayı ilhak etmeleriyle başlayan süreç, bu antlaşmayla resmileşerek adanın sahibinin İngilizler olduğu Türkiye tarafından da kabul edilmiştir. Sonrası, üzerine çok konuşulup yazılan, bilinen hikâyedir. Bir cümleye sıkıştıracak olursak ada, Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların birlikte paylaştıkları ortak yaşam alanı olmaktan çok çatıştıkları bir coğrafya olmuş ve inişleriyle çıkışlarıyla yarım asrı aşkın süredir Kıbrıs sorunu dünya gündemindeki yerini alarak, sorunu çözmek adına bugüne kadar yapılan görüşmeler sonuçsuz kalmıştır. (Sevgili Niyazi Kızılyürek’in geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Bir Hınç ve Şiddet Tarihi- Kıbrıs’ta Statü Kavgası ve Etnik Çatışma” başılıklı kapsamlı çalışması, bu konuda yayınlanan en son ve kanımca en dikkate değer eserdir).
Şimdilerde bu kadim sorunun çözümüne yönelik görüşmeler sürdürülüyor ve dahası 2016 yılı sonuna kadar çözüme ulaşılabileceğine dair iyimser siyasal iklim oluşmuş durumdadır. Bu ne kadar böyledir, öngörülen takvim içinde çözüm mümkün olabilir mi, şüphesiz kesin konuşmak mümkün değildir. Ancak şu an itibarıyla görüşmelerde varılan nokta, liderlerin bu yöndeki açıklamaları, en azından böyle bir potansiyelin mevcut olduğunu göstermektedir. Bu da şu demektir: Yarım asrı aşkın bir süredir devam edegelen Kıbrıs sorununda yeni bir tarih yazılmaktadır. Bir başka ifadeyle iki toplumun “zafer-hezimet” üzerinden kurguladıkları, birbirlerini düşmanlaştırdıkları, kâbusa ve çatışmaların gerekçesi haline dönüştürdüklerü tarih algısı, bugün onları aynı coğrafyada bir arada yaşatacak, diyalog, hoşgörü, uzlaşma ekseninde bir yapıyı oluşturmanın tarih algısına dönüşerek yeniden inşa edilmektedir. En azından buna duyulan ihtiyacın altı çizilmekte, bu yolda adımlar atılmakta ve dahası bu anlayış, şu veya bu ölçekte her iki kesimde de siyasal-toplumsal karşılık bulmaktadır. Geçmiş, bugün ve gelecek adına ciddi bir zihniyet dönüşümünü ima eden, tarihi “zafer-hezimet” dikotomisinden çıkararak bir diyalog, hoşgörü, uzlaşma ve birarada yaşamanın gerekçesine dönüştürercek olan bu zihniyetin, başarılı olup olmayacağı bir yana (bunun çok kolay olmayacağı aşikârdır), bugünün talep ve ihtiyaçlarını karşılaması bakımından yeni bir başlangıcın gerekliliğini ifade ediyor olmasının, kendi başına dahi büyük önem taşıdığı ise aşikârdır.
Eğer tablo buysa, Kıbrıs sorunun taraflarından ve çözüme ulaşılmasında belirleyici aktörlerden birisi olarak Türkiye’nin, iktidarı ve muhalafetiyle, bu süreçte tavrının ne olacağı, özellikle ‘Lozan Antlaşması’ çerçevesinde, “zafer-hezimet” dikotomisi üzerinden sürdürülen tartışmalar göz önüne alındığında, akla ister istemez şu soruları getirmektedir:
Birincisi, Ege denizine bakarak “bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik -her ne kadar Kıbrıs Akdeniz’de ve bağırma mesafesinden biraz daha uzaktaysa da nihayetinde Lozan’da elden çıkarılmıştı-“ diyen ve bunu bir hezimet olarak görerek bu tespitinin doğruluğunda ısrarcı olan Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan ve onun şahsında AKP iktidarı; “zafer-hezimet” dikotomisinin çok ötesinde diyaloğu, hoşgörüyü, uzlaşmayı ve nihayet karşılıklı taviz vermeyi gerektiren Kıbrıs sorunun çözüm aşamasında nasıl bir yaklaşımda bulunacaklardır?
İkincisi; aynı tarihsel olayı, aynı “zafer-hezimet” dikotomisi üzerinden okuyup algılayan, Erdoğan ve AKP iktidarının/yandaşlarının aksine bunu ‘zafer’ olarak gören muhalefet/yandaşları; “zafer-hezimet” dikotomisinin çok ötesinde diyaloğu, hoşgörüyü, uzlaşmayı ve nihayet karşılıklı taviz vermeyi gerektiren Kıbrıs sorunun çözüm aşamasında nasıl bir yaklaşımda bulunacaklardır?
Ya da şöyle soralım: Türkiye’nin Sol, Sağ ya da İslamcı, Laik resmi/gayrı resmi tarihin siyasal-entelektüel bilumum erbabı, Kıbrıs sorununun çözümünde tarih adına nasıl konuşacak, “zafer-hezimet” dikotomisinden birine saplanmaktan öte, bugüne yönelik neyi önereceklerdir?
Yaşananlar ve sorular bunlar olunca, tek biçimciliğin/tek boyutluluğun ve dogmatizmin/mutlak anlayışın ilk sembol örneği olarak Prokrustes ve onun, gerip uzatarak ya da kesip kısaltarak, herkesi kalıbına uydurduğu ‘demir yatağı’nın hikâyesini yeniden hatırlıyorum.