1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Psikolojik Bir Risk Olarak Mültecilik
Psikolojik Bir Risk Olarak Mültecilik

Psikolojik Bir Risk Olarak Mültecilik

Psikolojik Bir Risk Olarak Mültecilik

A+A-


Fatih Bayraktar
[email protected]

Mülteci olmak insanlık için yeni bir sorun değildir. İnsanlar savaş, kıtlık, kuraklık, yoksulluk gibi nedenlerden dolayı tarihin başlangıcından beridir göç etmekte, dolayısıyla yeni yerleştikleri yerlerde mülteci durumuna düşmektedirler. Psikoloji Bilimi’nin ilgi alanına istisnasız tüm insan davranışları girdiği için göç etmek de psikologların sıklıkla çalıştığı konulardan biri olagelmiştir.  Bugünün (olumsuz bir vurguyla) globalleşmiş dünyasında ise göç ve mültecilik kavramları Psikoloji Bilimi açısından yeniden tanımlanmaya ihtiyaç duymaktadır. Okuduğunuz yazı, sınırları ve sınırlılıkları dahilinde bu konuya değinmeye çalışmaktadır.

Öncelikle psikologlar için göç etme eylemi, eylem gerçekleşmeden çok önce zihinlerde başlamaktadır. Buna basitçe göç kararı alma süreci diyebiliriz. İnsanlar var olan durumlarını geçmiş-yaşanılan an-gelecek bağlamında değerlendirirler ve  geçmişle birlikte yaşanılan anı olumsuz/umutsuz, olası geleceği ise olumlu/umutlu algıladıkları oranda göç etmeye yatkınlık gösterirler. Bugün Orta Doğulu, Afrikalı, Asyalı göçmenler karadaki yaşantı ve deneyimlerini “korkunç” olarak nitelendirdikleri için boğulma riskini de göze alarak umutlu bir gelecek vaat eden topraklara doğru yol almaktadırlar. Bu basitçe bir risk alma değildir. İnsanın kendi hayatı ve sevdiklerinin hayatı pahasına bir eyleme girişmesi için gerçekten “korkunç” deneyimler yaşaması gerekir.

İşte bu noktada Psikoloji Bilimi gönüllü göçle zorunlu göçü birbirinden ayırmak zorundadır. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası Almanya’nın iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere yoksul ülkelerin yurttaşlarını ülkeye davet etmesi ve Türklerin, Yunanlıların, Polonyalıların, İtalyanların, Sırp, Hırvat, Boşnak ve İspanyolların Almanya’ya göç etmesi gönüllü bir eylemdi. Diğer yandan 1990’larda köyleri yakılan Kürtlerin, 2010’lu yıllarda şehirleri işgal edilmiş ve Esad zorbalığı/IŞİD zorbalığı arasında seçim yapmaya zorlanan Suriyelilerin göç etmesi zorunlu bir süreçtir. Bu örnekler düşünüldüğünde gönüllü göçün getirdiği psikolojik risklerin zorunlu göçünküne oranla çok daha az ve niteliksel anlamda daha az ciddi olması şaşırtıcı olmamalıdır. Gönüllü göç eden kişi göç etme eylemine daha hazırlıklı olduğu için yaşadığı uyum sorunları zorunlu göç edene oranla daha azdır. Hatta kültürlenme (göç edilen yerin baskın kültürel kodlarını içselleştirme) gönüllü göç eden kişilerde daha hızlı ilerleyen bir süreçtir. Oysa zorunlu göç eden kişi sıklıkla (psikolojik anlamda) süreci yaşamaya hazırlıksızdır, çabuk ve riskli kararlar vermek zorundadır. En kötüsü de bu kararlar tam bir belirsizlik içinde alınmak durumundadır. Çıkılacak yolculuğun ölümle mi, tutuklanmayla mı, sığınmayla mı, yoksa terk edilen ülkeye iadeyle mi sonuçlanacağı belli değildir. Çünkü zorunlu göç etme süreci özellikle bir ülkeden diğer bir ülkeyeyse yasal değildir. Bu nedenle mülteciler için sıklıkla kullanılan “kaçak göçmen” kavramı yasayı merkeze alan ve bu noktadan bakarak süreçteki insani boyutu es geçen sorunlu bir kavramdır.  

Konuyu dağıtmadan devam edelim... Şanslı (!) mülteciler ölmez de hayatta kalırlarsa, bir sonraki zorlu sürece de dayanmak zorundadırlar. Bu süreç mülteci olmanın kendisiyle ilgilidir. Göç edilen ya da sığınılan ülkenin mültecilerle ilişkili bir politikasının olup olmadığı, kaynaklarının ne kadarını mülteciler leyhine kullanacağı, temel insan ihtiyaçları olan sağlık, eğitim, barınma gibi hakların mültecilere ne oranda sağlanacağı sorunların niteliğini belirleyen temel konulardır. Bu konular genel anlamda devletin görev alanına girmesine rağmen, neo-liberal süreçte hareket alanı gittikçe daralan devletin yerine sivil toplum örgütleri bu konulara eğilmeye çalışmaktadır. Örneğin Kıbrıs’ın kuzeyinde devlet mültecilerle yalnızca güvenlik bağlamında ilgilenmekte, geriye kalan tüm yaşamsal konular Mülteci Hakları Derneği gibi kitle örgütlerine devredilmektedir. Mültecilerin kamusal hizmetlerden yararlanması vatandaş olmadıklarından zorlaştırılmakta, mülteci çocuklar okullara kabul edilmemekte, ancak ve ancak demokratik kitle örgütlerinin zorlamasıyla ya da inisiyatif almasıyla eğitim sürecine katılabilmektedirler. Yetişkinler içinse sosyal güvenliği olmayan işlerde çalıştırılmak kaçınılmaz hale gelebilmektedir. Bu noktada yine aynı sorunlu kavram başka bir boyutta önümüze çıkmaktadır; “kaçak işçilik”.

Unutulmamalıdır ki “kaçak” olmak işleyenin değil, onu yasal süreçlere dahil etmeden güvencesiz bir biçimde çalıştıranın sorunudur. İşte bu noktada da Psikoloji Bilimi sürece olan bakış açısını değiştirmek ve egemenlerin/sermayenin değil sömürülenin/emek verenin tarafında yer almak zorundadır. Diğer bir deyişle Psikoloji eşyanın tabiatı gereği ezilenlerin dilini, düşünüşünü, davranışını tanımlamak, anlamlandırmak ve olumlamak durumundadır. Bazıları için bu taraf tutmaktır, objektif olmayan bir tutumdur ve eğer Psikoloji objektifliğini kaybederse bilim olmaktan çıkma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Bu söyleme karşı bir argüman geliştirmek çok zor değildir;  eğer Psikoloji’nin insanlığın iyiliği için olduğuna, Psikoloji’nin varlık nedeninin olumsuzu azaltırken olumluyu artırmak olduğuna inanılıyorsa (ki sıklıkla dile getirilen budur) Psikoloji Bilimi doğal olarak mağdurun yanında yer almalıdır. Bu bakış açısı kazanıldığı ve yer ettiği oranda mültecilik psikolojik riskleri beraberinde getiren bir süreç olmaktan çıkabilecektir. Diğer bir deyişle mülteci krizi aynı zamanda Psikoloji Bilimi’nin varoluş krizidir.

Bugün Avrupa Birliği’ne bağlı bazı ülkelerin mültecilere karşı son derece olumsuz tutumlar takınması, Psikologların karar vericiler üzerindeki etkisizliğinin bir göstergesi olarak algılanabileceği gibi, Psikoloji Bilimi’nin yukarıda bahsettiğim bakış açısına sahip olmaması şeklinde de yorumlanabilir. Oysa bu bilime en çok ihtiyaç duyulan zaman dilimleri kriz ve afet dönemleridir. Türkiye’de Psikoloji’nin tanınırlığının ve saygınlığının artmasının 1999 Marmara depremi sonrası gerçekleşmesi bir tesadüf değildir. Bu nedenle mültecilik, psikologların dahil olması gereken bir süreçtir. Mültecilerin sığınılan ülkeye uyumlarının sağlanması, yerel nüfusun mültecileri kabulünü kolaylaştıracak mekanizmaların işletilmesi, göç sürecindeki en kırılgan kesimler olan kadın ve çocukların güçlendirilmesi yapılacaklar listesinde ilk akla gelenlerdir. Tabii ki bunlar Psikoloji Bilimi’nin kurumsallaştığı durumlarda yapılabilir hale gelmektedir. Kıbrıs’ın kuzeyinde Psikologların 15 yılı aşkın süredir verdikleri mesleki kimlik mücadelesi henüz sonuçlanmamışken (Kıbrıs Türk Psikologlar Odası yasası halen görüşülmeyi beklemektedir), bu meslek grubunu mülteci krizine dahil etmek en basit tanımlamayla idealisttir. Bu ise başka bir yazının konusudur. O yüzden Psikologlar bağlamında önerim kurumsal olarak yapılamayanın gönüllü olarak yapılmasıdır.

Şimdilik...

 

Bu haber toplam 2067 defa okunmuştur
Gaile 338. Sayısı

Gaile 338. Sayısı