
QUO VADIS? DÜNYA NEREYE GİDİYOR?
Yıllardır neoliberal kapitalist sisteme bir zeval gelmesin diye ötelenen sosyal taleplerin sonucu artık kitlelerin tamamen devre dışı kalacağı ve liberal özelliklerini tamamen yitirmiş bir siyasi düzenin eşiğindeyiz.
Yonca Özdemir
yoncita@gmail.com
Maalesef tarih doğrusal olarak ilerlemiyor. Dünya uygarlık tarihi ilerici gelişmeler kadar gerilemelerin ve çöküşlerin de olduğu bir süreç. Üstelik iyi de olsa, kötü de olsa her büyük değişim kendi çelişkilerini de beraberinde getiriyor.
Bugün dünya uygarlığının bir gerileme dönemine girdiği açıkça ortada. Uygarlık diyorum, çünkü sadece otoriterleşme içeren bir siyasi gerilemeye değil, içinde ırkçı, ayrımcı ve eril söylemler de barındıran ve bunları olumlayan kültürel bir gerilemeye de tanık olmaktayız. Uzun süre, bu sadece Türkiye’de vuku bulan bir gelişme gibi geliyordu çoğumuza. Ama şimdi görüyoruz ki pek çok başka ülke de Türkiye’deki gibi bir gerilemeye kucak açtı. Bunun en son ve en büyük halkası da Amerika oldu. Dünyanın süper gücünün de artık hızla bu yola girmesiyle artık olay bir uygarlık krizine dönüştü.
Yaş icabı Soğuk Savaşı da onun bitişini de görmüş bir jenerasyonun üyesiyim. Bunu takiben kendisini komünist addeden ülkelerin birer birer piyasa ekonomisine ve demokrasiye geçtiğini de gördük ve hatta tarihin sonunun geldiğinin ilan edildiğine de şahit olduk. Batı’nın demokratik kurumlarının ve liberal ekonomik sistemlerinin tartışmasız idealler olarak herkese dayatıldığı ve adeta Batı’dan gelen her şeyin olumlandığı 1990’lar dönemi etkisini neredeyse 2008’e dek sürdürdü diyebiliriz. Özellikle kuramsal düzeyde “tarihin sonu” tezini eleştiren birileri çıktıysa da bu pratikte çok etkili olamadı.
Bugün geldiğimiz noktada ise değil tarihin sonunun geldiğini adeta yüzyıllar öncesine geri döndüğümüzü görmekteyiz. Dünya lideri Amerika’nın evrensel değerlerden hızla uzaklaştığı, Türkiye’deki gibi otoriter uygulamaların artık tüm dünyada normalleştiği, onlarca yıldır süregelen Transatlantik ilişkilerin kökünden sarsıldığı, yoğun feminist ve çevreci çabaların sonucu edinilen kazanımların birer birer kaybedildiği ve dünyadaki tüm dengelerin altüst olduğu bir döneme girdik. Peki, neler oluyor ve neden oluyor?
Neoliberal kapitalizmin yarattığı çöküş
Tekrar vurgulamalıyım ki, dünyadaki bu gidişatın sadece bir sağ popülizm ve otoriterleşme trendi olmadığını iyi anlamamız gerekir. Sağ popülizmin ve otoriter rejimlerin yükselişini de küresel ekonomik gelişmelerden ve onların sosyal sınıflar üzerindeki etkilerinden bağımsız anlamak imkânsız. Aslında bu trend uzun yıllardır çözülmemiş, hatta göz ardı edilen sorunların yarattığı bir sonuç. Dolayısıyla, bu tip rejimlerin Türkiye’de, Amerika’da ya da başka herhangi bir yerdeki yükselişini anlamak için hem küresel kapitalizmin son dönemlerdeki gelişimine, hem de bunun toplumlar üzerindeki etkilerine bakmamız gerekir. Özetle, bugün yaşadığımız bu sorunların kökünde yatan sebep 1980’lerden beri dünyaya dayatılmış olan neoliberal kapitalizmdir.
Daha önceki bir Gaile yazımda (1) da belirttiğim gibi, 1980’lerden beri neoliberalizmi benimsemiş devletlerin “sosyal” işlevleri oldukça azaldı ve bu devletler uzun süredir kendini sosyal ve ekonomik tehdit altında hisseden gruplara yeterli bir güvence vermemekte. Bir yandan neoliberalizm ulusal ve küresel düzeyde sosyoekonomik eşitsizlikleri artırırken, öte yandan bunlara karşı bir koruma sunması gereken devletler sosyal devleti küçülterek kitlelerin piyasalar karşısında iyice metalaştığı ve savunmasız hale geldiği bir ortam yarattı. Neoliberal küreselleşme hızlandığından beri sosyal ve ekonomik sorunlar büyümekteydi ve 2008 krizi bu sorunları daha üst bir seviyeye taşıyarak var olan sıkıntıları daha da artırdı. Özellikle merkeze yakın geleneksel partilerin bu gittikçe büyüyen sancıları görmezden gelmesi ve kendini gittikçe daha çok güvencesiz hisseden kitlelere hala daha fazla piyasa, daha az devlet sunması sonucu dünyada yeni ve çok ciddi bir “demokrasi krizi” ortaya çıktı. Yani, bu gelişmeler toplumlar ve hükümetleri arasında gittikçe büyüyen bir mesafe yarattı. Sesini geleneksel siyasetçilere ve hükümetlerine duyuramayan, gittikçe ihmal edildiğini düşünen kitleler için “sizin sesiniz olacağım,” “ben sizdenim,” ve hatta “ben aslında sizim” diyen otoriter popülist siyasetçiler kurtarıcı gibi görünmeye başladı.
Yükselmekte olan bu sağ otoriter popülist dalgayı kültürel bir çatışmanın ürünü olarak tanımlayanlar var. Ben bu gelişmelerin ağırlıklı olarak kültürel faktörlerle yorumlanmasını doğru bulmuyorum. Her ne kadar kültürel öğelere dayanarak kutuplaşma yaratmak popülist liderlerin en başarılı siyasi stratejisi olsa da bu kutuplaşmaya açık olan kesimler genellikle ekonomik ve sosyal sıkıntıları olan ve gelecek kaygısı yaşayan kitleler oluyor. Emeğin metalaştığı, ekonomik yarar ve kar güdülerinin önceliklendiği liberal kapitalist dünyanın pek çok kaybeden yarattığını ve elbet çıkmaza gireceğini elbette ki ilk ve tek söyleyen ben değilim. Lakin bunun pratikte hala daha tam anlaşılmamış (veya anlamazlıktan gelinmiş) ve yüksek sesle dile getirilmemiş olması yıllardır gerekli çözümlerin göz ardı edilmesine ve kötü gidişatın daha da derinleşerek artık bir patlama noktasına gelmesine yol açtı.
Dünya nereye gidiyor?
Böyle bir ortam, ne yazık ki pek çok tarihçi ve sosyal bilimciye iki dünya savaşı arasındaki dönemi hatırlatıyor. Benzer bir şekilde liberal ekonomik politikaların çok ileri gittiği ve “ilk küreselleşme dönemi” olarak kabul edilen 1870-1914 arası dönem, ardından gelen Birinci Dünya Savaşı ve sonra da 1929’da başlayan Büyük Buhran sonucu 1930’larda faşizmin nasıl yükseldiğini ve İkinci Dünya Savaşına yol açtığını hepimiz biliyoruz. Bu krizi kaçınılmaz olarak gören sosyalistler hariç herkes için bu gelişmeler kötü bir sürpriz idi.
Bu krizden alınan dersler sonucu İkinci Dünya Savaşı sonrası daha insani bir kapitalist düzen inşa edilmiş, bu amaçla devletlere ve uluslararası kurumlara önemli görevler verilmiş ve bu şekilde kitlelerin metalaşması bir nebze önlenmiş ve kapitalizm yıkılmaktan kurtarılmıştı. Tabi bu dediklerim daha çok yeterli ekonomik kaynaklara sahip gelişmiş ülkelerde olmuş, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri yeni sömürgeci yöntemlerle ekonomik, siyasi ve kültürel yöntemlerle etki altına alıp kendilerine çıkar sağlamaları devam etmişti. Daha sonra da 1970’lerdeki ekonomik kriz fırsat bilinerek bu kez “neoliberalizm” adı altında tekrar liberal kapitalizme geri dönülmüştü.
Bugün 21. yüzyılda, özellikle de 2008 finansal kriz ve ardından gelen ekonomik durgunluk sonucu, aynı 1930’larda olduğu gibi, otoriter ve popülist akımlar için çok elverişli bir zemin ortaya çıkmıştır. Tam da sosyalistlerin iddia ettiği gibi, liberal kapitalizm kendi yarattığı çelişkilerin sonucu olarak şimdi yeniden tehdit altındadır. Sekiz sene önce yazdığım Gaile yazısından alıntılıyorum: “Ne yazık ki bu etkiler dünya demokrasisi ve dayanışması açısından hiç de parlak sonuçlar getirmeyecek. Hele faşizme evrilme olasılığı olan bir popülizmin dünya üzerinde yaratacağı çatışmalar ve yıkım tahmin edemeyeceğimiz boyutlarda olacaktır.”(2)
Aynı tahmin ettiğim gibi bu süreç ben bu satırları yazdıktan sonra da devam etti, daha büyük tehlikelere doğru evrildi ve evrilmeye de devam ediyor. Hatta üç ay önce ikinci Trump hükümeti göreve geldiğinden beri dünyadaki tüm taşlar yerinden oynamaya başladı. Trump geri dönene kadar sadece sancılar düzeyinde ilerleyen kriz artık hızla yeni bir otoriter dünya düzenine doğru evrilmeye başladı. Yıllardır neoliberal kapitalist sisteme bir zeval gelmesin diye ötelenen sosyal taleplerin sonucu artık kitlelerin tamamen devre dışı kalacağı ve liberal özelliklerini tamamen yitirmiş bir siyasi düzenin eşiğindeyiz. Ekonomik olarak ise bu sistem artık “neoliberal” bir düzen olmayacak, ama milyarderlerin daha da fütursuzca söz sahibi olup şekillendirdiği, sendika düşmanı ve emekçi kesimlerin daha çok ezildiği daha faşizan bir sistem göreceğiz gibi. Küresel düzeyde de adeta 17. yüzyıldaki merkantilist rekabetçi yaklaşımlara döndüğümüz ve çok ciddi çatışmalar yaratmaya meyilli bir döneme girmiş gibi görünüyoruz.
Krizin değerler boyutu
Bu kriz ve bu krizden ortaya çıkmakta olan yeni düzen, her sosyoekonomik düzen gibi kendi değerler sistemini de yaratmakta ve dünya ciddi bir uygarlık çatışmasına da sahne olmakta. Lakin bu uygarlık çatışması Samuel Huntington ve benzerlerini haklı çıkarmadı. Bu onların iddia ettiğinden daha geniş bir değerler çatışması. Bunu belki basitçe “liberal-ilerici” ve “muhafazakâr-dışlayıcı” değerler çatışması olarak özetleyebiliriz. Ancak Huntington gibilerinin öngördüğü çatışmada Batı liberal-demokratik cephenin miğferi iken bugünkü Amerikan hükümeti gerici cephenin liderliğini yapmakta. Bu cepheyi devletler bazında görmek hatasına da düşmemek lazım. Nitekim Amerika içinde de diğer toplumların içinde de bu değerler etrafında ciddi bir kutuplaşma mevcut. Bununla birlikte Amerikan hükümetinin kontrolünün “muhafazakâr-dışlayıcı” cepheye geçmiş olması ne yazık ki diğer ülkelerde de benzer bir gelişmeyi de tetikleyebilir. Trump’ın sağ kolu Elon Musk’ın 23 Şubat’ta yapılan Almanya seçimleri öncesi faşist AfD partisine verdiği açık destek ve yine bu seçimlerden birkaç gün önce Amerika başkan yardımcısı J.D. Vance’in Münih Güvenlik Konferansında yaptığı ve kısaca “Esas güvenlik tehdidi Rusya değil, sizin aşırı sağ partileri engellemeye çalışmanız” şeklinde özetlenebilecek olan ve Avrupalıları şok eden konuşması bu zaten büyümekte olan çatışmanın net bir şekilde ortaya konması oldu. Evet, artık Amerika ve Rusya aynı taraftaydı ve Avrupa birden savunmasız kalmıştı.
Tabi bu noktalara gelinmesinde geçmişte ve bugün Batı uygarlığını temsil eden bazı değerlerin bizzat Batı tarafından ayaklar altına alınmasının da çok büyük payı var. Sonuçta her ne kadar Batılılar kendi değerlerini üstün görüp özellikle gelişmekte olan ülkelere tepeden bakan bir tavırla yaklaşsa da özgürlük, çoğulculuk, insan hakları ve eşitlik vaat eden bu değerler bütününe yaptıkları işgaller, ekonomik sömürü ve hatta ırkçılık ile en büyük zararı aslında kendileri vermiş oldular. Bunun herhalde en çarpıcı örneği son bir buçuk yıldır Gazze’de katliam yapan İsrail’in korunup kollanması oldu. Şimdi bu değerlerin açıkça Amerika tarafından reddediliyor olması en azından artık bu ikiyüzlülüğün ortadan kalktığını gösteriyor. Üçüncü Dünya ülkeleri tarafından zaten açıkça görülen ve sıklıkla dile getirilen bu ikiyüzlü tutumun artık kendini gerçekten ilerici olarak tanımlayan ve Trump’ı bir tehdit olarak gören Avrupalılar tarafından da deşifre edilip eleştirilmesi ve “Batı değerleri” dedikleri ama aslında evrensel olan bu değerlerin ayrım göstermeden ve samimi olarak savunulması gerekiyor.
Üçüncü Dünya savaşı?
Tüm bu gelişmeler maalesef oldukça ürkütücü gelişmelere gebe.
Trump’ın en çok konuşulan politikalarından biri olan ticari savaşlar aslında Amerika’nın yeni stratejisinin çok önemli bir boyutu. Dost düşman demeden tüm ülkelere dayatılan bu gümrük vergileri şüphesiz yeni bir dünya düzeninin de habercisi. Liberal ve çok taraflılık içeren ve uluslararası kurumlarla da desteklenen eski düzenin artık bittiğini söylemek mümkün. Amerika adeta kendi koyduğu kuralları bizzat kendisi çiğniyor ve kurduğu kurumları birer birer devre dışı bırakıyor. Ne yazık ki bu yeni düzenin daha adil ve eşitlik getirmekten çok uzak, aksine eski tip merkantilist emperyalist bir düzen olacağı aşikâr. Üstelik dünyayı daha çok çatışmaya ve hatta savaşlara sürükleyeceği de açık. Dolayısıyla gelecekten ümitle bahsetmek imkânsız gibi. Zaten şimdiden Amerika’nın pek çok diğer ülkenin (Kanada, Panama ve Danimarka) topraklarına göz diktiğini ve bu toprakları mutlaka alacağını ifade etmesi ve bunu ifade ederken artık üstü kapalı konuşma gereği ya da utanma bile duymaması gerçekten dünyadaki tüm değerlerin altüst olduğu vahşi bir düzene girmeye başladığımızın işareti. Görünen o ki, ne yazık ki bu kurulmaya çalışılan yeni dünya düzeninde zorbalık ve kaba güç hâkim olacak.
Kısacası gelecek için oldukça ümitsizim ve tüm bu olanlarının sonunun üçüncü bir dünya savaşı olmamasını ümit ediyorum.
Türkiye?
Yazıyı bu kadar ümitsiz de bitirmek istemiyorum. Gelişmiş ülkelerden ümidi kesmiş olabiliriz, ama bu yeni çatışma ortamının zayıflamış ve bölünmüş olsa da ilerici bir cephesi olduğunu biliyoruz. Bu cephe gelişmiş ülkelerde de gelişmekte olan ülkelerde de mevcut. Eminim ki ilerici çevreler kolay pes etmeyecek. Ayrıca, Trump ve benzerlerinin yaratmaya çalıştığı bu yeni düzenin kazananı yine emekçi kesimler olmayacak, yani kaybedenler yine geniş kitleler olacak. Yani, Türkiye’de de gördüğümüz üzere, kültürel öğelerle bu otoriter rejimler için yaratılmış olan “toplum rızası” elbet zamanla aşınacak ve hatta yok olacaktır. Bu belki şimdi değilse de ileride yeni düzene karşı pek çok ülkenin ve toplumsal kesimin bir araya gelip geniş bir muhalif cephe yaratmasına neden olabilir. Bireyler ve ülkeler “gemisini kurtaran kaptan” anlayışından çıkıp beraber ve örgütlü hareket etmeye başlarsa bu gördüğümüz ve görebileceğimiz korkunç gelişmelerin önü kesilebilir ve alternatif bir düzen kurgulanabilir.
Bir de Türkiye gibi sosyoekonomik çatışmanın erken olgunlaştığı ve otoriter rejimin de kendini erken konsolide ettiği ülkeler mevcut. Bu tip ülkelerde demokrasi ve örgütlenme için şartların çok daha zorlaşmış olmasına rağmen ciddi bir başkaldırıya şahit oluyoruz. Yani bazı ülkeler otoriter popülizmin kucağına yeni düşmüşken kimileri on yıllardır onun kucağında ve otoriter popülizmin bir kurtuluş olmadığının ve ondan kimlerin yarar sağladığının daha çok ayırdında. Her ne kadar dünya koşulları çok daha zorlaşmış olsa da bu tip ülkelerdeki değişim ve kazanımların diğer toplumlar için de moral ve örnek olma şansı var. Nasıl otoriter rejimler birbirlerinden yöntem, söylem ve strateji öğreniyorsa, muhalif kesimlerin de birbirinden öğreneceği çok şey var. Unutmayalım ki eğer otoriter muhafazakârlık küresel bir trend ise aynı şekilde demokratik, ilerici ve eşitlikçi akımlar da küresel bir güç.
Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz...
] Yonca Özdemir (30 Ocak 2017), “Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – I,” Gaile
https://www.yeniduzen.com/kuresel-kriz-ve-sag-populizmin-yukselisi-i-85987h.htm.
[2] Özdemir (30 Ocak 2017), Gaile.
