Rafet Uçkan:Kıbrıs Müzakereleri ve Türkiye’deki Milliyetçi Mutabakat
Rafet UÇKAN
Türkiye’de siyasal iktidarın, İslâmî vurgularla harmanlanan bir tür “milliyetçi mutabakat”a sırtını yaslayarak ayakta kalmaya, kendi gündemini bu mutabakattan güç alarak hayata geçirmeye çalıştığı bir dönemde, Kıbrıs müzakereleri ivme kazanarak devam ediyor. Bu vesileyle, Türkiye’deki ana muhalefet, bu mutabakatta bir “Kıbrıs” gediği açmanın yollarını arıyor ve AKP’yi buradan hareketle sıkıştırmanın peşine düşüyor. Aralıklı olarak bu konuyu gündeme getirmeye çalışan ilgili genel başkan yardımcısı, yaptığı basın toplantılarında “kırmızıçizgilerini” açıklıyor; konu hakkında Meclis’e verilen öneri vesilesiyle söz alarak “Kıbrıs’ı satıyorsunuz, dağıtın masayı!” mesajını işliyor.
MHP ise “şimdilik”, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, 1950’lerdeki Türkçülüğün zihin dünyasına ait “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak” iddiasında somutlaşan anakronizme sarılan bir pozisyonda “bekliyor”. 14 Ocak’ta TBMM’de konu hakkında yapılan görüşmelerde MHP adına konuşan hatibin sözleri, Kıbrıs’ta bir referandum gündeme geldiğinde, MHP’nin sessiz kalma ihtimalinin zayıf olduğunu gösteriyor. Buna ek olarak, hem AKP’ye hem de onunla ittifak halinde hareket eden Bahçeli’ye karşı MHP içindeki muhalefetin geliştirdiği müteyakkız pozisyonun, Kıbrıs müzakerelerinden beslenmeye aday olduğunu da söylemek mümkün. Kıbrıs’ta bir referandum söz konusu olduğunda, Bahçeli’ye ve onun AKP ile kurduğu ittifaka karşı olan milliyetçi muhaliflerin, CHP ile benzer iddiaları, daha yüksek perdeden dillendirmeye başlayacağını tahmin etmek zor değil. Çünkü Kıbrıs müzakerelerini “kullanarak”, hem AKP’yi hem de andığım AKP-MHP ittifakını zayıflatmak, en azından “tedirgin etmek” fazlasıyla mümkün. Yani MHP liderliği, bu konuya istese de sessiz kalamayabilir önümüzdeki dönemde.
Türkiye’deki milliyetçi elitler, kendi geleneksel pozisyonlarını (hatta kendi partilerini) bir süredir AKP’ye kaptırmış durumda: Bu zemin kaybı da, AKP mitinglerinde çalınan “ölürüm Türkiye’m” marşından, Erdoğan’ın “reis” olarak anılmasına, yine Erdoğan’ın Rabia’sının (tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet) kazandığı popüler içerikten, “millî olan” ve “gayrı-millî olan” arasından geçen sınırın çekilmesindeki inisiyatifin ele geçirilmesine kadar geniş bir alanda cereyan ediyor, kendini gösteriyor. Bahçeli, bu durumu -en azından şimdilik- parti içi muhalefetten daha büyük bir tehdit olarak görmüyor olabilir; fakat AKP’ye kaptırılan geleneksel pozisyonu geri kazanabilmek adına, Kıbrıs meselesinde uzlaşmaz bir tutuma yaslanmak da, özellikle Bahçeli’ye bayrak açan milliyetçi elitler açısından anlamsız ya da işlevsiz değil. Tekrar etmek pahasına belirtmek gerekirse, Kıbrıs müzakereleri, sadece AKP’yi değil, Bahçeli’yi de milliyetçi taban karşısında zora düşürebilecek bir potansiyeli barındırıyor.
AKP’nin, Kıbrıs’ta referanduma siyasal yatırım yapmayı seçeceğini varsaysak bile, Türkiye vatandaşları için Kıbrıs’ta dört özgürlüğü elde etmek, dönüşümlü başkanlığı kabul ettirmek, olabildiğince az toprağın iade edilmesine mukabil olabildiğince çok askerle Kıbrıs’ta varlık göstermeye devam etmek gibi “kazanımlarla”, yukarıda bahsettiğim bu zorlu denklemin içinden çıkabilmesi ne ölçüde mümkün? Üstelik de Erdoğan’ın Lozan ve adalar konusunda yaptığı sert çıkışların üzerinden henüz pek zaman geçmemişken… Bu soru önemli. Bu soru üzerine düşünürken, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda AKP ile Türkiye’deki büyük sermaye çevrelerinin yolunun “kesişebileceğini” de elbette hesaba katmak gerekir. Çünkü bu, her şeyden önce, propaganda araçlarının ve imkânlarının ne şekilde işe koşulacağını da belirleyecek olan şey. Bu kesişim noktası, Kıbrıs’ta bir referandum gündeme geldiği takdirde, AKP’nin elini biraz rahatlatabilir.
Her şeye rağmen, AKP’nin, müzakerelerin bundan sonraki safhalarında nasıl bir tutum takınacağı henüz belli değil; ancak AKP dışında kalan ve (özellikle başkanlık konusu göz önünde tutulduğunda) “belirleyici gücü olan” siyasi çevrelerin, olası bir Kıbrıs referandumu karşısında nasıl hareket edeceği açık... Yukarıdaki tablo, müzakerelerin henüz Türkiye basınında pek yer almadığı, kamuoyununsa hiçbir şekilde gündemine girmediği bir momentte gerçekleşiyor. Yani bir tür ısınma turu bu ve muhalefet daha şimdiden Kıbrıs konusunda aba altından sopa gösteriyor. Çünkü herkes biliyor ki Kıbrıs konusu, Türkiye’deki cari milliyetçilik yarışının önemli parçalarından biri olmaya, yani yeniden bir tür “milli dava” mertebesine yükselmeye namzet. Türkiye’de bizzat AKP eliyle yaratılan siyasal atmosfer de buna son derece müsait. “Ne olacak?” diye düşünürken, bu ihtimali asla küçümsememek gerekiyor.
18 Ocak’ta devam edecek süreçten ne çıkar, emin değilim; ancak, masa öyle ya da böyle dağılmadığı sürece, AKP’nin işi çok kolay olmayacak. Türkiye ekonomisinin krize doğru yelken açtığı bir dönemde, AB ile ilişkiler bağlamında Kıbrıs sorununun çözümü AKP açısından elbette önemsiz değil; ancak bunun, başkanlık referandumundan ve içerideki milliyetçi mutabakattan daha önemli olduğunu iddia etmek de oldukça zor. Şu anda sırtını yasladığı milliyetçi mutabakatı aşındırmadan bu sorunun çözülebileceğine inanmadığı sürece, AKP’nin, Kıbrıs konusunda statükonun hilafına adım atmasını beklemek gerçekçi değil... Kıbrıs sorununun çözümü Türkiye’nin “çıkarlarına” uygun olsa bile; bu, andığım milliyetçi mutabakatı zedelemeye ve başkanlık referandumunu riske atmaya “değecek” bir bileşen değil AKP için. Çünkü AKP, içerideki tabanın konsolidasyonu olmadan, dışarıda rahat hareket edemeyeceğini herkesten iyi biliyor. Başka bir deyişle, AKP’nin penceresinden bakıldığında, başkanlık sistemini getirmeye dönük olarak gerçekleştirilecek Anayasa referandumu, Kıbrıs meselesinden ve bu meselenin çözümüyle elde edilecek getirilerden çok daha yaşamsal önemde…
Kıbrıslı Türklerin ise yukarıda andığım bu milliyetçilik yarışında yeri yok. Federasyoncu sol, “şu aşamada”, oyunu etkileyecek araçlara ve güce sahip değil; ama bu, içeride oturup beklemekten başka seçeneğinin bulunmadığı anlamına da gelmiyor. Olmamasını “temenni” ederim; fakat müzakereler olumsuz bir yere doğru savrulursa, barış umudunun duvarın altında kalmasını engellemek için “somut” ve doğru adımlar atılması gerekecek. Çünkü müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanmasından daha büyük tehlike, çözümün imkânsız olduğunu kanıksamaktır. Akıncı’yı ve bu müzakere sürecini protesto eden, ama neyse ki, siyasi becerileri son derece kısıtlı olan UBP lideri ve onun ekibine gelince... Onlar, bu meselenin, köşede bekleyen huysuz, küskün ve sevimsiz çocukları olmaya bir süre daha devam edecekler.