Rakip miyiz Gerçekten?
Rakip miyiz Gerçekten?
Tufan Erhürman
[email protected]
Bugün kamuda çalışmakta olan eski KTHY personelinin durumunun biraz olsun düzeltilmesini amaçlayan yasa önerisini, Doğuş Derya, Fazilet Özdenefe ve Asım Akansoy ile birlikte Meclis’e sunduk sunalı, ara ara çalışanların değişik kesimlerinden tepkiler alıyorum. Tepki gösterenler arasında, özel sektörde maaşlı çalışanlar, kamudaki geçici personel, “Göç Yasası” adıyla anılan 47/2011 sayılı Yasa’dan sonra kamuda işe başlayanlar ve CAS’ta çalışan KTHY personeli var. Kamuda çalışmakta olan eski KTHY personelinden daha mağdur durumda olmalarına karşın, kendi sorunlarıyla değil, kamuda çalışmakta olan eski KTHY personelinin sorunlarıyla uğraşılıyor olması tepkilerin ortak noktası.
Uzun bir süreden beri bu konuyla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum; konuyu kafamda döndürüp dolaştırıyorum. Bugün, artık daha fazla gecikmeksizin bir şeyler söylemek arzusundayım. Sözlerime liberallerin çok sevdiği bir yöntemle, birtakım rakamlar vererek başlamakta yarar görüyorum. Hemen söyleyeyim, bu rakamlar ciddi bir bilimsel araştırmanın sonucunda elde edilmemiştir. Bunlar, kişisel ilişkilerimi kullanarak elde ettiğim verilerdir.
Önce özel sektörde maaşlı çalışanlardan başlayalım: Büyük bir süpermarkette kasiyer olarak çalışmakta olan bir kişinin ücreti 1560 TL. Aynı süpermarkette 4 yıldır çalışmakta olan kıdemli bir personelin maaşı 2,200 TL. Özel bir üniversitede 16 yıldır çalışan üniversite mezunu bir sekreter 1,600 TL maaş alıyor. Aynı üniversitede 15 yıldan beri müstahdem olarak çalışmakta olan bir kişinin maaşı 1,200 TL. Yine aynı üniversitede 8 yıldan beri müstahdem olarak çalışan bir başka kişi, gündelikçi olarak değerlendirilmekte ve eline ayda 1,150 TL geçmekte. 12 yıl boyunca KTHY personeli statüsünde, önce KTHY’de sonra da CAS’ta çalışan bir personel işten atılmadan önce 1,900 TL almaktaydı. Bugün yeniden işe girmesi için kendisine önerilen ücret 1,560 TL.
Şimdi de kamuda çalışanlara gelelim. 2006 yılında kamuda geçici personel statüsüyle çalışmaya başlamış ve o günden (8 yıldan) beri bu statüde çalışmaya devam eden bir kişinin maaşı 2,200 TL. Kamuda çalışmakta olan ve KTHY’de çalışmaya başladığı ilk günden bugüne kadar toplam 26 yıl çalışmış olan bir personelin Eylül ayı itibarıyla almakta olduğu maaş 2,140 TL. “Göç Yasası” adıyla anılan 47/2011 sayılı Yasa’dan sonra kamuda işe başlayan bir işçi aşağı yukarı 1,600 TL net maaş alıyor. Lise mezunu ise 1,700 TL, üniversite mezunu veya ilkokul öğretmeni ise aşağı yukarı 2,000 TL civarında net maaş alıyor.
Dediğim gibi bu rakamlar bilimsel bir araştırmanın sonucu değil. İnsanlara tek tek sorularak elde edilen veriler bunlar. Belli hatalar olabilir ama üç aşağı beş yukarı durum böyle.
Bu grupların aralarında bazı farklar yok değil elbette. Örneğin bugün kamuda 2,140 TL maaşla istihdam edilen 26 yıl önce KTHY’de çalışmaya başlamış olan kişinin, KTHY’nin batmasından önceki maaşı 4,300 TL idi. Benzer biçimde bugün işsiz kalan ve kendisine 1,560 TL maaş karşılığında iş teklif edilen KTHY personeli CAS çalışanının maaşı da 2010 yılına kadar 3,800 TL civarındaydı.
Bu şartlar altında KKTC’de maaş skalasının en altlarında yer alan bu çalışanların maaşlarının arasında çok ciddi fark yok gibi görünüyor. İster özelde, ister kamuda çalışsın, bu kişilerin maaşları, 1,150 TL ile 2,200 TL arasında değişiyor. Elbette alınan maaş sınıf haritasındaki yeri belirlemede kullanılabilecek tek kriter değil. Ama bu insanların ortak özelliği, üretim araçlarına sahip olmayıp emeklerini satarak geçinmeleri. Bu nedenle Marksist literatürde kimi yazarlar bu kişilerin hepsini maddi anlamda proletaryaya dahil ederken, kimileri, kamuda iş güvencesine ve sendikal güvenceye sahip olanları bu sınıftan koparıp orta sınıfın alt tabakalarına yerleştiriyor. Bu çerçeveden bakarsak, kamuda çalışan eski KTHY personeli ve 47/2011 sayılı Yasa’dan sonra kadrolu statüde işe başlayanlar, en azından iş güvencesine ve sendikal güvenceye sahip olmak ve emek pazarındaki rekabetten uzak kalmak dolayısıyla orta sınıfın alt tabakalarında sayılabilirler.
Ama KKTC’deki yaşam koşulları açısından bakıldığında alınan maaşın normal bir ailenin aylık geçimini sağlamaya yeterli olmaktan çok uzak olduğu açık. Peki nasıl geçiniyor bu insanlar? Çoğunun geçinebilmesinin nedeni Savran’ın “yarı proleter” adını verdiği katmana mensup olmaları aslında. Yarı proleteri “yarı” kılan, aile içi gelir transferidir (Sungur Savran, “Sınıfları Haritalamak: Sınıflar Birbirinden Nasıl Ayrılır?”, http://www.eatonak.org/siniflar/downloads/files/DM6-7-Savran%20Harita.pdf, erişim tarihi: 25.9.2004, s. 25). Yani bu kişiler yalnızca emekleri karşılığında aldıkları maaşla değil, esas olarak ailelerinden aldıkları maddi yardım aracılığıyla ayakta durabiliyorlar. Bir de önceleri aldıkları nispeten yüksek maaş sayesinde belli bir birikim oluşturmuş olanlar var. Onlar da bu birikimlerini tüketerek geçimlerini sağlayabiliyorlar.
Sınıfı bir an için bir yana bırakıp statü açısından ele aldığımızda da bu kişilerin arasında belli farklar tespit etmek mümkün. Özellikle kamuda çalışanların kendilerini statü açısından proletaryadan başka bir şey gibi algılamaya devam ettiklerini söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu durum, özellikle bu kişilerin tüketim alışkanlıkları çerçevesinde fark edilebilir. Özel sektörde çalışan maaşlı bir işçi, çocuğunu özel okulda okutmayı, özel hastaneye gitmeyi yavaş yavaş unutmaya başlamışken, kamuda çalışan açısından durum hala böyle değil.
Ama neresinden bakarsanız bakın, bu kişilerin ekonomik durumları arasındaki benzerlikler ayrılıklardan çok daha fazla. Buna rağmen, yazının girişinde de belirtmiş olduğum gibi, birbirlerine bakışlarında dayanışmacı değil, rekabetçi duyguların öne çıkıyor olması son derece dikkat çekici. Özel sektörde çalışanlar kamuda çalışanları tembellikle suçluyorlar durmadan. Kamuda geçici personel statüsüyle çalışanlar, aldıkları maaşlar arasında ciddi bir fark olmasa da, kadrolulara, iş güvencesiyle çalıştıkları için, en azından imrenerek bakıyorlar. Bu durum, çok benzer sorunlarla karşı karşıya olan bu kesimleri dayanışmaya değil, rekabete yönlendiriyor ister istemez.
Proleterlerle Hızla Proleterleşenlerin Ortak Sorunu: “Sosyal Güvensizlik”
Aslında bu grupların ortak bir sorunu var: Sosyal güvensizlik. Bir kısmı zaten proleter, diğerleri hızla proleterleşiyor. Yaşam standartları arasındaki temel fark statü algılarıyla ilgili. Proleterleşmekte olanlar henüz ne olduklarını fark etmekten uzak. Daha çok olmak istedikleri ya da olduklarını sandıklarıyla tanımlıyorlar kendilerini. Ama sosyal güvensizlik konusundaki farkındalığın zaman geçtikçe netleşeceği de açıkça görülüyor. Kamuda çalışanların Savran’ın dediği anlamda “yarı proleter” ya da Marksist literatürdeki başka yazarların dediği anlamda orta sınıfın alt tabakalarına mensup olanları, kısa ya da orta vadede, aile içi gelir transferinden mahrum olacaklar. Daha önceden belli bir birikimi olanlar daha da kısa vadede bu birikimlerini tüketecekler. Kamuda alınan maaşın düşüklüğü bir süre sonra bir kısmını özele geçmek ya da gizli saklı da olsa özelde ek iş yapmak zorunda bırakacak. Bunların tümü, çok da uzun olmayan bir vadede çocuklarını özel okulda okutma, özel hastanelerde tedavi görme, diledikleri arabayı, evi, cep telefonunu alma şansını yitirecekler.
Kısacası hepsi, proletaryaya ya da orta sınıfın alt tabakalarına doluşacaklar. Maddi anlamda sınıfları netleşecek. Ama Marksist literatürün çok uzun zamandan beri söylediği gibi, maddi anlamda sınıf başka bir şey, sınıf bilinci ya da sınıf oluşumu başka!
Sınıf Bilincinden Yoksunluk
Maddi anlamda bir sınıfa mensup olmakla o sınıfa mensup olduğu bilincine sahip olmak çok başka şeyler. Sınıf bilincine sahip olmak ancak aynı sınıfa mensup olanlarla ortak çıkarlara sahip olduğunuzu ve karşınızda sizinkilerle uzlaşmaz çıkarları olan başka bir sınıf bulunduğunu fark etmekle ve sınıf mücadelesi içinde mümkündür. Bu koşullar yerine gelmezse, aynı sınıfa mensup olanların birbirleriyle ve ittifak içinde olmaları gereken sınıfların mensuplarıyla didişmeyi mücadele olarak algılamaları pek mümkün. Bu durumda aynı sınıfa ya da müttefik sınıflara mensup olan farklı gruplar birbirilerine karşı bir hınç beslemeye başlıyorlar. Castel, kolektif hıncın “statüleri düşen ve önceki konumlarında elde ettikleri yararlardan yoksun kaldıklarını hisseden grupların ortak olarak paylaştıkları adaletsizlik duygusundan beslendiğini” söyler. Ona göre bu, “kendine sorumlular ya da günah keçileri arayan kolektif yoksunluk durumudur” (Robert Castel, Sosyal Güvensizlik, çev. Işık Ergüden, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 57).
Tarihte, Avrupa’da, küçük tacir ve zanaatkarlar, “daha az çalışarak bir yığın toplumsal avantajdan yararlanıyormuş gibi görülen ve özellikle gelecekleri güvence altında gibi gelen ücretli ve memurları” kendi durumlarının yegane sorumlusu olarak görmüşken, aynı coğrafyada bugün, vatandaş işçiler, kayıtlı ve kayıt dışı yabancı işçileri bu anlamda günah keçisi olarak görmektedirler. Bizde de kamudaki geçici personele göre eski KTHY personeli kamu çalışanları, KTHY personeli CAS çalışanlarına göre kamuda çalışan eski KTHY personeli, özel sektörde çalışanlara göre kamuda çalışan herkes bu anlamda günah keçisidir. Çünkü, sınıf bilincinden yoksunluk, tüm grupları, kaçınılmaz olarak, kendi düştükleri hale düşmelerini açıkladığını sandıkları, Castel’in dediği gibi, “anlayabilecekleri nedenler” peşine düşürür (Castel, s. 61). Bu anlamda, KTHY’den gelip kamudaki geçici personelin önüne geçme ihtimali olanlar geçici personelin geride kalmasının, “kamudaki tembeller” ekonominin kötüye gidip özel sektörü daha fazla yoksullaştırmasının sorumluları olarak algılanacaklardır.
Sonuç Yerine: Mücadele Nasıl Birleştirilir?
Oysa mücadelenin birleştirilmesi gerekir ve birleştirilmesi olanağı vardır. Aynı sınıfa mensup olanlar ve müttefik sınıfların mensupları diğerlerinin kendilerinin rakipleri değil, dayanışma içinde olmaları gereken gruplar ya da katmanların mensupları olduğunu ve en az kendi gruplarının çıkarları kadar onların çıkarlarını da korumak yükümlülüğü altında bulunduklarını bir an önce fark etmelidirler. Bu durumda, “Göç Yasası” mağdurları, geçici işçilerin iş güvencesi sorunlarına, geçici işçiler eski KTHY personeli kamu çalışanlarının çalıştıkları yılların hiçe sayılmasına, kamu çalışanları özel sektörde iş güvencesi olmaksızın sendikasız ve toplu sözleşmesiz çalışanların bu insan haklarına en az kendi sorunlarına olduğu kadar duyarlı olmak ve sahip çıkmakla yükümlüdürler.
Bu yükümlülük fark edilmez ve herkes yalnızca kendi kişisel veya zümresel/grupsal çıkarlarına boğulup, bütün “düzen”i, “sistem”i hatta dünyayı oradan açıklamaya devam ederse, aynı sınıflar veya müttefik sınıflar içinde olanlar birbirlerini rakip olarak görmeye, hatta birbirilerine hınç duymaya devam edecek, bu düzenin azıcık da olsa değişmesi hiç bir zaman mümkün olmayacaktır.