RASTLANTILAR
Bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden birisi, olmadığı, olmak istemediği bir kişiliğe zorlanması, istemediği bir yerde ve rolde bulunması, değerli özelliklerinin, bulunduğu ortamda hiçbir şey ifade etmemesidir diye düşündüm hatıralar labirentinde hayatımın bazı evrelerini ziyaret ederken. Dünya, ürkütücü tuzaklarla, çaresizlikle sürüklenmemizin mümkün olduğu girdaplarla dolu ne yazık ki. Hayatının bir döneminde böyle bir şey yaşamışsan sonraları bu kötü deneyimden ürküp yalnızlığa doğru çekilmen çok mümkün. Fiziksel ve psikolojik varlıklarımızın ne denli kırılgan olduğunu kriz dönemlerinde fark ediyoruz en çok da.
Hiç beklenmedik bir gelişme oluyor sen hayatınla ilgili bazı planlar yaparken. Tatlı tatlı ilerlediğini düşündüğün yelkenlin birden fırtınaya kapılabiliyor. Hiç ummadığın birisi canını feci halde acıtabiliyor örneğin, ya da kendini hiç ruhuna ait olmayan bir ortamda; zekâ, kültür ve dünya görüşü olarak senden çok farklı insanlarla bulunmaya mecbur edilmiş bulabiliyorsun. Hayatta sağlam durabilmenin formülü bütün bunların birer olasılık olduğunun bilinciyle gelebilecek her olumsuzluğa hazır olmak diye düşünüyorum.
Ne kadar tercih edilmez olsa da her karşılaşmayı, bulunulan her ortamı bir olanak gibi düşünmeli belki de. Travmatik olmadığı sürece her deneyimin bir kıymeti var. En azından kötü bir deneyim bir daha ne edip onu yaşamamamız gerektiğine işaret edebiliyor.
Yaşarken fark etmiyorsun bazen, ya da işine gelmiyor kabul etmek, bir göz bağın oluyor belki duyguların şiddetinden ya da o döneme ait iç meselenden ötürü… Bir zaman sonra dönüp baktığında başka türlü okuyorsun hikâyeyi. Geçen zaman ve sonraki gelişmeler başka bir filtre oluşturuyor. Bazen için acıyor düşününce. Güzel bildiğin hatırların dikenleri batıyor kalbine. Meğerse öyle değilmiş diyebiliyorsun. Tatlı bir saflık içinde güzel bir rüyaya dalmışım aslında.
Yaşanan toplumsal olayların da dışardan toptancı bir algılanışı oluyor. Oysa içerde olan için pek çok başka ayrıntı demek bu… Yanlış bildiğimiz için alkışladığımız ya da acımasızca yargıladığımız öyle çok olay var ki. Bulamasak bile bir hakikat arayıcısı olmak tek çare. Aklımızı, kalbimizi ve vicdanımızı hiçbir boyunduruk altına vermeden özgür düşünmeye çalışmak gerekli. Bu durumda yolumuzu yitirme tehlikesi var her durumda. Yine de kaybolmak yanlışa teslim olmaktan iyi bence.
Hatıralarımız neyse oyuz sonuçta. Her an çoğaltıyoruz onları. Kritik anlarda nasıl davrandığımız, başkalarına karşı tutumumuz son derece önemli. Bütün bunlar çok da kontrolümüzde değil ama. Pek çok psikolojik ve rastlantısal süreç etkili oluyor hikayelerimizde.
Bilgeliğe ulaşan pek çok insan bir yalnızlık içinde ve bedeller ödeyerek gerçekleştirmiş bunu. Aidiyet ihtiyacımızdan ötürü bazen yanlış olanı görsek de sessiz kalıyoruz, dışlanmaktan korkuyoruz çünkü. Farklı düşüncelerin kabul görebileceği platformların eksikliği ya da tartışma kültürüne ilişkin sorunlar bunun nedeni. Gördüğümüz yanlışı, çelişkiyi ifade edersek dışlanacağımızdan, tuhaf ya da komik görünebileceğimizden korkuyoruz çoğu zaman. Ağızdan her çıkanın büyük bir bedeli olabiliyor çünkü. Böylesine kıyıcı bir ortam olmasa bin çiçek açıp bin fikir yarışabilecek oysa.
Koşullar ne olursa olsun kendimizden nasıl bir insan yaptığımız çok önemli. Hayatımız boyunca başımıza gelen her tatsız şeye, her türlü yanlışa ve talihsizliğe rağmen kendimizi yeni baştan inşa etme şansımız var çünkü her zaman.
Hayatın karşımıza çıkardıkları, bizi istemediğimiz ortamlara, tercih etmeyeceğimiz kişilerle iletişim içinde olmaya zorlaması bir yana güzel rastlantılar hep büyülemiştir beni. Hayatın küçük mucizeleri olduğunu düşünmüşümdür.
O muhteşem rastlantı bizi bulduğunda nasıl bir insan olduğumuz, onu nasıl karşılayacağımızdır önemli olan. O yüzden sevilesi, iyi insanlar yapabilmeliyiz kendimizden. Hayat hırpaladığı kadar güzellikler de getirir çünkü.
Bir gün kapımız çalındığında onu nasıl açtığımızdır önemli olan. Ne kadar kırgın ve yaralı olsak da gülümseyebiliriz hayata. Bir gülümseyiş başka bir gülümseyişin tetikleyicisidir çünkü.