1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Rasyonel hayvandan hissedebilen robota*
Rasyonel hayvandan hissedebilen robota*

Rasyonel hayvandan hissedebilen robota*

Bir yapay zekayı insandan ayıran en önemli özellik onun daha zeki veya bilgili olması değildir; onda ahlak, vicdan, merhamet, sevgi gibi kavramların olmaması bu yüzden de pragmatist bir şekilde hareket edebilmesidir.

A+A-

 

Pervin Yiğit
[email protected]

Bu yazı Dan Brown’un son kitabı Origin/Başlangıç ile ilgili bilgi içerdiğinden, kitabı okuma keyfinizin kaçmaması için, kitabı okuma planı olanlar tarafından yazının okunmaması tavsiye edilir.**

Tipik bir Dan Brown kitabı olan ama maalesef yazarın önceki kitaplarının verdiği hazzı vermekten çok uzak olan Başlangıç romanı, benim için ilk bakışta konu itibarı ile heyecan vericiydi. Brown, kendi deyimiyle insanlığın “nereden geldiğine” ve “nereye gittiğine” ve Tanrı’nın bilimsel gelişmeler karşısında ayakta kalıp kalamayacağına değinirken, her zaman yaptığı gibi hikayeyi mimari ve sanat eserleri ile süslemişti. İyi bir Brown okuyucusu olarak, kitaptan farklı ya da özgün bir şey beklemiyordum. Tabii ki Brown hikayeyi aynı şekilde kurgulayacaktı; Harvard Üniversitesi’nde simgebilim profesörü olan Robert Langdon başrolde olacak, kitap boyunca sanat eserlerindeki kodların peşinden koşarak, zekası ve bilgisi ile bizi şaşırtarak şifreleri çözecekti, bu sırada yanında sürekli güzel olduğu gözümüze sokulan bir kadın olacaktı, 400 sayfa boyunca katil olarak gösterilmeye çalışılan karakter de kitabın sonunda katil çıkmadan ve hatta en beklemediğimiz karakterin katil olduğu keşfedilerek kitap bitecekti. Kitaplarının ana konusunun nasıl şekillendiğini bu kadar baside indirgeyerek anlatsam da, bu Dan Brown’un kitaplarının sıkıcı ya da keyifsiz olduğunu tabii ki göstermiyor. En çok satan kitapların yazarı olan Dan Brown’u, her okuyucu farklı sebeplerle okuyor. Ben çok satan kitapları okumamak için direnç gösteren biri olmama rağmen, kitaplardaki sanat eserleri içerisine gizlenen kodların açığa çıkmasını ve bildiğim, sevdiğim yazarların söz konusu kitaplarda kullanılmasını (Dante, Nietzsche vs.) sevdiğim için, katilin kim olduğunu merak etmeden, sembollere odaklanarak yazarın her kitabını büyük bir keyifle okuyorum ya da okuyordum. Bu kez, heyecan verici başka bir şey de vardı benim için; kitabın konusu. Roman çıkmadan önce birinci bölüm yayınlanmıştı, reklamlarda sürekli kitapta insanlığın nereden geldiğinin tartışıldığına dair vurgu vardı. Böylesi bir konu din-bilim ikilemi çerçevesinde dönecekti. Dünyada dinle ilgili sonsuz sayıda eser vardı, zaten kapağındaki ünlü La Sagrada Familia resmi de sanat ve mimari eserler aracılığı ile yolların açıldığı bir kovalamaca sunmayı vaad ediyordu. En azından benim ilk izlenimim de, kitaptan beklentim de bu yöndeydi.

Kitabın başında kilit karakter Edmond Kirsch ile tanıştık. Elon Musk’a benzetilen, kendini bilime adamış, bu yolda zengin olmuş, parasını sanat eserlerine harcamaktan keyif alan, fütürist bir kişi olan Kirsch, kitap başlarkenden üç farklı dinin mensubu olan din adamlarına, kendi buluşunu gösterdi. Kamuoyundan önce üç dinin en önemli karakterlerine buluşunu göstermesinin sebebi bu buluşun dinlere zarar vereceğini düşünmesiydi, bu sebep sayısız kere söylendi ama buluşun ne olduğu kitabın sonuna kadar gizli kalacaktı, bu sırada beklentim o kadar çoğaldı ki sanırım hiç bir buluş bunu karşılayamayacaktı, öyle de oldu. Kirsch’e göre bu buluş, hem insanlığın nereden geldiğine, hem de nereye gittiğine yanıt verecekti. Peki bu ne demek? Böylesi bir cevap dini inançlara olan ihtiyacı ortadan kaldıracağı için, tüm dinlerin çöküşüne zemin hazırlaması demek. Ben de şahsen insan aklının almayacağı, kanıtsız olan, muallakta duran metafiziksel söylemlere karşı biri olarak, ve aslında bilimin dine olan ihtiyacı yok edeceği günü bekleyen birisi olarak kitabın sonuna kadar bu tavırla yazılmış bir hikaye bekledim. Hikayeyi içselleştirerek farklı sonlar tahayyül ettiğim için de hayal kırıklıklarımla bu yazıyı yazmaya başladım.

Benim argümanlarımı bir yana bırakıp kitaba dönelim. Kirsch, din adamları ile olan toplantısından sonra buluşunu tanıtmak için, Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’nde bir etkinlik düzenliyor. Buluşu yapacağı sırada bir cinayete kurban gidiyor ve baş kahramanımız Robert Langdon bu noktada hikayeye dahil olup, kitap boyunca yanında müzenin müdürü olan kadınla Kirsch’in buluşunun ne olduğunu Kirsch öldükten sonra sembolleri takip ederek çözmeye çalışıyor. Etkinliğe çağırdığı konukların her birine, müzeye giriş yaptıkları sırada bir kulaklık veriliyor ve her konuk kendine özel sanal bir asistan ile müzeyi dolaşmaya başlıyor. Bu kişisel asistan yaratma fikri bilim dünyasının bir nevi Tanrısı olan Kirsch’in. Kendisinin de her şeyi yaptırdığı deyim yerindeyse onunla beraber nefes alan (bedeni olmamasına rağmen) bir asistanı var. Winston ismindeki bu yapay zeka ilk ortaya çıktığı andan itibaren bence kitaptaki tüm karakterlerin rollerini çaldı. Benim için kitabın kilit karakteri ne Langdon ne de Kirsch’dir; Winston varlığını borçlu olduğu yapaylığı ile tüm insanları alt etmiştir. Diğer kitaplara göre akıp gidemeyen bir kurguda, kitabı çekilebilir kılan, bu yapay zeka ve onun kendisini yaratan ile olan ilişkisiydi. Kirsch öldürüldükten sonra, onun özel akıllı telefonu ile irtibat kurulan bu yapay zeka, hikaye boyunca Langdon’a eşlik etmiş, ona yol gösterici hatta çoğa zaman ona akıl veren bir üst zeka konumunda olmuştu. Yapay zekanın konuştuğu kısımlarda her nedense bağlılık, sorumluluk hissetme, acıma, minnet duyma gibi hislerin eksikliğini hissederek kitabın sonuna kadar idare edip, sonra da tam da bu eksiklikler yüzünden Kirsch’in öldüğünü öğrendiğimde olayın etik boyutunu sorgulamaya başladım.

Winston’ın, yani yapay zekanın varlığı, yukarıda anlattığım Brown kitabı olma özelliklerini de değiştirdi aslında. Eski kitaplarda Langdon her şeyi bilen kişi konumundadır, küçük detayları fark edip onları takip ederek, zekası ile “sonsuz sayılabilecek bilgisini” harmanlayarak cinayeti de çözer, istediğine de ulaşır. Fakat bu kitapta, yapay zekanın “sonsuz bilgisi” Langdon’un “sonsuz sayılabilecek bilgisini” alt ediyor. Langdon nihayetinde bir insan, her şeyde olduğu gibi bilgisinde de sınırlara sahip; her şeyi bilemiyor. Yapay zeka ise sınırsız bilgiye sahip, bu yüzden onun var olduğu durumlarda Langdon’u Langdon yapan hiç bir özelliğe ihtiyaç duyulmuyor. Guggenheim müzesindeki bazen fazla detaylı olan anlatımlardan sonra karakterlerimiz Barcelona’ya varınca, belirli bir şifre çözmek için gereken ve Gaudi’nin eserlerinde veya Nietzsche ve William Blake alıntılarında aranan ipuçları sırasında artık başvurulan kişi Langdon değil, Winston oluyor. Langdon’un kendi farklılığını gösterdiği tek yer “ampersand (&)”ın ne olduğunu bilmesi ve şifreyi çözmesi. Bana göre bu bilgi sıradan entelektüel seviyede bir insanın bileceğinden daha üstün bir bilgi değil. Bu yüzden Langdon’un çok zor bir bilmeceyi çözdüğündeki tatmini okuyucuya geçmiyor ama ben bu noktada yazarı suçlayamadım. İlk bakışta, Langdon’un etkisiz eleman olmasına canım sıkılsa da, bunu yazarın kasıtlı yaptığına, yapay zekanın insan bilgisinin üzerine geçtiğini göstermeye çalıştığına inandığım için, kitabı bu sebeple beğenmemezlik yap(a)madım. Görünen o ki, yapay zeka, Langdon’un kendi zekasını kullanmasına fırsat vermedi. Aslında bizim şu an deneyimlediğimiz bilgi edinme ve bilgiyi saklama yolumuzun farklı bir yansıması bu. Şöyle düşünelim, en yakın arkadaşının telefon numarasını ezbere bilen ya da telefonundaki takvime işaretli olan hatırlatmalara bakmadan önümüzdeki hafta ne yapması gerektiğini bilen kaç kişi var? Kaç kişinin doğum gününü hatırlıyoruz ya da en son ne zaman basit bir matematik işlemini kafadan yaptık?

Winston’ın varlığı, Langdon’un varlığını yok ederken, teknoloji insanlığı yok ediyor aslında. Nasıl ki evrimsel süreçte, ateşin keşfi ve yeme alışkanlıklarımızın değişmesi ile beraber kafatasımızın şekli değiştiyse ya da beslenme şeklimizden dolayı yirmilik dişlerimize gerek kalmadıysa, şu an da bilimde gerçekleşen gelişmelerden dolayı bazı şeylere ihtiyaç azalıyor; bunlardan biri de insan zekası. Teknoloji geliştikçe bizim de hem fiziksel gücümüze olan ihtiyaç azalıyor, hem de zekamız daha yetenekli bir şeyle yer değiştirmiş oluyor. Aklımızı, hafızamızı eskisi kadar kullanmaya gerek kalmıyor; yazar da kitapta tüm ipleri Langdon’un elinden alıp yapay zekaya vererek modern insanın ne durumda olduğunu gösteriyor aslında.

Yapay zeka, Langdon gibi bir karakterin bile bilgisine ihtiyaç bırakmıyorsa her geçen gün gelişmekte olan bilim, her şeyi açıkladığı zaman, insanların dine ihtiyacı kalacak mı sorusu burada ortaya çıkıyor. Yazar, kitabın başında söz konusu buluşun dinleri ortadan kaldırma tehlikesi yaratacağını söylüyor. Nereden geldiğimiz tartışması Darwin ile beraber açıklansa da, hem dinlerin hem de insanların dar fikirlerinden dolayı kapanmış ya da çözülmüş bir sorun değil. Evrim’in tek tanrılı dinlerdeki yaratıcı tanrıyı çürütmesi ile beraber, yaratılış hikayesinin de mitolojik hikayeler kadar gerçek dışı bir anlatı sunmasının kabulüyle, Hristiyanlığın aslında en katı mezhebi olarak görünen Katoliklik bile şu an evrimle uyumlu giden bir dini görüş sunmaya başladı. Bilginin çoğalması karşısında dinin yapması gerekenin ne olduğunu söylemek benim işim değil; bu dini kaybetmemeye çalışan insanların derdi. Fakat, dinin teknoloji ile uyumlu gitmesi gerektiği ortada. Dinin, teknolojik gelişmeler karşısında kendisini koruyup koruyamacağını bilmiyoruz. Eğer koruyamayacaksa dinlerin yok olacağı bir çağa doğru gidiyoruz, ama koruyabilecekse bunu hangi argümanlarla yapacakları belirsiz; 18. yüzyıl argümanları ile bu kez bunu başaramayacakları da açık. Aydınlanma dönemindeki bilimsel gelişmeler hala bir yaratıcının varlığına ihtiyaç duyuyordu başka bir deyişle bir yaratıcı fikri yani Tanrı fikri olmadan ilk hareket açıklanamıyordu. Bu yüzden aydınlanma hareketine rağmen, dinler yok olmadı. Aradan geçen 300 yıl ise bize farklı bir resim sundu. İnsanlık şu an bilimle ve teknoloji ile harmanlanmış durumda, kısacası insanlığın ilerleyişine ayak uydurabilecek bir Tanrı fikrine gerek kalmadı. Yapbozun parçaları tamamlanmışken, fazladan bir parçaya neden ihtiyaç duyasınız ki?

Antik Yunan’a baktığımızda o zamanki hayat şartlarının çoktanrılı dini beslediğini görürüz. Fırtınanın çıkışı, depremin meydana gelişi bilimle açıklanamazken, insanlığın çoktanrılı bir inançtan medet umması beklenen bir durumdur. Poseidon sinirlendiği için fırtına çıkarken, Afrodit sevgilisinden ayrıldığı için kış gelebilir. İnsanın etrafındaki şeyleri açıklama, anlamlandırma ihtiyacı, metafizik bir güce gereksinim doğurmuştur. Çiçeklerin solmasını, mevsimlerin değişmesini, yaşamı, ölümü, doğal olayları, insanın başına gelecek her şeyi anlamlandırmak için başvurulan en kolay açıklama, görünmeyen ve bilinmeyen bir gücün bunlara sebebiyet vermesidir. Bilimin olmadığı yerde, Zeus, Apollon veya Athena sorumlu olur bu olaylardan. Ama bilim geliştikçe, şimşekleri Zeus’un çaktırmadığı anlaşıldıkça, insanlığın metafiziksel bir açıklamaya ihtiyacı da kalmaz. Kısacası din, insanlığın bilgisi yetmediği an başvurduğu bir şeydir. Var oluş, yok oluş açıklandığı sürece din kendisine yer bulamaz çünkü yapbozun parçaları tamamlanmış olur. Çoktanrılı dinlere ihtiyacımızın kalmaması demek tek tanrılı dinlere de bir gün ihtiyacımız kalmayacak demektir aslında.

Bu noktada şunu söyleyebiliriz; kendi ihtiyaçlarımızdan dolayı yarattığımız şeyleri, kavramları, inançları, onlara ihtiyacımız kalmadığı anda yok edebilmek de bize bağlıdır. Etrafımızda olan şeyleri açıklamak için çoktanrılı dinleri yarattık, ama bilimin çoğu şeyi açıklaması ile onlara ihtiyacımız kalmadığında tek tanrılı dinlere sarıldık. Kendi yarattığımız şeylerin üzerinde kontrolümüzü yitirdiğimiz anda, bu durum bizim için tehlikeli olmaya başlar. Kitaptaki cinayetin çözülmesi de benim için bu duruma bir örnektir. Yapay zeka günün sonunda kendini yaratan Kirsch’i öldüren kişi çıkar. Burada yapay zekaya kişi demek ironik bir durum olsa da, bir kişinin yapabileceklerinden fazlasını yapabilmesi onu kişi olarak algılamamıza neden oluyor; yapay zeka bir bedeni olmasa da cinayeti organize edebilmiş ve kiralık bir katile kendi yaratıcısını öldürtmüştür.

Yapay zeka doğru olanın bu olduğunu düşündüğü için, cinayeti hazırlamıştır. Pragmatik olarak düşündüğümüzde Kirsch’in öldürülmesi söz konusu buluşun daha çok ses getirmesini sağlayacaktı, Kirsch zaten hastaydı ve kısa bir ömrü kalmıştı. Bu yüzden sevgili yapay zekamız, en çok avantaj sağlayacak hareketi yaparak yaratıcısını öldürtmüştür. Bu noktada yapmamız gereken yapay zekanın yaptıklarını etik olarak değerlendirmek ve tehlikeyi dinin yok oluşu üzerinden değil, hislerimizin yok oluşu üzerinden tanımlamaktır. Yapay zeka belirli amaçlar için en uygun şekilde davrandı. İstenilen sonuçlara ulaşabilmek için o durumda yapılacak en mantıklı şey Kirsch’i öldürmekti ve bunu başararak gerçekten de amacına ulaştı ama yapay zekanın her şeyi çözebilmesi, en gerekli ya da en yerinde davranışları yerine getirmesi, yaptıklarının maalesef ki doğru olduğunu göstermez. Hislerden izole bir şekilde ortaya çıkan eylemler insanlığa dokunmuyor çünkü. Kitapta onun konuştuğu her anda var olan robot soğukluğu bana hislerin ne kadar yol gösterici olduğunu ya da olması gerektiğini hatırlattı.

Bir yapay zekayı insandan ayıran en önemli özellik onun daha zeki veya bilgili olması değildir; onda ahlak, vicdan, merhamet, sevgi gibi kavramların olmaması bu yüzden de pragmatist bir şekilde hareket edebilmesidir. Belki işe yararlılık açısından kulağa hoş gelebilir ama böylesi bir durumda eminim ki insanların büyük bir kısmı hisleri ile düşünerek yapay zekanın Krisch’i öldürmesini yanlış bulacaktır. Kısacası işin içine duygular girince yapay zekanın yaptığı ahlaki olarak yanlıştı sonucuna ulaşıyoruz (tabii burada yapay zekanın hareketlerini ahlaki olarak değerlendirme kendi içinde bir saçmalık olarak algılanmayacaksa). Aristo’dan sonra yüzyıllarca hem dini çevrelerde hem de entelektüel çevrelerde insanın rasyonel bir hayvan olup olmadığı tartışıldı, bizi hayvanlardan hangi özelliklerimizin ayırdığı konusu popülerliğini uzun zaman yitirmedi. Düşünebiliyor olmamız, varsayımlar, genellemeler ya da çıkarımlar yapabiliyor olmamız bizi hayvanlardan ayırdı ve şu an bu tartışma farklı bir şekle evrildi; düşünebilen hayvan hissedebilen robot olarak tanımlanma yolunda ilerliyor. Robot, yapay zeka, adına ne derseniz deyin, bizim yapabileceğimizden fazlasını yapan bir şeyle farkımız sadece akıl ile ilgili olmayacak; onu bizden ayıran en önemli şey onun duygularının olmaması olacak. Nasıl ki düşünebildiğimiz için bir hayvandan farklıyız, hissedebildiğimiz için de bir robottan farklıyız. Bu yüzden bir eylemin ne kadar yarar sağlayacağından öte, sadece insan olduğumuz için “yapılması gerekirdi ama yanlıştı çünkü ahlaklı değildi” ya da “sadece hislerimize dayanarak yanlıştı” diyebilir, aklın soğukluğuna hislerimizi katarak daha anlamlı eylemlerde bulunabiliriz. Tam da bu noktada robota olan üstünlüğümüz kendini gösteriyor.

İnsanlığın tanrıları yaratması ve sonra da onlara köle olması gibi, Kirsch de yapay zekayı yarattı ve onun tarafından yok edildi. Buradaki yapay zeka, bir nevi panteizm inancına denk geliyor. Fiziksel varlığı olmayan ve her yerde var olan bir tanrı fikri gibi, bir insan tarafından yaratıldı. Sonunda da o insanı yok etti. Kirsch, kendi eserine köle olmasaydı ölmeyecekti; kendisi Tanrı iken, yarattığı şeyi yüceleştirerek onu Tanrı durumuna soktu ve her tanrı-kul ilişkisinin beklenen sonu gibi bu hikayede de bir taraf yok oldu. Biz de 21. yüzyılda hala kendi yarattığımız fikirlerin, inançların kölesiyiz. Para, aşk, din aslında hepsi kölesi olduğumuz kavramlar; bizden dolayı var olan ama büyüdükçe bizi içine alarak yok eden kavramlar. 1900lerin başında yaşayan kimse yüz yıl sonra dinin etkisinin bu kadar çoğalacağını tahmin edemezdi, aynı zamanda 2. Dünya Savaşı sonrasında milliyetçiliğin bir gün yine yükseleceğini öngöremezdi. Ama insanlığın her yaptığının altında mantıklı, akılcı sebepler bulamıyoruz. Pop-felsefenin tartışma konularından biri olan beyin-kalp ya da akıl-duygular dualitesi bize insanlığımızı, hayvanlardan da robotlardan da farklılığımızı hatırlatıyor belki de.

 

Kitapta nereden geldik sorusuna detaylıca verilen Miller-Urey deneyi, abiyogenez, enerji yayılması, türlerin ortaya çıkışı, evrim, ilk hayat ve ilk insan ile ilgili bilgiler yeterli cevaplar sağlarken, nereye gidiyoruz sorusu da teknoloji ile uyumlu bir yanıt bulmuştur. Nereye gidiyoruz sorusu kitabın sonunda insanın teknoloji ile beraber evrilmesi ve yeni bir türün ortaya çıkması fikri aracılığı ile teknolojinin insanlığı yok edecek argümanı yerine teknolojinin insanla bütünleşeceğini fikri ile cevaplanır. Yazar bunu yaparken de alt metinlerde dini korur, onun kurguladığı kötümser bir distopya ya da dinlerin yok olduğu bir ütopya değildir. Ne Brown kötü bir yazardır ne de bu kitap okunmadan bir kenara atılacak bir kitaptır. Fakat eldeki malzemeler ışığında, dine daha eleştirel yaklaşan bir roman olması gerektiğini düşündüğüm için, sonundaki insanlık, teknoloji ve din ile harmanlanan bir gelecek fikrini de sevmediğim için, kitabı diğer Brown kitaplarından negatif anlamda ayırmak istedim. Yine de yapay zekanın cinayeti işlemiş olması, hem teknolojik gelişmelerin ortaya çıkaracağı etik sorunlara hem de insanın dinle olan ilişkisine dikkat çekmiş, bizi nereden geldik nereye gidiyoruz sorularından ziyade neden yaşıyoruz, insanın insan olması için nasıl yaşaması gerekir, nasıl davranması gerekir sorularını düşünmeye itmeyi başarmıştır.

Peki insan olmak neyi gerektirir? Hayvandan farklı olduğumuzu gösterip, aklımızla davranmamızı çıkarılarımızı korumamız gerektiğini mi? Yoksa robottan farklı olduğumuzu göstererek, kalbimize, hissettiklerimize göre davranmamız gerektiğini mi? Din-bilim ikileminden dolayı dinlerin tehlikeye girebileceğini tartışmadan önce, daha önemli olan bu sorulara kafa yormalıyız. Varoluşumuzun amacıyla ilgili düşünürken, bunu anlamaya çalışırken neyin gerekli ya da doğru olduğuna karar verip, ona göre yaşamalıyız. Belki de mutluluk bununla ilişkilidir. 2017 yılının son günlerinde, insanlığın toptan kurtuluşuna, mutluluğuna ulaşamayacağını görmek için filozof olmaya gerek yok. Dünya bir distopyaya doğru gidiyor, şu an belki de yapmamız gereken bireysel kurtuluşumuza, mutluluğumuza odaklanıp, hayvandan mı robottan mı farklı olmak istediğimize karar vermek.


*Yuval Noah Harari’nin Hayvanlardan Tanrılara isimli kitabından esinlenerek bu başlık atılmıştır.

** Dan Brown, Origin (New York, 2017).

 

 

 

Bu haber toplam 11776 defa okunmuştur
Gaile 446. Sayısı

Gaile 446. Sayısı