Renk oyunları içinden sıyrılabilen kısa hikâyeler!
Sanatın öykü sayfaları arasından küçük notları damıtarak söze başlamak gerek, öncelikle:
Empresyonizmin babası Monet’nin “kuşlar nasıl ötüyorsa biz de öyle resim yapıyoruz.” sözünü bulmaya çalışalım, belleğimizin küçük unutma oyunları
Sanatın öykü sayfaları arasından küçük notları damıtarak söze başlamak gerek, öncelikle:
Empresyonizmin babası Monet’nin “kuşlar nasıl ötüyorsa biz de öyle resim yapıyoruz.” sözünü bulmaya çalışalım, belleğimizin küçük unutma oyunlarının arasından… Teorilerden ve kurallardan nefret eden yapısı vardı Monet’nin. Yaşamlarımızı teori ve kurallar yumağına teslim ettiğimizi düşündüğümde, Monet’nin sözlerinde, özgürce kendine ait bir alan yaratmaya çalışan sanat akımının alt başlıklarında toplanan fikirlerini daha iyi duyumsuyorsunuz. Monet’yi yeniden okumak! Monet’yi yeni baştan keşfetmek! Monet’yi yeniden görmek! Ve Monet’nin gözünden dünyaya bakmak! “Monet, yalnızca gözdür. Hem de ne göz!” Claude Monet, geçici, bir anlık ışık oluşumlarını şaşırtıcı hız ve beceriyle yakalayabilmek konusunda seçkin bir yeteneğe sahiptir. Bu bir çalışma hızıdır. Önemli bir yetidir. Sanatçı bu yetisini resimlerinde gerçekten de büyük başarıyla kullanmıştır. Seine nehri kıyılarına ait resimler aklımıza geldiğinde, nesnelere bakışında olağanüstü algılama yeteneğini bir kez daha duyumsarız. Işığın su üzerindeki değişen yansımaları! Duygunun ve düşüncenin birbirinden ayrı fırça vuruşları, tekniğin ve renklerin dengelenmesindeki ustalıktır.
Şimdi asıl söze gelelim. Söz konusu Mustafa Salim Aktuğ olunca öykünün başladığı cümleye gitmeyi ve onun sanatının duyumsattığı izleri tek tek ele alıp yeniden şifrelemeyi daha doğru buluyorum. Resmi “içsel bir gereklilik” olarak algılayan kişiliğin temelinde var olan ve onu yoğuran kimler var? diye sorarak söze başlamayı da seçebiliriz. Nasıl bakarsanız, neyi düşünürseniz düşünün söze başlama noktasında şu cümleye saplanıp kalıyorsunuz: “Mustafa Salim Aktuğ, yaşam atmosferini sanat ve bu olguyu ise doğadan edindiği izlerle besliyor.” Diğer bir deyişle “renklerin mistik anlamından içsel huzura ve derin aydınlanmalara olan yolculukları betimler.” Durum böyle olunca tekillikten çoğulcu anlayışa, çok sesliliğe ilerleyen sanatçının resimlerinde, her yüzeyin geleneksel bir tat alma duygusuyla tosladığı nokta renktir. Hal böyle olunca izlenimci anlayışı duyumsamadan edemiyorsunuz. Eğer ışık ise söz konusu olan yine izlenimci tarzın serin sularında imge avına çıkmamanız için bir neden göremiyorum. Ulaştığınız sonuç bu ise, Aktuğ’un dış dünyayı algılayıp, resimsel bir yapı oluşturmasında öncüleri olduğunu kısa sürede keşfedersiniz. Kimdir bunlar? Özellikle isim belirtmek gerekiyorsa, Monet veya Seurat diyebiliriz. Sanatçının kafa yorduğu ışıkla başlayan bu hayranlığına göz gezdirdiğinizde, özgün biçem arayışlarında kendi kişiliğinin notalarını yakalayan, yüzeye doğadaki renkleri ve ışığı bırakan bugünün Mustafa Salim Aktuğ’una, kısa bir yolculukla rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Aslında konu bu kadar basit değil. Her şeyden önce dünden bugüne kat edilen bir zaman dilimi ve bu zaman dilimi içinde yol alan sanatçının yaşam notlarına tanıklık edebiliyoruz. İzlenimciliğin ve soyut dışavurumcu tavırların sentezinde, kendiliğinden devam eden, ama hesaplı bir sürecin içinde her serginin farklılaşarak değişime uğradığını açıkça görebiliyoruz.
Canan Atalay, Sonsuz Renk Evreni başlıklı yazısında Aktuğ’un resimlerini “renk” üzerine temellendirdiğinin altını çizerek, bize detaylı bir renk-paleti ressamının portesini cümlelerle çizer. O büyük yüzeylerin hiçbiri rastlantısal, başına buyruk ve daha önemlisi kolay değildir. Renk, sanatçının yüzeydeki oyun için gerekli butaforudur. Uzun tasarımların, denemelerin, yüzeydeki hesaplaşmaların, dengeli, akılcı ve titiz seçimlerin bugüne ulaşan okumalarıdır. Yine Atalay’ın da vurguladığı gibi renk üzerine teorik araştırmaları ve notları Delacroix’daki renk ilişkileri ve fırça darbelerinin ışıkla uğradığı değişimleri analiz etmekle başlayıp Monet’ye, Seurat’ya, Kandinsky’ye, Mondrian’a, Hoffman’a, Kely ve Riley’e kadar uzanan geniş bir sanatın öyküsü yelpazesi içinde değerlendirilebilir. Aktuğ’un son yıllarda yoğunlaştığı düşey-yatay ve diyagonal fırça vuruşlarıyla kurguladığı resimlerinin, salt renk düzenlemesine dayalı optik çalışmalara dönüştüğünü söyleyebiliriz. Burada şu yanılgıyı da aydınlatmakta fayda vardır: Salt rengin betimlenmesi gibi bir yanılgıya da düşülmemesi gerekir. Her renk dalgası, yüzeyde birbirleriyle olan ilişkisinin yanında, sanatçının içsel heyecanlarını izleyiciye ulaştıran bir betimleme anlayışıdır. Anlam ve üslup burada kısa renk yüzeyleri üzerinde ustalıkla kesişerek, her fırça izinin duygu ve düşünüşü hedefleyen ve hayata oklarını çevirerek eleştirel bir bakışla izleyicinin odaklanması gereken gerçekliği, renk katmaları arasına gizleyen bilinçli bir anlatım karşımızdadır. Renklerin yatay-dikey ve üst üste biçimlenişleri arka planda daha geniş ve şeffaf renk yüzeyleriyle birleştiğinde, derinliksiz bir uzaya açılır gibidir. Alt yapıyı hissederiz, ama boşluk içindeki renklerin ayrı ayrı, üst üste bir araya gelmesi belli bir hafifliğin yanında aynı zamanda devinimi de güçlendirir. Böylesi düzenli sıralar halinde, kendi başınalığıyla bırakılmış elemanların ardındaki dinginlikte, sonsuz bir atmosfere kendimizi kaptırırız.
Söz buraya kadar gelmişken, yine sanatın öyküsünden bir bilgi anımsamasına girişerek Aktuğ’un resimlerine bir ara not düşmek gerekiyor. 1889 yılında Octave Mirbeau, Monet’nin resimleri için aynen şöyle yazar: “…sanat ortadan kaybolur, gözden silinir… ve biz yaşayan doğa ile bu olağanüstü ressamın fethettiği, evcilleştirdiği doğa ile baş başa kalırız.” Yani diğer bir deyişle apaçık: Düşler kanat çırpar, şarkı söyler ve sihirli sözcükler sarf ederek yeni etkiler ve anlamlar ortaya çıkarılır. Atalay’ın deyimiyle sözlerimizi toparlarsak; uzun denemelerin sanatçıda yarattığı görmeden hissedip rengi kullanma becerisi, Monet için o zamana kadar koruduğu mükemmelliği sürdürme yetisiydi. Mustafa Salim Aktuğ’un resim sanatındaki özgün biçem arayışları ise, gerçek bir saygı duruşudur. Bu saygı duruşunun içsel durumlarında kendi gizli dünyasının tınıları söz konusudur. Duymayı bilen için, sanatçının resimlerinde ritmik tekrarlamaların oluşturduğu öz ve biçim ilişkisinde yarattığı atmosferde, arka bahçesinin renk uyumlarını açıklığa kavuşturmaktadır. Renklerin dili var mıdır? Eldeki sonuç “sanatçının gizil dünyasına” ulaşıyorsa, dilin gerçekliğini ve gerekliliğini de izleyici kendiliğinden fark edecektir. Bir dilin söyleyemedikleri var, bir de söyledikleri! Bir dilin gösterdikleri var, bir de gizledikleri! Bir dilin devingenliği var, bir de dinginliği! Bir dilde anlaşılanlar var, bir de gizlemek istedikleri! Sonuç, bir kavgadır. Tıpkı dünya ile yeryüzünün karşı karşıya olması gibi, bir kavga! Aktuğ’un resim dilinin yarattığı zıtlıklarda biri veya diğeri varlığında kendini ortaya koyar. Heidegger şöyle vurgular: “Varlığın kendini ortaya koyması rastlantısal bir duruma sabitlenmesi değil, daha çok kendi varlığının kökeninin gizli doğalığında çözümlemedir.” Sanatçının resimleri bir çözümlemedir. Renkler kendi aralarında anlaşmıştır. Biri bir diğerini üzerinde taşır. Belli ki, sanatçının kavgası serttir. Ama renkler bunun da üstesinden gelmeyi başarır ve Aktuğ’un fırçasından kurtularak devinim içinde dinginleşerek, hassaslaşarak, uysallaşır. Bu rengin evcilleştirilmesi midir? Yoksa evcilleşen, her türlü hırçınlığın cirit atıp, yavaşça dengeye/uyuma aktığı doğa mıdır?
Cesaretli, riskli bir o kadar da cesurca, hatta cüretkâr renk seçimleri içinde, kendini ifade eden çocuk gibi, masum bir yanıttır Aktuğ’un resimleri. Mustafa Salim, kime yanıt vermektedir? Yaşama! Niçin yanıt vermektedir? Varoluş nedenimizi duyumsatmak için! Yaşadığımız anakent yaşamı üzerine, yeni bir soru yüklüyor beyinlerimize, sanatçı: Bugünkü yaşama, niçin ve nasıl geldik? Jean Baudrillard İmkânsız Takas kitabında aynı soruyu sorar. Dünyadaki sınır-durumlar üzerine sorularla birlikte cevaplar arar: Dünyanın yerine ne koyabiliriz? Yaşamı neyle takas edebiliriz? İnsanlar önce tüm yaşamı teknikleştirmemişler miydi? İnsanda bölünen şeyler düşüncelerdir. Aktuğ önce düşüncelerini böler sonra düşüncelerini renk lekeleriyle yeni baştan yaratarak, kısa-kalın çizgilerle yeniden böler. Tıpkı bir haritada sınır çizgilerini belirlemek gibi. Hatta daha da iddialı bir benzetmeyle geçmişle geleceği bugünde böler. Coğrafyalar farklı kara parçalarına ve denizlere ve dağlara bölündüklerinde farkında olmadan başka yönlere doğru giderler. Peki ya renkler? Sanatçının renk-düşünceleri? Yönleri aynı gibi dursa da, üst üstelik göz bağı gibi bir oyununun etkisiyle hem derinleşirler, hem de yatay sıralar halinde soldan ve sağdan yüzeyi bir sonsuz “∞” belirteç gibi izleyiciye algılatır. Eninde sonunda aynı mekânda buluşuyorlar: Bir resim, bir ressam, bir izleyici. Bölünerek bütünleşiyorlar! Bütünleştikçe bölünüyorlar!
Geniş yüzeyleri bazen tuşsal, bazen de geniş lekeler halinde kaplayan renk, ana temaya ulaşmada kilit noktamız olmalı. Böylece, karşıt renklerde yaratılan denge ve ritim, düşey fırça izleriyle birleşerek izleyicinin yaşam enerjisini simgeleyen bir tutum sergiler. Bu değişmez ana fikir, sanatçının her sergisinde karşımıza çıkıp onun resmine ve biçemine ne kadar sadık olduğunun göstergesi olurken, diğer taraftan da temanın verdiği çeşitlilikle değişen ve gelişen bir tutumu sergileyerek her tuvalde farklılaşan bir kimlik ortaya koyar. Onun kompozisyonları düşey/dikey olarak tanımlayabileceğimiz fırça izleriyle, büyük boyutlu yüzeylerde arka arkaya sıralanarak anıtlaşan boya katmanlarından oluşuyor. Öte yandan özellikle son dönmedeki bazı resimlerde görülen müdahale edilmiş geniş yüzeyler eski resimlerde de karşımıza çıkıyordu. Buradaki amaç, bir doğal afet olayının verilmesi gibi bir şeyin simgelenmesi ve belli bir tahrip edilmişliğin ifade edilmesidir. Biçemin verdiği bu etki yaşam gerçeklerine ulaşmada izlememiz gereken en etken yol olarak karşımızda durmaktadır. Tuşsal ve geniş yüzeylerin zıtlığını pekiştiren yine birbirine zıt renk seçimlerinin ilişkisine bağlı armonilerin oluşturduğunu, kompozisyonun yarattığı denge üzerinden düşünürsek, evrendeki var oluş her an devam etmektedir. Zamandan kopan her renk an be an düşer yüzeyin aydınlığına! Kimi zaman gölgeler yaşamları, kimi zamanda gölgeleri aydınlatır! Renk, ışık ilişkisine dayalı zıtlıklar içinde bir imge avcısı titizliğiyle Aktuğ’un anlatmak istediklerinin çözümlemek, yukarda da belirttiğimiz gibi aslında yeni şifreler kurmak için zemin hazırlıyor. Her yüzeyin kendi içinde ve sergi bütününde yaşadığı diyaloglardan boşluğa savrularak göze ve oradan da beyin hücrelerimize etki eden imgeler topluluğundan, hayat gerçeğimizin ikilemlerini sanki yeniden keşfedercesine toplamaya çalışıyoruz. Gece-gündüz, yaz-kış, soğuk-sıcak, yaşam-ölüm gibi döngüler içerisinde kayboluyoruz. Hepimiz, bir veya birkaç kez ölümle buluşmadık mı?
Şimdi bir manzume yazalım Aktuğ’un her bir yüzeyine. Bu mümkün müdür? Zaten her bir resim, Elitis şiiri gibi derinden etkilemez mi, bizleri? Önem verilen ritmik düzenler ve imge yoğunluğu, soyutun anlam zenginliğinde bir gerçeküstücü tavrı anımsatır. Renklerin arasından bir nehri görebilirsiniz. Ve bilirsiniz ki, en yorgun nehir bile dolanıp bir yerde ulaşır denize! Bu resimler nerelere kadar götürür izleyiciyi? Fırça, boyamaya başladığında, renk lekeleri, formlar ve ritim sonsuz bir oyun aracılığıyla kendi dünyasını yaratmaya başlar. Bilinmeyen dünyaların keşfi gibi! Bir tür meditasyon! Baktığınızın içinde geziyorsunuz ve düş oyunlarının peşinden sürükleniyorsunuz. Düşlerini omuzlarında taşıyan izleyici, Aktuğ’un yüzeyleri karşısında bu düşlerin verdiği sıkıcılıktan kurtularak, kendini derin düşünmenin vahdet-i vücudu içinde bularak, Çılgın Nar Ağacı’nın, kıbleden esen yelin, kemerler arasında ıslık çaldığı beyaz bahçesine kadar uzanabilir. Düş buraya vurduğunda, ressamın aradan çekilmesini ve sizi tek başınıza bırakmasını bekliyorsunuz. Ressam çekilir. Yerine renkler gelir. Düşler hafifler. Yerine dünyanın bulutlu gökleriyle savaşan bir ağaç belirir. Güneşin kucağına esrik şarkılarını serperek geçen küçük kuşların düşleri çekilir. Bir anda yaşantı gerçekten kopup gelir. Sırlar su yüzüne çıkar; ama öylesine hızla dağıtıp geçerek değil! Damıtılarak, özüne kadar ince ince su kıvrımları arasından sessizce sızarak! Yaşam, yüzey, renk, ışık arasında paylaşılan tüm değerler sanatçının yaşam enerjisiyle izleyeni aynı noktada buluşturur. Bu noktada ise biçimlerin, renklerin, çizgilerin, düz bir yüzey üzerinde bütününü oluştururken mekân ritmik ve devingen bir özellikle kazanır. Birbirlerini kesintisiz gibi görünerek izleyen renk tuşları sonsuz hareketlilik etkisini duyumsatır. Yaşama bizi bağlayan, herkese eşit mesafede duran renklerle insani duyarlığın eşiğinde buluverir izleyici kendini. Mustafa Salim Aktuğ’un bu yeni sergisindeki her resim yeni bir dünya önermesinde farklı denklemlerin anımsandığı bir atmosfere doğru yol alıyor.
Ve son söz: Renk oyunları içinden sıyrılıp, düş haznenize akıveren kendinizden, kısa hikâyeler okuyacaksınız!
Kaynakça:
Atalay, Canan., Sanat ve Bellek, Ankara 2010.
Baudrillard, Jean., İmkansız Takas, (Türkçeleştiren: Ayşegül Sönmezay), İstanbul 2005.
Elitis, Odisseus, Çılgın Nar Ağacı, (Türkçeleştiren: Cevat Çapan), İstanbul 1995.
Heidegger, Martin., Sanat Eserinin Kökeni, (Türkçeleştiren: Fatih Tepebaşılı), İstanbul 2003.
Lynton, Norbert, Modern Sanatın Öyküsü, (Türkçeleştiren: Cevat Çapan-Sadi Öziş), İstanbul 1982.
Séurullaz, Maurice., Empresyonizm, (Türkçeleştiren: Devrim erbil), İstanbul 1983.
* Yukarıdaki yazı, Mustafa Salim Aktuğ’un Hacettepe Üniversitesi, Ahmet Göğüş Sanat Galerisi’nde açtığı kişisel sergisi için hazırlanan katalogda yer almıştır. Hacettepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü’nde öğretim üyesi olan Yard. Doç. Mustafa Salim Aktuğ, aynı zamanda Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nde Plastik Sanatlar Bölümü’nde dersler vermektedir.