“Romanın kahramanı babamdan öte yaşadığımız coğrafyadır”
Başaran Düzgün’nün kaleme aldığı Öksüz Atlar Ülkesinde kitabı, ayraç kullanmadan bir solukta okuduklarımdan oldu…
Başaran Düzgün’nün kaleme aldığı Öksüz Atlar Ülkesinde kitabı, ayraç kullanmadan bir solukta okuduklarımdan oldu… Kıbrıs’ın az bilinen dönemine ışık tuttan, iyi tasvirlerle donatılmış, çokça hüzünlendiğim bu kitap satılan bir çocuk üzerinden, satılan bir toplumu anlamaya, anlatmaya çalışıyor… Roman yanında, alternatif tarih okumayı sevenlerin de ilgisini çekecek kitabın devamını sabırsızlıkla bekliyorum…
Sohbetimize biraz eskiye giderek başlıyoruz. Başaran Düzgün gazeteci olmaya nasıl karar verdiğini bizimle paylaşıyor.
“Tahammüden bir karardı gazetecilik. Lise yıllarımda Devrimci Gençlik Derneği üyesiydim. Gençlik isminde amatör bir dergi çıkarırdık. Yazmaya olan ilgim o yıllarda başladı. Daha sonra o yılların poplüler gazetelerinden Kıbrıs Postası gazetesinin spor bölümünde çalışmaya başladım. Üniversite sınavına da girdiğimde tek tercihim basın yayın bölümüydü. Böylece Gazi Üniversitesi’nde basın yayını kazanmamla süreç başlamış oldu.”
“Gazetecilikte haberin ötesinde hikayeler birikiyor”
Öyle sanıyorum ki her gazetecinin hayali şu işler biraz azalsa da bir kitap yazsam şeklindedir. Aslına bakacak olursak Başaran Düzgün daha önce de kitaplar yazdı ama hepsi doğrudan gazetecilikle ilgiliydi. Bu kez bir roman keleme aldı ve onun da böyle bir hayali var mıydı, diye düşünmeden edemedim….
“Tabii gazetecilikle ilgili farklı kitaplar yazdım. Köşe yazılarımı derledim. Referandum sonrasına, öncesinde yaşanan zirvelere dair kitaplar yazdım. Bir de günyüzüne çıkmayan öykü kitabım var. Haşmet Gürkan ile birlike yazdığımız Lambousa Krallığı’nı anlatan bir kitabımız var, benim için o çalışma da çok değerlidir. Tabii yıllarca gazetecilik yaptıktan sonra insan haberin ötesinde hikayeler biriktiriyor. Bunlar kendi yaşanmışlıklarımız da oluyor, tarihsel olarak karşılaştıklarımız da. Zaman içinde insanlar da size gönüllü olarak hikayelerini anlatmaya başlıyor. Tabii bunların çoğu da mutlu hikayeler olmuyor. Yakın tarihimizde çok da mutlu olaylar yok. Dolayısıyla kafamda her zaman hikayeler içeren bir şeyler yazma fikri vardı. Sohbetlerde de bunları anlattığımda insanların aslında geçmişe dair detayları bilmediğini fark ettim. Böylece de bu hikayeyi yazmaya karar verdim.”
“Endişem babamın hikayenin önüne geçme ihtimaliydi”
Tabii bu noktada hemen soruyorum madem onca hikaye vardı. neden Hasan’nın hikayesi öne çıktı. Acaba babası olduğu için olabilir miydi? Başaran Düzgün gülümseyerek beni doğruluyor.
“Doğru düşünce, ama ailesini yazdı cümlesi aslında beni çok rahatsız eden bir cümle. Endişem babamın anlatmaya çalıştığım hikayenin önüne geçme ihtimaliydi. Aslında romanın kahramanı babamdan öte yaşadığımız coğrafyadır. Ön planda kişilerden öte olaylar vardır. Yazarlar da her zaman biraz kendi yaşadıklarını yazar. Ben de öyle yaptım. Elbette kısıtlı sözlü anlatımlar da var. Aslında o yıllara ilişkin ababamdan çok daha fazla detay alabilirdim, tipik bir gazeteci gibi ama yapmadım. Pişmanım. Yine de o dönemi elbette kendisinden dinedim. Tarihimizde bilinen satılan kızlar yanında, satılan çocuklar da oldu. Bu kavramı kitaptaki karakter için kullanmakta çok zorlanıyorum, çünkü sonuçta söz konusu kişiler babam, ninem, büyük dayım. O dönemi bilenler konuyu yumuşatmaya, normalleştirmeye çalışıyor. Evlatlık verildi deniyor. Ama öyle değildi tabii çünkü ortada resmi makam yoktu. Çocuklar bildiğiniz satılıyordu, bir nevi çocuk ticareti yapılıyordu. Satılan çocuklar, İngilize asker adı altında satılan gençler… Düşünün 30 bin genç bu şekilde korkunç bir savaşa gönderildi. Kıbrıs Türk tarihinin bence en önemli hikayesidir. İlk romanımda bu konuya değindim.”
Fakirlik ve çaresizliğin olduğu yılları okuyoruz aslında biz bu kitapla…
“Ben aslında bu kitabı tarihi alternatif tarihle okumak, öğrenmek için yazdım. Sıradan fakir insanların neler yaşadıklarını anlatmaya çalıştım. İpin ucunu oradan tuttum. Tabii taktir okuyucuya ait. Herkes bulunduğu yerden tarih okur. Sıkıntılı konudur. Bizim şansımıza Türklük tarihi düştü. Onu okuduk. Çoğu doğru değildi, hatta çarpıtılmış ve abartıydı. Oysa geçmişte insanlar korkunç fakirlikle boğuşıyor, var olma savaşını da bu anlamda veriyordu. Neslini devam ettirmeye, hayatta kalmaya çalışıyordu. Bunun için de gün geldi çocuklarını, kızlarını, gençlerini bile sattılar…”
Hasan’nın hiakyesini okurken kendi başına hayatta, ayakta kalma mücadelesi veren bir Kıbrıslı Türk çocuğa şahitlik ediyoruz…
“Kitabı yazarken pisikiyatrik de araştırmalar yaptım, konunun uzmanlarıyla görüştüm. Çünkü bugün bizim bildiğimiz anlamda çocuk eğitiminde, gelişiminde Hasan’nın altı yaşında yaşadıklarının yeri yok, olamaz. Altı yaşında bir çocuk satıldı. Bunu anlamak, anlatmak çok zor. Aielelerin neden bunu yaptığını anlamak çok zor. Herpsi ayrı ayrı tramvaydı. Bunun dışında savaşa gitmek zorunda kalan gençleri düşünün. Onların yaşadıkları ayrı bir travmaydı. Oysa bize hep kahramanlık hikayeleri okutuldu…”
“Kıbrıslı Türklerin ikinci dünya savaşında önemli görevleri vardı”
Kitapta Hasan’nın hikayesinden öte öne çıkan en önemli detay İngiliz ordusu yanında ikinci dünya savaşına katılan Kıbrıslılar ve onların hikayeleri … Hatta bu bölüm oldukça detaylı anlatılmış desem abartmış olamam.
“Otuz bin gencini, hatta bir kısmı çocuk yaşta olan gencini dünyanın en vahşi savaşına gönderen insanlardan bahsediyoruz. Daha sonra da beygirci olarak gittiler diyerek, tarihte yaşananları yumuşatmaya çalıştılar. Hatta alaya bile alanlar oldu. Bu beni her zaman çok rahatsız etti. Bu gençler dünyanın en vahşi savaşına gitti. Sadece otuz şilin para aldılar. Onun çoğunu da ailelerine gönderip, onların hayatta kalmalarını sağlamaya çalıştılar. Faşizme karşı savaş vermek gibi ideolojik algıları yoktu. Onlarınki hayatta kalma savaşıydı. Tarihimizin en acı veren detayıdır bunlar. Katırcı veya beygirci de değillerdi. Bu yanlış bir deyim. Bunu düzeltmeyi de kendime vazife saydım. Savaşta son derece önemli görevleri vardı. Lojistik birlikteydiler. Ben görev aldıkları bölgeye de gittim, kitabı yazarken. 2000 metreden yüksek dağlar, bu dağlar üzerinde bir manastır ve keçilerin bile yürümekte zorlandığı coğrafyada ikinci dünya savaşının en korkunç cephelerinden biri. 50.000 askerin öldüğü, uzun zamandır devam eden savaş… Son derece önemli işler yaptılar. Bunu detaylarıyla anlatmak istedim. Halefe baskını dediğimiz olayı anlatmasam, Kıbrıslı Türklerin bu özel birliğe lojistik sağladığını anlatmasam çok sığ olacaktı. Çünkü o dönem lojistikten ötürü çok savaş kaybedildi. Bunu engellemek için düşündüler ve akıllarına Kıbrıslılar ve katırlar geldi. Böyle bir birlik kurdular. Zaten o koşullarda katırlardan başka hayvan oralara ulaşamazdı. Tepelerde çatışan askerlere mühimmat ve yiyecek taşıdılar. Aslında çok güç ve bir o kadar da önrmli görevlerde bulundular. Çok da Kıbrıslı, türk ve Rum bu süreçte hayatını kaybetti tabii.”
“Kitapta Kıbrıslıların nasıl ayrı düştüğünü de anlatmaya çalıştım”
Kitapta ilerledikçe Hasan’nın her ne kadar sol değerlere önem veren kişiliği olsa da 1950’li 1960’lı yıllarda milliyetçilik kıskacına düştüğünü de okuyoruz. Bu da kitapta merak uyandıran bir başka bölüm.
“Kıbrıslı Türklerin pek çoğu bu kıskaca düştü. Kitabın en hassas noktası budur. Kıbrıslıların nasıl ayrı düştüğünü de anlatmaya çalıştım. Vadili’de ortak yaşanan bir köyde geçiyor bu bölüm. Pratikte beraber yaşarken, ideoloji bu insanları nasıl etkiledi, onu anlatmaya çalıştım ayrıca maalesef milliyetçilik insanları zehirledi diyebilirim. Büyük turan ne kadar zehirliyse, megalo idea da o kadar zehirlidir. Tabii, daha derine bakacak olursak bir zamanlar Osmanlı adanın patronuydu. Azınlık olmasına rağmen Müslüman Türkler de payrondu. Gün geldi patronluk bitti, geriye sadece azınlık olmak kaldı. Aslında kitapta öne çıkan bir öksüzlük kavramı var. Bir yanda Hasan’nın aile tarafından terkedilmesi bireysel terkediliş, bir yanda adanın Osmanlı tarafından terk edilmesi toplumsal terkediliş ve ortaya çıkan travmalar. Biz bunlarla yüzleşmiyoruz."
Fotoğraflar: Burçin Aybars