1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Rousseau, Kapitalizmin Ruhu ve Kıbrıs’taki Lüks Fetişizminin Düşündürdükleri
Rousseau, Kapitalizmin Ruhu ve Kıbrıs’taki Lüks Fetişizminin Düşündürdükleri

Rousseau, Kapitalizmin Ruhu ve Kıbrıs’taki Lüks Fetişizminin Düşündürdükleri

Rousseau, Kapitalizmin Ruhu ve Kıbrıs’taki Lüks Fetişizminin Düşündürdükleri

A+A-

 

Pervin YİGİT
[email protected]

Toplumun başkahramanları olduklarından başka görünmeyi başaranlardır.

Jean Jacques Rousseau’yu sadece Toplum Sözleşmesi’nin yazarı olarak veya Fransız Devrimi’nin ya da Cumhuriyet rejiminin fikir babası olarak görmek; Rousseau’nun dünyaya kattıkları karşısında ona yapacağımız haksızlıktan başka bir şey olmaz. Rousseau duygusaldır, samimidir; İtiraflar adlı eserinde bize yaptığı tüm yanlışları, işlediği tüm “günahları” aktarmıştır. Aslında bu Rousseau’nun bir siyaset felsefecisi olmasından daha değerlidir çünkü samimiyeti, onun bizden biri olduğunu göstermiştir. Rousseau’nun toplum içerisinde sivrilmek istememesi, her şeyi ve herkesi rahatlıkla eleştirmesi, yazılarında olduğu kadar insani ilişkilerinde de belirleyici rol oynar. O, siyasetle ilgilenen bir über insan, kurtarıcı, ya da kahraman değildir; sanatçıdır, edebiyatçıdır, müzikle, pedagojiyle ve botanikle ilgilenir.

Bu yazıda Rousseau, ne klasik liberal akım içerisinde, ne de kolektivist düşünce yandaşı olarak ele alınacaktır. Siyasetle ilgilenmeye başlamadan çok önce yazdığı Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev’e odaklanarak bugünkü kapitalizmin toplumu kötü yönde etkilediği sonucuna Rousseau’nun ilk kez nasıl vardığına bakmak; ana hedeftir.
Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev’i, Dijon Akademisi’nin 1749’da açtığı bir yarışmasına katılmak için yazmıştır. “Bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlakın bozulmasına mı sebep oldu yoksa ahlakın düzelmesini mi sağladı?” sorusuna Rousseau “ahlakı bozdu” cevabını vererek, bunu geliştirdiği bir yazı ile hem birinciliği kazanmıştır hem de daha sonra katlanarak artacak ününe kavuşmuştur. Her ne kadar da İtiraflar’da belirttiği üzere bunun iyi bir yazı olmadığını düşünse ve hatta yazılarının içinde en zayıfı olarak bunu görse de, Rousseau’yu literatüre bir siyaset felsefecisi olarak sokan Toplum Sözleşmesi’nden 12 yıl önce basılmış olduğunu ve iki eserdeki fikirlerin devamlılık arz ettiğini göz önünde bulundurursak; Rousseau’yu Rousseau yapan eserin bu olduğunu söylemek yanlış olmaz.

[B]ilimlerin kaynağı bizim kötülüklerimiz değildir. Bilimlerimizin kaynakları kötülüklerimizdedir.

Söylev’in temel argümanı bilimler ve sanatların, ahlakı bozmuş olmasıdır. Rousseau’nun deyişiyle; “güzel söz söylemek hırstan, kinden, dalkavukluktan, yalandan; fizik, boş bir meraktan ve hepsi birden, hatta ahlak bile, insanın kendini beğenmesinden doğmuştur”.  Bir başka ifadeyle, insanın kendi zayıflıklarından dolayı bilime ve sanata ihtiyaç duyulmuştur. Adaletli bir düzende, hukuka ihtiyacımız olmayacağı oldukça açıktır. Bu sebeple denilebilir ki; insanlar kendi çıkarları ekseninde değil de ortak iyi çerçevesinde davransalar birçok bilime ve sanata gerek kalmayacaktı. Tabii ki buradan ilk çıkarılacak sonuç, Rousseau’nun bunlara karşı olduğu değildir. Aksine insanın arzularına yenilmediği ve vicdanı ile hareket ettiği artık ütopik olarak adlandırabileceğimiz durumlarda, bilimin de sanatın da olması gereken şekilde var olup, ilerlemesi beklenen sonuçtur.

Rousseau’nun bilim ve sanatın gelişmesini ahlakın düşüşüyle bağlaması ve ardından da “ilk insanlar cahildirler, kabadırlar, eğitimsizdirler ama ahlaklıdırlar, bu yüzden erdem ve cehalet aynı yerde bulunabilir,  demesi Rousseau’nun düşmanları tarafından bilgisizliği öven bir yazar olarak gösterilmesine sebep olmuştur. Bu noktada Rousseau’yu doğru okumamız gerekir.

Eleştirilerden sonra kendisinin de belirttiği üzere Rousseau’nun amacı gelişmeyi durdurmak, geriye dönmek ya da insanların sadece birincil ihtiyaçlarını karşılayarak başka zevklerden mahrum kalması gerektiğini savunmak değildir. Böylesi bir çabayı “hayali bir onurlu insanlar yaratma projesi” olarak görse de, tek amacının gerçeği söylemek; kötülüğü görmek ve nedenlerini söylemek olduğunu belirtir.
Aydınlanma’nın yaratmış olduğu ilerlemenin ahlak felsefesinde de farklı tartışmalara yol açtığı bir dönemde, Rousseau’nun söylevini gerici olarak ifade etmek olası ama yanlıştır. Rousseau’nun yaptığı Aydınlanmaya karşı çıkmak değildir; Aydınlanmayı eleştirmektir. Dinsel dogmaların yıkılıp, aklın ve bilimin üstünlüğü ile yer değiştirmiş olması, etik sorunların da dinden bağımsız bir şekilde değerlendirilmesine yol açmıştır. Aydınlanmanın bu etkisini her fırsatta dile getiren Rousseau, Aydınlanmayı eleştirirken Akıl Çağı’nı bırakıp Ortaçağ’a dönülmesi gerektiğini düşünmez. Amacı modernitenin etkilerini hissederek gidişatı kontrol etmektir. David West’in de belirttiği üzere Rousseau “bu sosyal ve entelektüel hareketi tersine çevirmekten ya da engellemekten ziyade, onun yönünü değiştirmeye çalışır”.  Söylev de modern bilim ve aydınlanma’nın bu yönde bir eleştirisidir.

Rousseau’nun eleştirdiği nokta, bilimler ve sanatlardaki gelişmelerin ahlakın ikinci plana atılmasına sebebiyet vermesidir ve bu da sonradan diğer eserlerinde karşımıza çıkacak olan sosyal adaletsizlik kavramına bağlanır. Bilimin, ahlakın önüne geçmesi tam da Platon’un bahsettiği anlamda bir tehlikedir. Platon’un mesleki eğitim karşısında değer kaybettiğini söylediği liberal eğitimin eksik kalmasından dolayı, kişilerin iyi birer mühendis ya da doktor olurken, iyi birer insan olamadıkları fikri, 2250 yıl sonra Rousseau’nun düşüncelerine şu şekilde yansımıştır; “Fizikçilerimiz, matematikçilerimiz, kimyacılarımız, gökbilimcilerimiz, şairlerimiz, müzikçilerimiz, ressamlarımız var; gerçek yurttaşlarımız yok ya da varsa bile bu insanlar terk edilmiş köylerde, yoksul ve ihtiyaç içinde yaşıyorlar ve hor görülüyorlar”.

Bu yüzdendir ki, Rousseau insani değerler ve ahlaka, bilimlerden ve mesleki eğitimlerden daha çok önem verilmesi gerektiğini vurgulamış ve bu söylevde ilk kez insanlar arasındaki eşitsizliğin esas nedeninin toplumsal yozlaşma ve değerlerin yitirilişi olduğunu belirtip, “lüks” içindeki hayatı da bu sebeple eleştirmiştir.

Toplum Sözleşmesi’ndeki ünlü sözü “insan özgürdür ama her yerde zincirlere vurulmuştur”u söylemeden çok önce Rousseau burada der ki; “bilim, edebiyat ve sanat da insanları bağlayan zincirlerin üstünü çiçeklerle örterler, dünyaya özgür yaşamak üzere geldikleri düşünülen insanların özgürlük duygularını bastırırlar, onlara köleliklerini sevdirirler ve uygar halklar dediğimiz topluluklar olarak biçimlendirirler bu insanları”.  Bu argümanını desteklemek için de lüks hayat ya da ihtiyacın üzerindeki kullanıma dayanan yaşam şeklini örnek olarak gösterir. Kısacası; ün, şan, şöhret, lüks içinde yaşamaya bağlı olarak yapılan basit eylemlerin ahlakı bozduğunu vurgular. Erdemin gösterişle beraber var olamayacağını, lüksün insanların kibirlerinden dolayı doğduğunu, bilimler ve sanatların içerisinde her zaman lüks olduğunu ve bahse konu lüksün hiçbir zaman ahlakla uzlaşamadığını söyler.

“Ey erdem! Basit ruhların yüce bilgisi, sana ulaşmak için bu kadar zahmete ve debdebeye gerek var mı? Senin ilkelerin bütün yüreklerde yazılı değil mi? Senin yasalarını öğrenmek için içimize bakmamız ve tutkuların sessizliği içinde vicdanımızın sesini dinlememiz yeterli değil mi?”.

Erdemi “Ruhun gücü ve sağlamlığı” olarak gören Rousseau, iyi ve erdemli insanın lüksle veya süsle ilişkisi olmaması gerektiğini söyler.  Rousseau’ya göre insanın doğal durumu iyi olduğundan ve onu kötü yapan toplum olduğundan, erdem dışarıda değil de insanın içindedir. Kişinin vicdanında olduğu için de ona ulaşmak için insanın kendisini başkalarına beğendirmesine, ya da bir çaba içerisine girmesine gerek yoktur. Fakat böylesine bir çaba her zaman vardır çünkü insanda şan, şöhret ve para hırsı hüküm sürmeye devam eder. Toplumun içerisinde yer bulan insan, olduğu gibi görünmez, doğal halini bir kenara bırakır ve tanınmaz olur. Toplumun bir parçası olmak için bireyin kendisine atfettiği rol ve kendisi arasında bir fark oluşurken, bireyler genel eğilime uyarak kendileri için daha güvenli pozisyonlar yaratırlar. Bu sırada tek tipleşirken, özgürlüklerini kaybeder ve toplumun birbirlerine benzeyen parçaları olurlar.

İnsanın kötü taraflarını eleştirirken, yöneticilere ya da onun deyimiyle toplumun başkahramanlarına da ikiyüzlü derken, Rousseau kendini bu kötülüklerden ayırmaz; kendisinin de ne kadar kötü ve bencil olduğunu her fırsatta dile getirir. Peki, dürüstlükle kendisinin dahi kötü olduğunu dile getiren Rousseau, nasıl olur da insan doğasının iyi olduğu sonucuna varır?

Rousseau’nun insan doğası hakkındaki fikirleri tabii ki tarihsel bir gözlemden değil de varsayımdan hareketle doğmuştur. Bu yüzden doğruluğunu tartışmak yerine, gerekliliğine bakmamız bizim için faydalı olacaktır çünkü bugünü, geleceğimizi ve kapitalizmin etkilerini öngörebilmemiz için yerinde bir varsayımdır.

Rousseau insan doğası iyidir ve onu bozan toplumun etkisidir diyerek aslında kapitalizmin kötülüğünü o zamandan fark ettiğini bizlere göstermiştir. Bireyler, toplumun parçaları olduktan sonra edindikleri hırs ve kıskançlıklarından dolayı içlerindeki erdemi kaybetmeye yönelmişlerdir. Rousseau’nun lüks olarak tanımladığı, bizim ise ihtiyaçtan fazla, şan ve şöhret edinmekten için kullanılan veya tüketilen olarak açıklayabileceğimiz kavram; toplumdaki kötülüğün baş sebeplerinden biri olmuştur. Rousseau’nun deyişiyle; “bu zamana kadar, lüks, genel olarak hükmünü sürse de her zaman bir yığın kötülüğün uğursuz kaynağı gibi görülmüştür... Ben yaşadığım çağda erdemi yok etme ve lekeleme eğilimleri içinde olan ve zenginlerle sefiller yani her zaman kötü insanlar yaratan bu iğrenç ilkelere karşı mücadele etmekten kesinlikle korkmuyorum”.

Görüldüğü üzere “lüks” toplumu kutuplaştıran ve bekasına zarar veren bir düşmandır çünkü “hiç lüks olmasaydı hiç yoksul da olmazdı”.  Rousseau’nun Cenevre’sindeki insanların birbirlerine üstün olma arzuları ve bunu maddelerle gösterme eğilimleri tabii ki bugünkü düzeyde değildi. Yine de Rousseau’nun tüketim ile ilgili fikirlerini sosyal adalet kavramını kullanarak eleştirirsek toplumumuzu belki bir nebze daha iyi anlayabiliriz. Buradaki anlama kavramının altında sadece eleştirme olacağını da ekleyelim çünkü tüketim çılgınlığımızı her ne sebeple açıklarsak açıklayalım, kişilerin tüketim alışkanlıklarının değişmeyeceği kuvvetle muhtemeldir. Bir kişinin zengin olması, ancak 100 kişinin fakir olmasıyla mümkün olabilir cümlesinin maalesef ne zenginlerimize ne de “kendi içinde solcu” ya da “Kıbrıs’taki barışa endeksli solcu” olanlara açıklanabileceğini düşünmüyorum.

Rousseau’nun fikirleri ışığında düşünürsek, evlerimize, arabalarımıza ve tüketim çılgınlığımıza bakıp bu kadar solcunun nasıl bu ada üzerinde toplandığını şaşkınlıkla karşılamamız gerekir. Sadece 40 yılda, toplumumuzdaki homojen yapının nasıl böylesine sağlıksız, kutuplaşmış ve orta sınıfın gittikçe yok olduğu bir yapıya dönüşmesi oldukça dikkat çekicidir. Sosyal adaletten bihaber insanların, arkadaşı 2 asgari ücretle geçinmeye çalışırken kendi çocuğuna o parayı sadece bir aylık kreş taksiti olarak vermesi ve aynı anda da işçinin, emekçinin yanında görünmesi, saçma olduğu kadar can sıkıcıdır da. Kişilerin birbirlerinden üstün olma hırsları ile motive edilen bu sonsuz maddi/manevi tüketim dünyasının içinde özellikle yine o “solcu” kesimin başı çekmesi takdire şayandır. Bu ada, halkların kardeşliğini savunup Kıbrıslı olmayanı kendine eşit görmeyenlerin, işçinin emekçinin yanında olup Uzak Doğu’dan getirdiği çocuk bakıcılarına köle muamelesi yapanların, özel sektörde sendikalaşmayı desteklemeyen, ama özelleştirmeyi destekleyen solcuların adası. Evet, Rousseau’nun üzerinden yıllar geçti, onun bahsettiği lüks ve ahlaki değerlerle şu andakiler birebir aynı değil diye bir eleştiri gelebilir ama evrensel ilkelerin son kullanım tarihi yoktur. Bu sebepledir ki, Rousseau’nun söylevini her okuduğumda keşke bizi de görebilseydi ve ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlasaydı diye içimden geçiriyorum.

Rousseau, insanların her zaman şan, şöhret ve para peşinde koşacaklarını bildiğini ve şan ve şöhret hırslarının onları kötü, daha çok para kazanma arzularının da onları mutsuz yapacağını bireylere anlatmanın mümkün olmadığını düşünürken, aslında insan doğasını ne kadar iyi bildiğini de ispatlamıştır. Rousseau’nun kapitalizmin etkilerini ahlaki değerlerimizin yitirilişinde görmesi ve bunu açıkladığı bir yazı ile yarışma kazanması ona yazdıklarının işe yarayacağını da hiçbir zaman düşündürmedi.  Arkadaşına yazdığı bir mektupta da belirttiği üzere, insanların düzelmeyeceğinin ve bu yüzden de aslında boşuna yazdığının farkında olarak yazmaya devam etti.  Rousseau gibi düşünüyorum demek haddime olmamakla beraber bu yazının amacının da yaşam, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmek olmadığını ve sadece eleştirmek olduğunu söylemem gerek; Marx’ın da dediği gibi, “Filozoflar dünyayı, yalnızca, çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir”.

-------------------------------------

Jean- Jacques Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev, çev. İsmail Yerguz (İstanbul: Say Yayınları, 2009), s.11.
  Jean- Jacques Rousseau, Rousseau’nun Cenevre’den Son Yanıtı, çev. İsmail Yerguz (İstanbul: Say Yayınları, 2009), s.147.
  Rousseau, Söylev, s. 59.
  Rousseau, Cenevre’den Son Yanıt, s. 125.
  Ibid., s. 148.
  David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, çev. Ahmet Cevizci (İstanbul: Paradigma Yayıncılık, 1998).
  Rousseau, Söylev, s. 69.
  Ibid., s. 48.
  Ibid., ss. 49-61.
  Ibid., s. 73.
  Ibid., s. 49.
  Rousseau, Cenevre’den Son Yanıt, s. 147.
  Ibid., s. 130.
  Jean- Jacques Rousseau, Bordes’a İkinci Mektubun Önsözü, çev. İsmail Yerguz (İstanbul: Say Yayınları, 2009), s.160.
  Friedrich Engels ve Karl Marx, Alman İdeolojisi (Feuerbach), çev. Sevim Belli (Ankara: Sol Yayınları, 1999).

Bu haber toplam 3463 defa okunmuştur
Gaile 330. Sayısı

Gaile 330. Sayısı