Dilek Karaaziz Şener

Dilek Karaaziz Şener

RUHSUZLUK!..

A+A-

Geçen yıllara rağmen, yine de, büyük şehirde yaşamanın bana göre olmadığı gerçeğine biraz daha saplanıp kalıyorum. Son günlerde etrafıma bakıp keyif alabileceklerimin bir listesini yapmaya çalışıyorum. Listemin en başında, “dostluklar biriktirdiğim” yazılı! İşte bu durumdan dolayı da, biraz daha katlanılır hale gelen bu büyük şehrin, gri atmosferinde soluk almaya devam ediyorum. Aslında insan yaşamının en güzel yanı da biriken dostluklarla yaşayabilmek! Şehrin kuralları bana göre olmadı, olamadı ve fakat gelin görün ki kuralların tersine giden durumlarında, en büyük eleştiri de benden geliyor. Her şeye takılıp kaldığım zamanlarda, kendimi yetkili bir kuruma uzun uzun yazılar yazarken buluyorum. “Yaşlılık belirtileri olsa gerek!” diyerek içimdeki çocuğa gülümsüyorum böyle zamanlarda…
Listemi yaparken ruhumu canlı kılabilecek etkenleri destekleyen bir ipucu arayışına girişiyorum. Kuşkusuz böylesi bir hesaplaşmayla başlayan listeleme işlemi çoğunlukla bir sonuca ulaşamadan resmen elimde kalıyor. Ağaç açan çiçekleri mi görsem, yoksa yeşillenen Ankara’nın yine de ruhuma verdiği kalabalık gürültüsünden kaçamak yapacağım alanlara mı gitsem? Bu satırları yazdığım günün sabahında tüm ağaçların bulutlara rağmen çiçeklendiğini düşünerek de yaşadığım şehre daha fazla haksızlık etmenin doğru olmayacağı düşüyor aklıma! Geçen 25 yılda o kadar çok dost biriktirdim ki bu metropolde, geçirdiğim güzel anların hatıratına sanırım haksızlık olur böylesi ruhsuzluk tınılarını içeren cümleler…

Aslında her büyük şehir “modern”liğin verdiği kolaylıkların yanında, bir de dehşet verici imge bombardımanıyla yutuyor kimlikleri… Kültürel farklılıklar, ekonomik koşullar yaşam standartlarındaki uçurumlarla hiyerarşik düzenin tırmandığı ilişkilerde hep ruhsuzluk üzerine kurulu yaşam notları cümleleşiyor. Konu sadece kapılıp gitmenin ötesinde, imgelere takılıp tortulaşmanın da hesabını biçmekle alakalı biraz da! Büyük şehir insana modernliğin verdiği imgelerin içinde kendine, dehşetten örülü bir akvaryumu dolduruyor. Geçenlerde bankada sıramın gelmesini beklerken, yanıma oturan iki doktorun konuşmalarına kulak misafirliği ettim. Konuşmalarından anladığım kadarıyla, belli ki bir yerlere gitme/seyahat etme planı kuruyorlar. İçlerinde “ahh..!” sözcüğünün çokça tekrarlandığı, bulundukları/yaşadıkları ortamdan mutsuzluklarını dile getiren onca cümlenin içinden seçebildiklerim: “Bir yerlerde oturur kahvemizi içer, belki müzikale gideriz. Ama lütfen bunları yaparken gruptan ayrı hareket edelim.” Belki bir çeşit “özgürleşme” gibi algılanabilir bu tür masumane bir isteğin iki doktor arkadaş arasında paylaşılması. Bana sorarsanız depresif bir durum söz konusu! Öncellikle ortamdan kaçmak için seçilen yol yine her gün birlikteliğini sürdürdüğü ve bi’ şekilde onu bunaltan toplulukla/grupla birlikte oluyor. Hal böyleyken gidilen müzikalin veya içilen kahvenin tadını ne derece yaşamına yansıyacağının farkında mıydı acaba kahramanımız? Sözcüklere sinen ruhsuzluğun, mutsuzluğun yanı başında duran ve olayı anlık bir kulak misafirliğiyle dahil olan beni bile, huzursuz ettiğini söylemeliyim.
Müzikal izlemem için Londra’ya gitmeme gerek var mı? Apaçık benim düşüncem yanı başımızdakilerle elde edeceğimiz mutluluğun farkındalığını yaşamaktan yana! Fakat ne yazık ki bir de madalyonun diğer yüzü var ve işler-güçler hayatta kendi “istek” dengelerimiz doğrultusunda akmıyor. Akamıyor. Bir yerlere toslayıp insan kalabalıklığından soyutlanma eğilimleri içinde yaşamayı tercih ediyoruz. Yaşam mutfağından yalnızlık tarifleri gibi bu tanıklık ettiğim sahnelerde geçen konuşmalar. Dolaylı olarak “kulak misafiri” modelinde geçen konuşmalara dahil olmanın ötesinde, etrafımda direkt olarak duyduğum cümleler de pek farklı değil son zamanlarda. Dedik ya yaşam mutfağının tariflerinde belli ki, bazı yemeklerin tuzu, biberi ve limonu fazla kaçıyor ve bizi bir şekilde ruhsuz bir senfoniden yükselen tuhaf seslerin eşliğinde istemsiz bir dansa eşliğe zorluyor. Kısa bir süre sonrasında yaşamımıza giren birçok kimseye karşı takındığımız tutumlarla yine modernliğin verdiği “ötekileştirme” hissiyatıyla kalıplaşmış bir yaşam cenderesine giriyoruz. Biraz acımasızca yazdım, farkındayım!

***
Uzun ve yorucu bir haftanın ilk tatil gününde, çalışma masamın başındayım. Penceremden sızan ışığın gölgelerine kar tanelerinin görüntüleri yansıyor. Belki inanmayacaksınız ama baharın ağaçlara çiçek olarak düştüğü bu zamanlarda, Ankara’da hafiften kar yağıyor. Masamda bir fincan kahve, sıcaklığından yükselen buğulu dumanında bana Girne’yi savuruyor. Yazı yazmak için fazlasına ihtiyacım yok! Gün ışığının sızdığı küçük bir pencere ve Girne kokulu bir kahveyle dolup taşan küçük bir yazı odası… Yazmak için uyanan karşı konulmaz istek, geçen haftanın insan görüntülerine yansıyan sözlerinden üzerime etki eden ruhsuzluk bulutlarını cama yansıyan kar taneleriyle dışarıya savuruyor. Durum böyle olunca “ruhsuz tanelerini sokaktan geçenler düşünsün” diyerek, aklıma takılan soruya doğru odaklanıyorum:
Müzikale/tiyatroya meraklı mısınız? Herkes kendince soruyu yanıtlayacaktır. Açıkçası müzikal dendiğinde diyalektik tiyatronun kurucusu Bertold Brecht akla düşmedikçe pek bir anlamı yok benim için… Son yıllarda Ankara’da tiyatro bileti bulmakta zorlanıyoruz. Belli oyunların bilet satışlarının tavan yaptığını ve herkesin tiyatroya karşı büyük bir ilgiyle akın akın doluştuğu bir ülkede, yine de sanata olan ilgisizlikten bahsetmek ne büyük bir ironi! Şimdilik başlamış olduğum yeni söze burada nokta koymak niyetindeyim. Çünkü amacım yazının seyrinde genel olarak “sıkıntılı günler” geçirildiğinin üzerinde durmak değil. Evet, öyle ya da böyle görünenin ötesinde bu ülkede her kesimde “sıkıntı” kasvetinde bir atmosfer bizi iyice sarmalamış görünüyor. Nereye dönseniz, kime dokunsanız ah işitmeniz işten bile değil! Her geçen gün üst üste Babil Kulesi gibi yükselen sorunlar, çözümsüzlüklere evirilerek, üzerimizde yükseliyor. Bir yandan ekonomik koşulların adaletsiz dağılımı, diğer yandan siyasi gelişmelerin üstlendiği rolle sıkışıp kalan kimliklerin bunalımlı ahvalleri, sırayla toplumun her kesimini teker teker yokluyor. Yaşamlara engel koyan bir sürü sorunu da beraberinde yaşatıyor. Yine de sevindirici olan tiyatro bileti bulamamak!,

 

 

***
Haftalık rutinlerimde, internet sayfalarında, dünya müze ve sanat galerilerinin süreli sergi dosyalarında fırsat buldukça kısa gezintiler yapıyorum. Görüldüğü üzere hayata renk katmak ve sorun demetlerini kapı arkalarında bırakmak için Londra’ya gitmeye gerek yok! Sergiler size farklı bir dünyanın kapılarını sanal görüntülerle olsun sağlayabiliyor. İtalyan kökenli Avustralyalı hiperrealist Patricia Piccinini son yıllarda yakından izlemeye çalıştığım bir sanatçı… Çünkü “ezber bozan” yaklaşımlarıyla görsel anlamda üzerimize modern dünyanın kavramlarından oluşan bir etki alanının imgelerini boca ediyor. Şöyle bir düşünelim: Amerikan sinemasını nasıl biliyorsunuz? Bu dünya gücünün sinema sektöründe uyguladığı tematik tercih yönü pek de değişmiyor. Özellikle II. Dünya savaşı sonrasındaki süreçte… Sinemanın “insan-makine” veya “insan-hayvan” karışımı yaratıklarıyla bizi ürküten tutumunu hepimiz biliyoruz. Buna kısaca bilim-kurgu diyoruz ve gençler için bu tür temalar, ilgi çekiyor. Gişe hâsılatı yapan filmler genelde bu yönde oluyor. Sonrasında tekrarları çevrilerek yıkılan umutların sarmaladığı büyük metropol görüntülerinden umudu umutsuzluğa çeviren kahraman/kahramanlar yaratılıyor. Küllerinden yeniden doğan şehirlerde her bir birey İkarus’a dönüşen kahramanın gözlerine bakıp, ağzından dökülen sözcüklerde gözyaşları selinde yeniden var oluyor.

Piccinini bilim kurgu sinemasının “modernliğin dehşet verici imgeleriyle” donatılmış, insanlığı tehdit eden yaratıklarına alışmış bir nesil olduğunun bilinciyle hareket ediyor. Bilindiği üzere hiperrealitenin diasporası “ruhsuzluk” üzerine gelişiyor. Ürküntüye alışmış bir nesil olarak gelecek için kopmuş parçalarımızla yap-boz tahtasında oyunlar oynuyoruz. İster kabul edin, ister etmeyin; muhteşem Hollywood klişeleri içimize dışımıza ve kısaca yaşamımıza işlemiş durumda! Hiçbir şeyden keyif almama ve sonuçta başka bir ülkedeki müzikale giderek bir İkarusun keşfine çıkma, galiba modern dünyanın sahte bir yüz teşekkülünden başka bir şey olmasa gerek! Bu durum elimizden “kahkahalarımızın” alındığının bir göstergesi…
***
Sanatçı yedi yaşında İtalya’dan Avustralya’ya ailesiyle birlikte göç etmiş. Travmalarla dolu bir çocuk evresinin üzerindeki etkilerini her zaman çalışmalarında ve biyografisinde vurguluyor.  Yeni bir kültüre alışmak hiç de kolay olmasa gerek?! Her göç, yaşınız ne olursa olsun “başka bir dünya yaratmak” için size gerekliliklerle dolu bir yaşamı zorunlu kılıyor. Yemenizden içmenizden tutun da yaşam alanınıza kadar alışmış olduğunuz ortamlardan çok farklı bir uzama taşınıyorsunuz göç yollarında… Küçükken yaşadığı göçün ve özellikle de savaşla birlikte göç etmenin travmalarını yaşamından silemeyen birçok sanatçı hikâyesi biliyorum. Yaşayanların öykülerine tanıklık ettim çoğu zamanlarda, hayatta olmayanların ise yaşamöykülerinde karşıma çıktı göçle gelen travmaların yaratıları…

Günümüzde en büyük eksikliğimiz “sevgi” ve “iletişim” kavramlarını sınırlamaktan geçmiyor mu? İletişimle birlikte sevgiyi bile sanal sayfaların gücüne (!) bıraktık! Facebook ve twitter’ın “empati” yaptığını gördünüz mü? Sevgi ve iletişimin gücü, empati/duygudaşlık yaptığınız sürece yaşamda bağlılıkları kenetliyor. Kısaca galiba her şey bi’ şekilde dağılmış durumda! (Benim yazım da modernliğin tipik insan formundan nasibini alarak dağınık bir halde ilerleyemeye çalışıyor)
Tüm bunlarla sarmalanmış durumdayken Piccinini karşıma çıkıyor. Sanatçı gerçek hedefinin empati olduğunu vurguluyor. Her ne kadar dağılmış ve ruhsuzlaşmış insan modelleriyle çevrelenmiş olsak da iletişimin gücüne inanıyor. Onun heykelleri insanla hayvan, insanla makine, hayvanla makine ve insanla diğer varlıklar arasındaki başka bir atmosferin ara kesitine taşınıyor. Başkalarıyla bağ kurmada yetişkinlerden daha başarılı oldukları için çocuk figürlerine sergilerinde sıkça yer verdiğini belirtiyor: “Çocuklar senin ne iş yaptığın ya da ne kazandığınla ilgilenmezler, sen kimsin onunla ilgilenirler. Çocukların sevgisi ve merhameti gerçektir ve masumiyetlerinin sizi de etkilemesi kaçınılmazdır.” Piccinini, ilk bakışta ürkütücü görünen bu “yaratıkların” var olmalarının arkasındaki sebepleri ise şu sözlerle ifade ediyor: “Aslında, bu heykelleri var eden algı, bağlam ve teknolojik gereklilik, zaten günümüz dünyasının bir parçası: genetik mühendisliği, biyoteknoloji, kök hücre araştırmaları, klonlama çalışmaları günlük hayatın alışıldık unsurları haline geldi. Benim yaratıklarımı var edecek gereklilikler zaten aramızdalar; onları ne kadar çok istediğimizi bilmesek bile, anons edilmemiş gerçeklikler olarak aramızdalar. Ben, istenmeyen yabancıların olup olmadığı sorusuyla ilgilenmiyorum; onların ötesinde bizden olmayanları sevebilme potansiyeline sahip olabilecek miyiz, onu merak ediyorum.”

Kısaca sanatçı şunu söylemek istiyor: İstemediğimiz ve fakat birlikte yaşamak olduğumuz “şeyler” beklenmedik sonuçlar getirse de bizi büyülemeli! “Merhamet” ve “empati” kavramları, kimin ruhsuz bir canavar olduğunun en önemli belirleyicisidir.

------------------------------------------------------------------------

• http://www.newlynartgallery.co.uk/?Current+Exhibitions
• http://www.patriciapiccinini.net/
• http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=HaberYazdir&ArticleID=1054267
• http://emincetingirgin.blogspot.com/2011/05/patricia-piccinini.html
• http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1053745&CategoryID=41

Bu yazı toplam 2364 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar