1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Ruhun Altını
Ruhun Altını

Ruhun Altını

Ne zaman Mağusa’yı ziyaret etsem, ne zaman zihnim o ışığı ilk kez gördüğüm güzel kente seyahat etse, öfke ortadan kayboluyor.

A+A-

Vivian Avraamidou Ploumbis
[email protected]

(İngilizceden Çev.: Seda A. Refik)

Bugün sizlerle, doğup büyüdüğüm Mağusa’yı 2003 yılında ilk kez ziyaret ettiğimdeki tepkilerle ilgili bir “gerçeği” paylaşacağım. En iyi arkadaşım ve annesi ile birlikte variller ve tellerin arasından geçtik. Arabanın arka koltuğunda oturuyordum ve ziyaret etmemize izin verilen mahalleler arasından geçerken hatırlayabilmek, tanımak, zamanda geriye yolculuk yapabilmek için dikkatlice nefesimi tutmuş bir şekilde her binayı, tuğlayı, sokak köşesini ve yolu dikkatlice izliyordum. Gözlerimden şelale gibi yaşlar akıyordu. Hayır! Ağlamıyordum! İnanın bana kayıplarımızdan dolayı yas filan tutmuyordum. Yaptığım tek şey geçmişe gidip yüksek sesle konuşarak unutulmaz zamanlardaki anıları tasvir etmekti. Yüksek sesle konuştuğum arkadaşım değil daha çok bendim. Ruhumdan dışarı taşan anılarla gözümün önündeki görüntüleri birbirine bağlamaya çalışıyordum sanki. Aynı gece Lefkoşa’ya geri döndüğümüzde, ruhumun hafiflediğini hissettim. Beni toprağa demirleyip hayatıma devam etmeme izin vermeyen çapa sanki beni azat etmişti. Gerçek gözyaşları yoktu. Çoğunlukla her iki taraftan da bize ihanet edenlere karşı hissettiğim öfke de yoktu. Defa defa yaptıkları hatalarla ülkemizi yarım yüzyıldan bu yana ikiye ayıran noktaya getiren siyasetçilerle ilgili hiçbir his taşımıyordum.

Evet, bu doğru. Ne zaman Mağusa’yı ziyaret etsem, ne zaman zihnim o ışığı ilk kez gördüğüm güzel kente seyahat etse, öfke ortadan kayboluyor. Üzüntü dahi kalmıyor. Hayatlarımıza ihanet edenlere karşı duyduğum nefreti unutur gibi oluyorum. Milliyetçilik, din ve rengin ağızlarındaki tek yem olduğunun farkında olmayanlar, mutluluğun güzel sularına atılıveriyor.

Mağusa benim için bunları ifade ediyor. Binalar ya da mallarımız değil, ben bunları özlüyorum.

Fakat…Türkçeye çevirisi yapılan ve İstanbul’da bulunan Heyamola Yayıncılık tarafından basılan “Altının Ruhu” isimli romanımdan bir karakter olan Nestora’nın size gerçekten neler hissettiğimi anlatmasını tercih ederim. Nestora 16.yy’da Mağusalı bir göçmen, ama şunu kolayca söyleyebilirim ki, o da bizden biri. O modern göçmen.

[Bu bölüm “Altının Ruhu” isimli kitaptan alınmıştır, s. 101-104]

Hayatındaki onca değişikliğe, matematik ve astronomi alanındaki çalışmalarına, Maria’yla tanışıp evlenmiş, hatta çocuklarının dünyaya gelmiş ve her şeyin çok kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleşmiş olmasına rağmen Nestora hep bir boşluk hissediyor; bu boşluğun nedenini aramaktan vazgeçmiyordu. Maria’yla bebeği taparcasına seviyor ve aynı sevgiyi görüyordu. Yıldızlar ve gökyüzü fenomenleriyle ilgili çalışma ve araştırmaları, önünde tam anlamıyla muhteşem ve yeni ufuklar açıyordu. Ama yine de… Yüreğinin bir yanı hep buruk, kırıktı. Yaz mevsiminin birçok gecesinde; gündüzün sıcaklığını süpüren hafif rüzgârlar eserken; çok sevdiği karısı aşkın verdiği tatlı yorgunlukla yüzünü işli yastıklara gömüp uyuduğunda usulca koynundan çıkıyor, düzgün bedenine sardığı pelerine küçük bir çocuk gibi sarılarak evlerinin verandasında geçmişe, eski günlere gidip kayboluyordu. Orada, artık kendisinden çok uzaklarda, doğu denizinin yakıcı aurasının hafif yasemin kokusuyla dolu esintisinin burun deliklerine dolduğu ve dalgaların puslu köpüklerinin çıkardığı seslerin kulaklarını okşadığı evlerinin toprak avlusundaydı. Başı sevgili annesinin dizlerinde, annesi şefkatle üzerine eğilmiş, simsiyah uzun saçları alnını gıdıklardı. Kulaklarında annesinin o tatlı sesiyle mırıldandığı şarkı…

Dur hanım, sana bakayım
İyi yapmıyorsun saklanmakla
Nasıl güzelliğine varayım
Sen saklanırken benden?
Bilirsin hanımım, sana hatırlatmama gerek yok
Ama yazılı bir deyiş der ki:
“Güzel olana bakılmazsa güzelliğinin değeri yoktur.” (1)

Çocukluğunun avlusunun biraz ötesinde, katı cümleleriyle babası duyulurdu: “Artık koca adam oldu, onu şımartıp okşama bu kadar be kadın!” dese de, bakışlarında mutluluk eksik olmazdı. Arada bir şarap kadehini kaldırıp, “tüm insanların sağlığına!” derdi. Şaraplarını, kendi bağlarının üzümlerinden yaparlardı. Uzak diyarlardan getirilmiş çeşitli üzümler adanın güneşi ve bereketli kızıl toprakları sayesinde kekremsi bir tat yaratır, herkes tarafından arzu edilen bir şarap olurdu.

Nestora için en önemli şey neydi? Ailesi mi? Çok sevdiği ebeveynleri mi? Aydınlık ışığı ve sonu gelmez güzellikleriyle güzel şehri mi? Denizinin tuzlu tadı mı? İncecik kumlarda parıldayan bembeyaz deniz kabukları mı? Şehrin surlarını oluşturan devasa kayalıkların köklerinde biten kekiklerin kokusu mu? Yoksa şehrin merkezine, agoraya gidene kadar verdiğin selamların karşılık görüp aldığın gülümseyişler, saçlarını şefkatle okşar gibi karıştıran insanlarla karşılaşmanın neşesi mi? Tüm bunlar onun için önemliydi. Hepsine özlem duyuyordu. Hasret… Bu sinsi his onun ruhunu kemiriyor, bir türlü huzur bulamıyordu. Ama babası mektuplarda ona, “Hüzün ve keder… Geri dönme buraya. Her neredeysen orada iyi ol. Buraya dönme!” diye yazıyordu. Bir babanın oğluna “dönme" diyebilecek kadar gücü nasıl olabilirdi? “Geri dönme!” Güzel şehirlerinde her şey yok olup gitmiş, tüm güzelliklerini sonsuza kadar kaybetmişlerdi. Oğlundan ayrı düşmüş olmanın hüznüyle her gün ağlayan annesini dinleyen babası, “dönme” diyebilecek kadar gücü kendisinde bulabiliyordu.

Hem büyük hem de küçük şeyler içindi duyduğu özlem. Bir an için bile olsa yeniden çocuk olup başını mis gibi zeytin sabunu kokan annesinin göğsüne dayayabilmeyi nasıl da isterdi. Babasının yanağındaki derin yara izine hafifçe dokunup, Kantara’nın keskin virajlarında at arabasının nasıl ters döndüğünü durmadan anlatması… Büyük limanın arka tarafında, kayalıkların altında denizkestanesi ve kabuklu solucan yakaladığı sığ sularda oynamayı… Keşke bahçıvanlarının kızı Anastasia’yı gizlice anne babasının odasına bir kez daha götürebilseydi. Onu annesinin odasına soktuğunda, küçük kız yatağın üzerinde, Venedik’ten getirilmiş aynanın tam karşısında -o zamanlar bu büyülü cam henüz başkasının evinde değildi- sessizce oturmuş, nefesini tutmuş, o da incecik çocuk parmaklarıyla annesinin mavi taşlı kolyesini nemli siyah gözlerle aynadaki aksini izleyen Anastasia’nın boynuna takmıştı. Güneş Kale’nin kayalıklarının ardında kaybolmaya başlayıp gölgeleri çocukların hayal dünyasında korkutucu oyunlar oynarken, büyük annenin gülleri tüm ışıklarını yitirip dedesinin şarabı gibi koyu bordo renge bürünmüştü. Ara sokaklarda gün boyu gezinmiş Nestora’nın eve dönmeden son bir durağı daha vardı. O durak öyle bir yerdi ki, çocuksu kalbinin hızlıca atmaya başlaması yüzünden en fazla bir ya da iki dakika kalabiliyordu orada. İrini Hanım’ın penceresinin önünde çiçek açmış limon ağacının kalın gövdesinin ardına gizlenip, iri gözlerini, dar korsesinden cömertçe taşmalarına izin veren patroniçenin iri göğüslerine dikerdi.

Anne babasına, dostlarına ve arkadaşlarına hasret duyuyordu. Dokunduğu, yarattığı, verdiği ve aldığı her şeye özlem duyuyordu. İçten çürümüş bir halatın birdenbire kopması gibi, aniden biten o hayata hasretti.

v2-058.jpg

 

(1) 16.yy’da yazılmış elyazması bir dönem şiirinden alıntı.

 

Bu haber toplam 4603 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 488. Sayısı

Gaile 488. Sayısı