“Rum ilkokulu, kütüphane, göçmen evi ve şimdi de terkedilmişlik...”
KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Hasan Transtürk’ün çektiği bu iki fotoğraf, Mağusa Suriçi Derneği MASDER’in sosyal medya sayfasında hatıraların canlanmasına neden oldu... Ertan İnce’nin anlattığına göre Mağusa suriçinde başlangıçta Kıbrıslırumlar’ın gittiği bir ilkokuldu bu bina – o zaman, Mağusa suriçinde ortak bir hayat vardı... Sonra Kıbrıslırumlar suriçinden şu veya bu yöntemlerle kaçırılınca, bina boş kaldı ve 1963’te bazı göçmen aileler bu binaya yerleştirildi... Sonradan bu bina mahkeme binası olarak 1974’e kadar kullanılmış ve bir süreliğine kulüp, dernek binası gibi şeyler olduktan sonra halk kütüphanesine dönüştürülmüştü... Fakat daha sonra halk kütüphanesi başka yere taşındı ve bu bina, belediyenin kullanımındaki araçların park yeri gibi bir yere dönüştürüldü. Sonuçta bu binanın bir derneğe tahsis edildiği ve bakımsız ve kapalı tutulduğu anlaşılıyor...
Sosyal medyada bu binanın bir zamanlar Venedikliler’in inşa ettiği bir binanın taşları alınarak yapıldığı da belirtiliyor...
Ertan İnce sosyal medyada şu bilgileri paylaşıyor bu binayla ilgili olarak:
“Mağusa suriçindeki en güzel yapılardan biri... Bu okulun avlusunda oynayarak büyüdük... Ne yazık ki birçok şey gibi bunun da değerini bilemedik ve kaderine terkettik. Önünden her geçtiğimde içim sızlıyor.
O hurmaların altında çocukluğumuz geçti... Taş atarak, o hurmalardan çok yedik. Binanın önünde, giriş kapısının yanındaki hurma da kırmızı idi. Ama yeri uygun olmadığından ona taş atmazdık. Ama Canbulat İlkokulu’na gidip gelirken altına düşen pişmiş hurmaları mutlaka yerde arar ve toplardım...
Bu bina, 1957-1958’e kadar suriçinde yaşayan Kıbrıslırum vatandaşlarımızın ilkokulu idi... Hatta bu okulda öğretmenlik yapan birisi, bizim komşu Rum kızıyla evlenmişti... Daha sonra fasariyalar başlayınca babam, kızın babası Sotiri’den evi satın alınca, hemen yanımızdaki eve taşındık. Ben yan eve geçtiğimizde 1 yaşında idim... Bizim büyüdüğümüz şimdiki evin sahibi idi. Babamdan da çok daha yaşlıydı... Tabii ben bunları hep anlatılardan biliyorum... Alper abim onların evlerinde, kucaklarında büyüdü... O daha iyi hatırlar. Ben, onun kızı Andriana teyze ile 2016 da Ay. Xerino kilisesinde tanışmıştım...
1957-58’lerden sonra boş kalan okul, 1963’te bazı göçmen ailelerin kullanımına verildi... Daha sonra mahkeme binası olarak 74’e kadar kullanıldı..74’ten sonra kısa bir süreliğine klüp, dernek binası gibi birşeyler olduktan sonra kütüphane ve belediyenin kullanımımındaki araçların park yeri gibi birşeyler olmuştu.”
Ne yazık ki Kıbrıs’ın kuzeyinde olağanüstü güzellikte ve tarihi değere sahip, kültürel mirasımızın parçası olan bu tarz pek çok bina çarçur ediliyor, bakımsızlıktan dökülüyor, gelişigüzel “tahsis” edilerek kullanıcıların “insafına” bırakılıyor... Bu konuda da toplum olarak sınıfta kalıyoruz çünkü geçmiş yıllardan gelen tarihi ve kültürel mirasımızı, gelecek kuşaklara bırakmak için yeterli özen ve duyarlılık gösterilmiyor...
BİR KİTAP...
“Ahalinin gidişi...”
Evrim Kepenek
Gazeteci-Yazar Serdar Korucu, Shakespeare’in de dediği gibi “Artık konuşma zamanı geldi; çekilen acılar unutuluyor çünkü” diyerek yola çıktı. 1939’da Ermenilerin Musa Dağ’dan ayrılmalarına, yani halk ağzındaki deyişle “ahalinin gidişi”ne tanık olan Musa Dağlılarla Türkiye, Ermenistan, Lübnan ve Fransa’da görüştü, röportajlar yaptı.
Korucu'nun Aras Yayınları’ndan “Ahalinin Gidişi” ismiyle okurla buluşturulan kitabını, sadece bir sözlü tarih çalışması olarak anlatmak en başta soykırımın varlığını azımsamak olur.
Kitap, her bir tanıklığı ile birlikte yaşamanın güzelliğini tatmanızı sağlarken, birbirimize yaptığımız, yapabileceğimiz kötülüklerin de bir kanıtı niteliğinde.
Kitabı bitirdiğinizde, “bir daha olmasın” dediğiniz gibi olan bitenle de bir kez daha bireysel olarak yüzleşiyorsunuz. Kitaptan geriye kalan ise bireysel değil yüzleşme ve hakikati kabullenme iradesinin toplumsallaşması oluyor.
Kitabı, “Zaruhi Gabagyan’ın da dediği 'uyumadan önce her gece Musa Dağ’ın gözlerinin önünden geçtiği' 23 aile büyüğünün kitabı…” diye özetleyen Korucu ile söyleştik.
*** Ahalinin Gidişi’nden önce sizden Musa Dağ’ın hikâyesini dinleyelim…
Musa Dağ, Ermeni Soykırımı sürecinde yaşanan, en çok bilinen direnişe ev sahipliği yaptı. Türkiye’de resmi tarihin de kabul ettiği, tartışmasız bir gerçek var; yaşananların tek nedeni İstanbul yönetiminin “Ermenileri sevk” kararı ve Musa Dağlıların büyük çoğunluğunun bunu kabul etmemesi.
Bu reddedişin altındaki nedenlerden biri, Zeytun’da yaşananlara şahit olmuş bir din insanının Dikran Andreasyan’ın şans eseri dağa dönmüş, dönebilmiş olması.
*** Musa Dağ’da karara uyan olmuyor mu?
Oluyor. Tehcir kararına karşı gelmeyerek yetkililerin talimatlarına uyanlar oluyor. Büyük bölümü bir daha dönemeyecek. Soykırım sürecinde ölenler arasına katılacaklar. Kalanların da işi zor. Çünkü dağdaki Ermeni nüfusun karşısında, Osmanlı’nın, yani gücü ne kadar zayıflamış da olsa, aynı anda pek çok cephede savaşabilen bir ordunun bölgedeki güçleri var. Direniş sürecinde takviye de geliyor. Bu direnişin kurtuluşla bitmesi de şans eseri.
*** Neden?
Çünkü dağdakiler umutsuzluğa kapılıyorlar. Çevreleri Osmanlı güçleri ile çevrilmiş. Denize doğru uzanan bir uçurum var önlerinde. Ermenistan’da konuşma şansını yakaladığım, dağdaki direnişin ünlü kadın direnişçilerinden Varter Zeitliyan’ın torunu Ankin Zeitliyan da bunu anlatıyor kitapta.
Direnişin sona ereceğini düşünenlerin kendini suya atmayı düşündüklerini, “Suya düşelim ama bunların eline düşmeyelim” dediklerini aktarmıştı. Bunun benzeri Osmanlı tarihinde daha önce yaşanmıştı.
16 Aralık 1803’te Osmanlı güçleri tarafından bugün Yunanistan’ın Epir bölgesindeki Zalongo Dağı’nda sıkıştırılan Suli köylüleri teslim olmaktansa kendilerini uçurumdan aşağı atlamıştı. Fakat Musa Dağ’dakilerin sonu farklı oldu, İtilaf güçlerine ait gemilerle kurtarıldılar.
*** Peki, şunu merak ettim, bu kitabı yazma fikriniz nasıl oluştu?
Kitabın başına da koyduğum William Shakespeare’in sözünü çok severim: “Artık konuşma zamanı geldi; çekilen acılar unutuluyor çünkü.” Gerçekten de acılar konuşulmayınca unutuluyor. Kayda geçmeyince bir sonraki kuşakta silikleşiyor, daha sonra da kayboluyor git gide. Mesela Ermenistan’da görüştüğüm Kevork Vrtanesyan, “Size anlattığım kadar konuşmadım onlarla. Sormadılar ki hiç! Sormuyorlar” diyordu çocukları, torunları için.
*** Kaç kişi ile görüştünüz?
Görüşme süreci uzun sürdü. Bu noktada çok fazla kişiye teşekkür etmem gerekiyor. Musa Dağ’da Misak Hergel, İstanbul’da Meline Temelci, Ancar’da Barkev Samuelian, Ermenistan’da Sofia Agopian’a ve Fransa’da Vahram Mardiryan ve Sevag Mardiryan olmasa bu kitap bu haliyle çıkmazdı, çıkamazdı.
Onların ve onlara ulaşmama yardımcı olanlar sayesinde Ahalinin Gidişi ortaya çıktı. Çünkü aile büyüklerine ulaşmak zor bir iş. Röportajları, özellikle de yurtdışında olanları çok kısıtlı zamanda yaptım, yapabildim. Üstelik o aile büyüklerini bir daha görebilir miyim, bilmiyorum bile.
O nedenle projeye ikna olmaları, güven duymaları gerekiyordu. Bunu sağladılar ve kendilerine bu kitabı borçluyum. Zaten Ahalinin Gidişi aslında Musa Dağlıların kitabı. 1939’dan önce doğan, sonrasında kalan ya da giden ama her zaman Musa Dağlı kalanların kitabı, Ermenistan’da konuştuğum Zaruhi Gabagyan’ın da dediği gibi “uyumadan önce her gece Musa Dağ’ın gözlerinin önünden geçtiği” 23 aile büyüğünün kitabı…
*** Ne kadar zaman çalıştınız?
İlk röportaj Ağustos 2018’de Musa Dağ’da, sonuncuysa 2019 yılının Nisan ayında Fransa’da.
*** Size ne anlattılar? Anlatımlarına özlem mi hakim, bekleyiş mi?
Herkesin anlatısı farklı elbette ama benzeşen yanları da elbette var. Öncelikle tüm aileler için kırılma 1939. Ya gitmek zorunda kalmışlar, anavatanlarını geride bırakmışlar ya da akrabaları, komşuları, tanıdıkları gitmiş, yalnızlaşmışlar. Yani giden için de kalan için de çok ağır bir tablo var. Musa Dağ’da konuştuğum Boğos Gökçe’nin de dediği gibi aslında gidenler geri döneceklerini düşünerek gidiyor. Fakat öyle olmuyor.
Yepyeni bir hayat kuruyorlar, kurmak zorunda kalıyorlar. Akılları, kalpleri hep Musa Dağ’da kalarak… Ancar’dan Ermenistan’a gitmek için yola çıkanlar ayrıca bir zorluk yaşıyor. Çünkü orada tam bir düzen kuracakken yine yeniden her şey sil baştan. Üstelik bazılarının hakkında Taşnak oldukları kuşkusuyla açılan soruşturmalar, sürgünler oluyor, olabiliyor.
*** Geçmişten gelen acılarla kendilerine yaşatılanlarla nasıl başa çıkıyorlar?
Zor bir geçmiş var aile anlatılarında. Biz tarihin bu sayfasını, 1939’u ağırlıklı olarak, “Fransızların yardımıyla Lübnan’a giden Ermeniler” gibi okusak da bu yüzeysel bir anlatı. Fransızların yardımı doğru ama gittikleri yer çöl.
Ancar’ın Beyrut’a yakınlığı Şam’a yakınlığı kadar. Yani Lübnan’ın doğu sınırında. Bomboş bir araziye yerleştiriliyorlar. Çadırlar içinde kalıyorlar uzun zaman. Yolculuk sırasında da hastalıklar baş gösteriyor, günde 15-20 kişinin öldüğü dönemler oluyor. Ancar’a yerleştikleri dönemde de zorluklar devam ediyor. Neden gittiler denirse, bunun da en öne çıkan nedeni, sadece 25 yıl önce soykırım yaşamış olmaları.
*** Onların hissiyatını en yakından bilen dinleyen birisiniz, anlattıkları sizde ne izlenim bıraktı?
Musa Dağ’ın bende bıraktığı izlenim unutulmuşluk ve unutturulmuşluk. Bugün bölge sadece turizmle anılıyor. “Hoşgörü şehri” vurgusuyla iç ve dış turizm çekmeye çalışan Hatay’ın turistik bir köşesi gibi. AB sürecinde Vakıflı ilgi odağıydı fakat artık yerli turistin önceliği de, kaynakların son dönemlerde daha çok aktarıldığı eski Ermeni köyü Hıdırbey.
Ve turizm dışında Musa Dağ anlatısı artık yok gibi. Bu buruk bir unutturulma hali. Burası bir direnişin sembolü ve hâlâ Türkiye yazım dünyasında hak ettiği yeri bulmadığına inanıyorum. Eğer bizler direniş üstüne, direnişin bu topraklardaki tarihi üstüne konuşacaksak Musa Dağ’ı atlamamalıyız, atlayamayız.
(BİANET.ORG – Evrim KEPENEK – 6.2.2021)