1. YAZARLAR

  2. Dilek Karaaziz Şener

  3. Rüya, gecenin akvaryumudur!..
Dilek Karaaziz Şener

Dilek Karaaziz Şener

Rüya, gecenin akvaryumudur!..

A+A-

Her şey bir sözle başladı: Biz uyuyunca rüyalar uyanırlar!
Nerden çıktı bu söz? Bir rüya âleminin renk girdaplarından… Dört duvara kapanan küçük bir evin pencere açıklıklarından… Biraz oradan, biraz da buradan derken; kendi mekânında “kendince” tepişip duran gailelerin perde aralığından… Renk cümbüşüne kapılıp da sakın ola “neşeli hayat” tadında bir senaryonun yazıldığını düşünmeyin… Neşeye karışan hüznün sessiz soluğunu seslendiren garip bir düş kırıklığı bulacaksınız kedi mırıltılarının nağmelerinde… Sanki bir rüya bahçesi armağan edilivermişçesine size, bir ADA’nın kendine kapanan kayalıklarında, belki Medoş lalesinden, belki de nergisten, hatta tavşankulağından kopan, kokulu taç yapraklarından ortaya çıkmış gibi bu hoş rüyalar… Uzaklarda, asma bahçelerinde flüt çalan kızın, düşlerinden kopan nağmeler bir dost gibi geliyor. Ressam fırçaları temizlerken, çok renkli bir düş aralığı nasıl ki yaratılır; yazı da anıları temizledi us uzamının çöl derinliğinden…
Sıra kelimeleri, resmin renklerine batırıp yazmaya gelince de, yaşamdan ve yaşanmışlıklardan parmak izleri oluşmaya başladı.
Sonrasında ise kendiliğinde sıralandı yaşantı kareleri… Yuvarlandı rengin içine “ben ve sen”e ait görüntüler… Boşluk tuttu ellerinden ve bir yorgan serdi arkalarına, karıştı rüya yaşama, yaşamsa rüyanın en derin uyku hallerine… Görünüşte kimse yoktu; sadece ve sadece rüyanın en olmadık anda sizi saran dipsiz ruh halleri vardı ve bir anahtar bıraktı her bir renk, düş çöllerine…
İnsan yaşantıya biriktirdiği anlarla rüyalarına akan görüntüleri parmaklarıyla biçimlemek istiyor, yeni baştan… Neden mi? Ressamın dokunduğu fırça, yüzeye, kendine ait yaşanmışlıkları sıralar. Peki, ya parmaklar? Onlarla bazen kösnül bazen ise saldırgan bir hareket ortaya çıkar.
Miró resimlerinde ve bilhassa da yüzeylerindeki çizgilerde parmaklarını gezdirirmiş. Çizgilerin izinden gittikçe, kendini dizginlenemeyen bir ritme kaptırırmış. Biz her ne kadar düşsel çizgilere kapılıp gitsek de; yere, toprağa yollar çizen Miró’nun bu içsel hareketi için bir açıklama yapmak gerekirse, düşlerin değil de gerçeğin altını önemle çizmeliyiz. Düşsel değil, son derece gerçek çizgiler! Sözü bağlamalıyım ve Miró çıkışlı cümlelerden sonra, Moliere’in şu sözünü akla düşürmeliyim: “Rüyalar aynalara benzerler; bazen içlerinde başlarımıza gelecek şeyleri görürüz.” Diğer bir değişle, son derece gerçek! Bir rüyadan hareketle, bir iz buluruz yaşam sahnesinden…
Rüyaya uyuyan ressamsa burada, düşlerine dalan ise izleyici her halükarda…
Rüya gölgenin peşinden gidince, ressam da rengin peşi sıra yürüdü gitti. Sonunda bir sahne kurulacak, biliyorum ve ne varsa rüyadan arta kalan yaşama dair bu sahnede kendi rolünün repliklerinde gözleri kapalı, yine içimizden “ben, sen, o/biz, siz, onlar” olanlarla oynanacak… Kendi başınalığıyla veya yanına seçtiği “güzel” dediği ve ne yaşanırsa yaşansın hep “güzel” kalacak kimseyle paylaşılacak tuvalden sahne, esas yaşam kesitleriyle…
Dekora ve fazla söze ihtiyacı yok ressamın! 
Aklımı karıştırmakla kalmadı, öncelikle renkleriyle, aynı zamanda da ruhumun derinliklerine sızarak: “bir rüya uğruna gölgemin peşi sıra diyar diyar giderim” dedirtti. Tüm bu karmaşıklığın içinden- ki rüyalar hep karışıktır- imgeyle birlikte, her ne kadar kendisi bir tutam romantizm kokusu serptiğini söylese de görüntülerin üzerine, esaslı bir içsel duyum havuzunda çakıl taşlarından renkler ve lekeler biriktiriyorsunuz avuçlarınızda…
Elbette sıra gözlerinize de gelecek! Öncelikli olarak renklerin gücünden kurtulmak gerek; bu gerekliliği tersten okumak mümkün müdür? O zaman lütfen tersten okuyalım ve “eleştiri” dediğimiz kirpinin oklarından kurtulalım. Okların acıttığı yerlerden birer bezek fırlıyor ve sizi bugünden alarak modernizmin ışıltılı, ışıklı, ılık, sakin ve huzurlu sularının aktığı kıyılara bırakıyor. Zaman değil de mesafedir geriye sarmaya çalıştığım. Çünkü küçük bezek fragmanlarıyla yaptığı muzip oyunun farkına varıyorum. Fırçanın izinden rüyalara doğru sürükleniyorum. Adını bilmediğim figürlere tosluyorum. Figürün adının önemi yok, eylemidir bizi ilgilendiren. Uyku halindeki figürlerin dünyayla temasının olup olmadığı ilk bakışta belirgin değil! Gözleri hem kapalı, hem de açık gibi… Kadın, erkek ve kedi boşluktaki halleriyle yaşamdaki bizlere demir atıyorlar. Bakıp düşünüyorum. Düşünürken izleyen olmaktan çıktığım hissi büyüyor. İzleniyorum. İşler sarpa sarıyor. Rüyalardan çıkmak istiyorum, çıkamıyorum. William Blake’in peşinden etrafı toparlıyorum:
Uyanıkken rüya görmek bu olsa gerek!
Başladığım söze yeniden geri dönüyorum: Biz uyuyunca, rüyalar uyanırlar!
Sonuçta, rüyalarla örtünmek için yaşamda yaşantılarla uyumak gerek!
Blake görüntülerine o kadar kendini kaptırmıştı ki, doğa’dan çizmeyi reddederdi.
Şunu söylemeliyim: tuvallerle kendi kendime konuşmaktan oldukça hoşnudum. Konuşma pratikleriyle, eksik olanı bulmaya çalışıyorsunuz.
Nafile bir arayış mı?!
İnsan yaşamının üçte birini geçirdiği uyku hallerinde konuşmaz ki?! Ama rüyalar konuşurlar.
Bastırdığımız tüm duygular ve düşüncelerle yüzleşme an’ı geldiğinde kendi kendine konuşmaktan da yüksünmemeli insan… Rüyalar uyandı bi’kere! Ve figür, Blake’in elinde düşsel, hayali bir şey olur çoğu zaman. İmgelemin yarattığı sanrılar, düşler ve yaşamın içindeki rüyalar… Elimizde pergel, boşluğa asılan figürlerin dışındaki rüya uçurumlarını ölçüyoruz, ressamla…
Freud’a göre rüyalar anlamsız değildir. Bütün rüyaların sebepleri vardır, bunlar hayatta yaşadığımız duygusal bazı olayların sonucudur. Her rüya bir arzunun gerçekleşmesidir. Bu da bize masalları anımsatır.  Çoğunlukla uykudur, öncelikle algılanan. Freud ve psikoloji hep aklımı karıştırır zaten! Rüyaların kemirip uykuyu yok etmesini istedim ve geçirdim içimden.  Küçük bir kız çocuğu geçti az önce yanımdan. Bir balonu üfleyerek gülümsüyordu. Balon havalandı ve kayboldu gözden… Sonra döndü küçük kız ve dil çıkararak hayata, bir sokaktan, bir rüya kentinin ortasından geçen yoldan yürüyüp gözden kayboldu. Şimdi yeniden başlamalı ve bu defa balon değil de balonlar olmalı; uyku iyice hafiflemeli ve tıpkı bir balon gibi yükselip kendi film karesinin dışına çıkmalı! Küçük bir sır fısıldayım mı size?
Ressam bize gülüyor!
Ve bunu böyle bilerek, uyu sonra…
Şımartmak için rüyalarını!
(Arşivimden…)

Bu yazı toplam 2668 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar