1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. RÜYAKÜ: BULUNMA
RÜYAKÜ: BULUNMA

RÜYAKÜ: BULUNMA

Güneybatımızda terk edilmiş bir köy, kuzeydoğumuzda iki şehri birbirine bağlayan anayol. Cemre arkeolog, biz kazmacı. Tanıkların gösterdiği yerleri kazıyoruz. Bir kaybı arıyoruz. Bir savaş kaybını. 74 Temmuzu’nun yuttuğu bir canı.

A+A-

 

Hüseyin Bahca

[email protected]

Üstümüz mavi bulut, altımız sarı toprak. Mesarya’nın göbeğindeyiz. Uçsuz bucaksız bir düzlük. Olabildiğince bâkir, olabildiğince tenha. Dört kişiyiz; Cemre, İbrahim, Volkan ve ben Atlantis. Güneybatımızda terk edilmiş bir köy, kuzeydoğumuzda iki şehri birbirine bağlayan anayol. Cemre arkeolog, biz kazmacı. Tanıkların gösterdiği yerleri kazıyoruz. Bir kaybı arıyoruz. Bir savaş kaybını. 74 Temmuzu’nun yuttuğu bir canı. Elimizdeki rapora göre adı Yannis. Lakabı: Uçurtkan. Yirmili yaşlarının sonunda. Boyu 1.80. Esmer. Siyah saçlı. Gözleri ela. Çiftçi bir ailenin oğluymuş. Değişik bir çocukmuş. En çok göz göze gelince fark edilirmiş insanlığının hamuru. Hiç evlenmemiş. Evlenmeyi hiç istememiş. Herkesle iyi geçinirmiş. Özellikle çocukluk arkadaşlarıyla. Güneybatımızdaki köyden alınmış, terk edilen köyden. Bu bölgeye getirilmiş. Toprağa alışkın elleriyle kazmış kendi mezarını. Çifteliyle vurmuşlar. İki atış. Karın ve göğüs bölgesinden. Ve alelacele gömülmüş sonra – kanın bulaşmadığı ellerle - dönüşerek bir teşkilat sırrına, dönemin kargaşasında. Kazıyoruz. Saatlerdir kazıyoruz. Her çukur biraz daha içine çekiyor bizi. İçimiz çukurlaşıyor. Dilimiz kemikleşiyor. Konuşamıyoruz. Kazıyoruz. Ter İbrahim’in şakaklarından, Volkan’ın alnından, benimse boynumdan akıyor. Topraktaki karınca hatlarına karışıyor üçümüzün de teri. Sıcak, nem, okaliptüslerden yayılan gaz nefes almamızı zorlaştırıyor. Mataralarımızdaki suyu içiyoruz ikide bir. Suda yosun tadı. Kuyuların birinden doldurduk. Cemre elindeki metreyle çukurun derinliğini ölçüyor. 57 cm. İbrahim: “Şimdiye çokdan çıkmış olması lazımdı.” Ceren susuyor. Hiçbir şey söylemiyor. Kazmaların tıkırtısında eriyor İbrahim’in kısa tiradı. Ben de konuşma gereği hissetmiyorum. Hatta küçük bir nefret hissi doğuyor içimde her şeyi bilen İbrahim’e. Volkan ani bir hareketle çıkıyor çukurdan. Çadıra yürüyor. Kol saatime bakıyorum: 09.56. Kahve molası. Kazmayı daha sıkı kavrıyorum. Nasırlarım zonkluyor. Kollarıma vuruyor sancı. Topraktan intikam almak istiyorum; köklerimin saydam bir hisle uzandığı topraktan. Vuruyorum. Kazmanın ucu toprağın yumuşak dokusuna geliyor. Daha sert vuruyorum. İbrahim de çıkıyor çukurdan. Yalnızlaşıyorum. Yalnızlaşmak hareket alanımı genişletiyor. Düşmanıma vurur gibi vuruyorum. Omuzlarım, kürek kemiklerim, omurgam geriniyor, belim kasılıyor. Cemre: “Toprağı kimse öldüremedi. Sen da öldüremeycen. Yeme canını. Gel içelim hade gavelerimizi.” gibisinden bir şeyler geveliyor. Duymazdan geliyorum. Tempomu artırarak kazmaya devam ediyorum. Toprağın ellerini ayak bileklerimde hissediyorum. Cemre donuklaşıyor. Sırtımdaki gücü de vuruşlarıma katıyorum. Kazma toprağa girip çıktıkça bileniyor. Toprağın dumanı, taşlardan üfelenen parçacıklar serserice etrafa saçılıyor. Cemre’yi çadıra yolluyorum. Çünkü yedi aylık hamile. İkiz. Kısa süre sonra doğum iznine çıkacak. Yannis son işi. Mezarına kavuşturduğu bir ölü verecek ona, doğum için rahat hareket edebileceği süreci. Cemre donuk bedeni, hiperaktif düşünceleriyle çadıra gidiyor. Kazmaya devam ediyorum. Toprağın dumanı bıyıklarıma oturuyor. Öksürüyorum, ciğerlerim çıkacakmışçasına öksürüyorum. Başımı göğe kaldırıp temiz hava sahası arıyorum. Güneş gözüme giriyor. Mavi bulutlar görünmüyor. Tozsuz oksijen iniyor ciğerlerime. Mataramdan bir yudum su içiyorum. Yosun tadı boğazımdaki toz zerreciklerine sürünerek yemek boruma iniyor. Kusmak istiyorum. Olmuyor. Geriniyorum. Sırtımdaki tıkırtıları duyuyorum; kireçlenmenin tıkırtılarını. Ritimdışı. Anarşist. Gelişigüzel. Hoşuma gidiyor. Bedenimin müziği bu. Volkan kahvemi getiriyor. Fincana üflüyorum. Cılız bir esinti oluyor. Kahvemin köpüğü titriyor. Küçük bir yudum alıyorum kahvemden. Acı. Dinçleştirici. Ayağımla eşeliyorum toprağı. Toprağın yumuşak dokusuna saplanıyor ayakucum. Volkan seziyor ayakucumdaki izi. İkimizin de kulakları dikleşiyor. Kahvelerimizden birer yudum daha alıyoruz. Kızıl bir şahin üstümüzde pikeler atıyor. Gagasında acı bir feryat. Arkasından bakıyoruz. Okaliptüs ağaçlarına yöneliyor. Yedi sekiz tur atıyor ağaçların etrafında. Ve feryadını bitirerek konuyor gölgesi kaba bir dala. Volkan küreği uzatıyor. Kazdığım toprağı dışarı atıyorum. Toprak azaldıkça çukur derinleşiyor. Ayaklarımın bastığı zemin daha da yumuşuyor. Tabanlarımda hissediyorum yumuşayan zeminin altındaki varlığı. Mavi bulutlar güneşin önüne geçiyor. Gölgeleşiyor benliğimi yutan çukur. Gölge işçinin yaşam tanrısı. Pozisyon değiştiriyorum. Ayaklarımın bastığı yeri kazıyorum bu kez avuçlarımla. Toprak yumuşak. Avuçlarımı zorlanmadan içine alıyor. Kollarım sertleştikçe sertleşiyor. Kamburumda hissediyorum dünyanın akışını. Bir ipucu bulana kadar kazıyorum. Cemre ve İbrahim yardıma geliyor. Ama inemiyorlar çukura. Engel oluyorum ikisine de. Bulduğum izi takip ediyoruz. Ellerim yavaşlıyor. Kumaşını parmak uçlarıyla inceleyen terziler gibi hassaslaşıyor parmaklarım. Çünkü yapılacak tek bir hata, Yannis’in zamanda eriyen kemiklerini dağıtabilir. Cemre bu konuda çok hassas. Çukurdaki tüm malzemeleri yukarı veriyorum. Cemre metreyi uzatıyor. Derinlik: 73cm. Boynundaki fotoğraf makinesiyle çukurun fotoğraflarını çekiyor. Belgeleşiyor anın akışı. Bir çift lastik eldiven uzatıyor İbrahim. Pastel sarısı. Giyiniyorum. Yavaşça son toprak parçacıklarını da temizliyorum. İlkin kaval kemikleri görünüyor Yannis’in. Kızıl şahinin feryadı duyuluyor yine. Bu kez değişik, esrarengiz. Hep birlikte okaliptüs ağaçlarının olduğu yere bakıyoruz. Gölge üstümüze çöküyor. Mavinin tonlarıyla flulaşıyor manzaranın diyalektiği. Kızıl şahin terk edilmiş köye uçuyor. Arkasından bakıyoruz özleyeceğimiz birinin gidişine bakar gibi. Gittiği yönde yüzlerce uçurtma! Hepsi cıvıl cıvıl, rengarenk; göğün boşluğunda salınıyorlar. Simli kuyruklarında çocukluğa götüren lirik duygular. Cemre çukura iniyor. İşimize dönüyoruz; bir kaybı –ölüyü- yaşama kazandırmaya. Bir tek Volkan bakıyor uçurtmalara. Hayretle. Masumca. Yüreğindeki saflığı dışa vurarak. Çukurdaki taş parçacıklarını İbrahim’e veriyorum. İbrahim bir köşeye atıyor. İyice temizliyoruz Yannis’in etrafını. Her hareketimiz kayıt altına alınıyor artık, sümkürdüğümüz toz zerrecikleri bile. Cemre fotoğraf çekmeye devam ediyor. İşini daha rahat yapabilmesi için çukurdan çıkıyorum. Damaklarımda kahvenin acımtıraklığı. Vücudum su diye çemkiriyor. Mataramın kapağını açıp kafaya dikiyorum. Bakırımsı bir hava doluyor ağzıma. Yere savuruyorum matarayı. İki üç kere sekiyor yerde. Gelişi güzel bir şut çekiyorum sonra. Tahminimden uzağa gidiyor. Çadıra gidiyorum. Su arıyorum. Su. Soğuk su. Yok. Artıyor damaklarımdaki kuraklık. Mesarya’ya benziyor. Volkan etten bir heykel gibi uçurtmalara bakıyor hâlâ. Evimden getirdiğim sandalyeye oturuyorum. Kumaşın güvenilirliğine bırakıyorum bedenimi. Rahatlıyor kamburum. Ya mavi bulutlar bir gıdım daha aşağıya iniyor, ya uyku basıyor beni. Bilmiyorum. Lacivertleşiyor her yer. Deklanşörün sesi arttıkça artıyor. İbrahim çadıra geliyor. Ceset torbalarının yerini soruyor. Susuyorum. Rahatsız edici bir patavatsızlıkla arıyor. Bulamıyor. Çadırın arkasındaki iş aracına gidiyor. Küçük bir kıpırdanma oluyor zeminde. Cemre karmakarışık bir şeyler söyleyerek bağırıyor. Ne dediği anlaşılmıyor. Yanına gitmek için kalkıyorum. Zemindeki kıpırdanma depreme evriliyor. Sallanıyoruz. Toprağın çatlaklarına batıyor tabanlarım. Cemre’nin yanına koşturmaya çalışıyorum. Ama bata çıka olduğum yerde sayıyorum. Üç dört kat efor sarf ediyorum. Yaklaşıyorum çukura. Davul zurna ve kornalar eşliğinde ucu bucağı görünmeyen bir konvoy geçiyor iki şehri birbirine bağlayan anayoldan. Düğünü andırıyor. Gösterişli bir düğünü. Volkan yırtınırcasına “korunun” diye bağırıyor. Arkamda kalan Volkan’a bakıyorum. Az önce göğün boşluğunda salınan uçurtmalar üstümüzdeki bulutları parçalayarak konvoya doğru uçuyor. Yüzükoyun yere atıyorum kendimi. Ense kökümde hissediyorum kuyruklarından dökülen simleri. Güneş ışınları giriyor parçalanan bulutlardan. Hızla emekleyerek Cemre’nin yanına gidiyorum. Emekledikçe artıyor yerinde sayma hissi. Ama bir şekilde varıyorum çukura. Yarı oturmuş halde, sırtını ve avuç içlerini çukurun kenarlarına bastırarak omuz hizasında açtığı bacaklarınıysa topraktan çıkan ellere teslim etmiş halde buluyorum Cemre’yi, doğum suyu Yannis’in yanındaki boşluğa akarken.

 

Temmuz – Eylül 2020

 

 

Bu haber toplam 3229 defa okunmuştur
Gaile 475. sayısı

Gaile 475. sayısı