'Rüyamda Bu Kadar Yorgun Değildik'
Zehra Şonya; Sergiye Eleştirel Bir Bakış Denemesi
“Rüyamda Bu Kadar Yorgun Değildik” Sergisine Eleştirel Bir Bakış Denemesi
Zehra Şonya
Oscar Wilde “eleştirinin var olmadığı bir çağ ya sanatın atıl kaldığı, katı kural ve biçimlerle, biçimsel tiplerin kopyalanmasıyla sınırlandığı bir çağdır ya da tümden sanatsız kalmış, sanat adına hiçbir şeyin yaratılmadığı bir çağdır.” sonucuna varır. Onun ‘sanatçı olarak eleştirmen’ görüşü, yaratıcı ile eleştirici düşüncenin iç içeliğine olan inancının bir ürünüdür. Wilde’a göre özbilinç olmaksızın sanattan söz edilemez ve özbilinç ile eleştirel bakış birdir. Benzer şekilde eleştirme yeteneği yoksa sanatsal yaratıcılık olarak nitelemeyi hak eden hiçbir yetenekten de söz edemeyiz.
Wilde, eleştirmeni sanatçıdan daha üst bir noktaya yerleştirir. Ona göre, eleştiri yaratıcılığa oranla çok daha fazla kültür birikimi gerektirir. Ayrıca eleştiricinin sanatçının boş bırakmış olabileceği, anlamadığı, ya da tam olarak anlamamış olabileceği estetik veya sanatsal formları da tamamlayabileceğinden ve onları doldurabileceğinden emindir. Eleştirmen açısından sanat eseri, kendisinin üreteceği yeni eser için bir ilhamdır sadece. Bu noktada eleştiri, kendi için ve kendinde bir amaçtır.
Ona göre sırrını hemen ele veren eserler eleştirmende gerçek bir hayranlık uyandıramazlar. Eleştirmen, karşısında derin düşüncelere dalacağı, hayal kuracağı, örtülü ifadenin incelikli ve maharetli karakterine sahip olan eserleri tercih edecektir. Yetkin eleştiri ise sanat eserini, anlatmaya çalıştığı şey açısından değil yarattığı etkiler açısından inceler.
Mehmet Erdoğan’ın EMAA Başkent Sanat Merkezi’nde açtığı “Rüyamda Bu Kadar Yorgun Değildik” sergisi hakkında eleştirel bir bakış geliştirmeye veya Wilde’ın da belirttiği gibi, derin düşünceye dalarak örtülü veya gizli ifade ve etki alanlarının peşine düşmeye çalışmadan önce, “Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil” kitabının yukarıda da alıntıladığım satırlarının bana ve okuyucuya yol göstereceğini umut ediyorum.
Öncelikle Erdoğan’ın sergisinin ilgi görmesinin ve ses getirmesinin nedenlerini araştırmak gerekiyor. Ardından bu nedenlerin görsellerle olan bağını ve bunların da sanatla olan ilişkisini sorgulamak ve bu noktadan da bazı tezlere veya sonuçlara gitmek gerekecektir.
Şüphesiz Erdoğan’ın sadece kendi çevresi (sevenleri- arkadaşları- akrabaları) tarafından değil, basın ve tanıdık olmayan (Kuzey Kıbrıs’ta sergi izleyicilerinin hala daha düğünler misali tanıdık kişilerce gezilmediğini kim söyleyebilir!) sanatseverler tarafından da ilgi görmesinin en büyük nedeni, fotoğraflarının da temelini oluşturan konseptidir. Başka bir deyişle, yorgunlukla olan ilişkisi ve onu sorun edinmesidir. Böylesi bir konsept soyut ve figüratif geleneğe sahip olan, daha çok soyut veya anlatımcı düşünceler çerçevesinde gelişen sanat camiası ve toplumsal yapı içinde başlı başına bir çekim alanı ve yenilik duygusu oluşturmuştur. Bununla birlikte, yorgunluk temasını soru cümlesi haline getirerek izleyenlere yöneltmesi, uzunca bir süredir birçok politik ve sosyal sorunlarla boğuşarak hiçbir olumlu sonuç alamayan Kıbrıslı Türklerin içinde bulunduğu sıkıntıların da sorgulanmasına olanak tanımıştır. Bunun da ötesinde ruhsal bir duygudaşlığa, manevi bir paylaşıma yol açmıştır. Herkes, bu konsept içinde kendini bulmuş ve kendini görmüştür. Bu da aslında sorun edilen konseptin ne kadar da yaşayan gerçek/lik olduğu, hayata nüfuz ettiği ile ilişkilidir.
Mehmet Erdoğan’ın da belirttiği gibi sadece kendisi değil, çevresinde yaşayan herkes yorgundur. Modern yaşantılarda coğrafyalara göre yorgunluklar farklılık gösterse de, her geçen gün artarak devam etmekte, bireyi tutsaklaştırmakta, hayata karşı olan ilgiyi değiştirmekte, duygusuzlaştırmakta, yalnızlaştırmakta ve belki de bizleri yaşayan ölülere dönüştürmektedir. Mehmet Erdoğan’ın fotoğraflarında da izlenen etki budur.
Konseptin mekanla/yazıyla ve fotoğraf kareleri ile olan ilişkisine geçmeden önce bir gerçekliğin altını daha çizmek gerekir: Mehmet Erdoğan’ın kapital/modern yaşantının insan üstünde yarattığı yorgunluğu işlemeye başladığı sergi yolculuğunda ilgi görmesinin bir nedeni de, sorun edindiği mekanizmayı çok yakından bilmesine, çözümlemesine ve ayrıca onu kullanma yollarını kendi lehine dönüştürebilmesine borçludur. Mehmet, kapital düzenin medya aygıtlarını ve satış stratejilerini kendi sergisinin tanıtımı için kullanmış ve daha sergi açılmadan internet ortamında yarattığı imajlarla seyirciyi yönlendirerek ilgi/merak uyandırmıştır. Yönlendiriş, yorgunluk temasının kavramsal boyutundan çok, Erdoğan’ın çocukluğuna ve özeline ait duygusal içerikle ilgiliydi. Bu ilgi açılış sırasında gerçekleşen video ve müzik performansıyla da duygusal açıdan tırmandırılmıştır. Merkezin giriş kapısına asılan perdeden, çocukluğuna ait aile ile geçirilen mutlu anların belgelendiği bir videonun müzik eşliğinde sunulması ve müzikle birlikte, Simge Akdoğu’nun sergi boyunca yaktığı ağıt, bu beklentinin gösteri kısmını oluştururken, aynı zamanda yaratılan ağır dramatik atmosfer, etkilemek istediği kitleyi de en zayıf noktasından yakalamıştır. Kimileri için ağıt katarsiz etkisi yaratmış, gözyaşları tutulamayarak serbest bırakılmıştır.
Fotoğraf ve mekan kurgusu ile tezatlık oluşturan bu etkinin içerikle ilgili sorgulamalara engel oluşturduğu ve açılış süresince konseptle birlikte fotoğrafları ikincil sıraya ittiği düşünülmelidir. Başka bir açıdan söylersek, sergiyi geçici bir süreliğine nitelik kaybına uğratarak özde düşünce gerektiren eylemi zayıflatmıştır.
Yazı-fotoğraf-mekan ilişkisine geldiğimizde, konsepti bütünleyen ve çeşitlendirerek izleyiciye sorunu farklı boyutlarda düşündürmeye çalışan sözcükler, galeri duvarlarına kömürle yazılmıştır; aynı zamanda kendisine ait yorgunlukları haritaladığı bir de çizim eklemiştir. Böylece Amerika’da okurken çekmeye başladığı fotoğraflarını (kapital yorgunluklarını) öznelindeki duyarlılıkları da katarak genişletmiştir. Belirtmek gerekir ki bu öznellik aynı zamanda yerelliği de içeriyor. İlk bakışta yazılar, birer not düşme, bazı sorunların altını çizme duygusu uyandırıyor izleyende. Düşünceyi yönlendiriyor ve derinleşmesinde ısrar ediyor. Kurgulayarak çektiği fotoğraflar ise yazılara oranla çok daha şiirsel ve gerçeküstücü bir etki yaratıyor. Bu iki etki (yazı ve fotoğraflar) birbirini çeken aynı zamanda iten garip bir ilişki içinde. Fotoğraflar rastgeleliğe ve sıradanlığa yer bırakmayacak şekilde düşünülerek çekilmiş. Birçoğu benzer düşünce çerçevesinde kurgulanmış. Yorgunluktan bitap düşmüş (uyuyan) bir özne ve öznenin çevresinde soruna gönderme yapabileceğimiz mekansal kurgu; kimi zaman hor kullandığımız doğa, kimi zaman içinde boğulup gittiğimiz şehir, kimi zaman kendi yalnızlığımız, evimiz, bazen de kendi seçtiğimiz yolumuz, yaşamımız. Mehmet, özne olarak fotoğrafların merkezine kendini yerleştirmiş. Üstelik ya seyirciye sırtını dönmüş ya da yüzü dönükse bile gözlerini kapatmış, başını çevirmiş. Hiçbiri izleyici ile karşılaşmak, hesaplaşmak istemiyormuş gibi. Yorgunluğunun ötesinde özelini, kendini, belki de yalnızlığını saklıyormuş gibi.
Erdoğan, galerinin sağında bulunan küçük odaya ise, açılışta gösterdiği videoyu, eski model bir televizyon kullanarak göstermiş, çevresine ise geçmişinden izler taşıyan nesneler ve fotoğraflar yerleştirmiş. Duvara yine odanın anlamını çoğaltarak iç dünyasını yansıtan bir şiir eklemiş. Odaya televizyonu ve fotoğrafları izleyebileceğiniz, duvardaki yazıları okuyabileceğiniz rahat bir de kanepe koymuş. Hani eskiden birçok evde bulunan, kırmızıya çalan bordo kadifemsi döşemeye sahip olanlardan. İnsan bu odaya girip kanepeye oturduğunda, garip bir sıcaklık ve rahatlık hissetmeye başlıyor. Kendini Mehmet Erdoğan’ın odasında, geçmişinde, düşüncelerinde yaşarken veya onları keşfe dalarken yakalıyor. Diğer taraftan ise kendi yorgunluklarının farkına varması için bu oda, sanki bir mola sağlıyor, günlük yorgunluklarımızı geçici bir süre için askıya alıyor. Bu noktada belki de tekrardan başa dönerek açılışta gerçekleştirilen ağıt performansına geri dönmek gerekiyor. Çünkü biçim dili ve etki alanı olarak farklılık taşısalar da sanırım ikisi de kişinin kendi yorgunluklarıyla yüzleşmesi için katarsiz durumu yaratıyor.
Serginin bütününe baktığımızda kavramsal, yerleştirme, performans ve video gibi sanatlardan alıntılanan biçem dillerinin mekanda uygulandığını görüyoruz. Şüphesiz bu uygulama, sanat eğitimi almamış ve çağdaş sanat konusunda okumaları bulunmayan Erdoğan’ın ortaya koyduğu performans, bilgi ve deneyim birikiminden çok, içsel ve sezgisel bir gücün ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında naiftir, naiflik biçem dilini etkilemiş ve bütünlük sorunu ile öz/içerik - biçim arasındaki ilişkileri sorgulanır hale getirmiştir. Diğer bir açıdan ise zeki, duyarlı, kendini ve çevresini irdeleyen, sorgulayan, gözlemleyen ve düşünebilen bir bireydir. Bu nedenle kavrayışları kuvvetli ve farklılıklar yaratabilen bir öznedir. Bu açıdan da bakıldığında nicelik artışlarıyla birlikte nitelik sorunları yaşayan kısır sanat ortamında yeni bir nefes, heyecan verici bir soluktur. Güçlü ve sorunlara temas eden kavramıyla, kavramın hakkını veren fotoğraf kareleriyle, kendine bakışı ve derdini sorgulama biçimiyle, sanatın özünü, gerçek nedenini yakalamıştır.
Oscar Wilde’ın bir düşüncesini daha sizlerle paylaşarak yazıyı noktalamak istiyorum. “Bir eleştirmen kelimenin alışılagelmiş anlamında adil olamaz asla. İnsan yalnızca kendisini ilgilendirmeyen, önemsemediği konularda gerçekten tarafsız olabilir; hiç kuşkunuz olmasın, tarafsız bir görüşün hiçbir değer taşımamasının nedeni de budur zaten.” İyi seyirler…