RÜZGÂRA YAZILANLAR
Her şey eskidi dünyada, neyi bulacaksın yeni olarak deniyor bana. Düşünüyorum da bazı şeyler yenileniyor, bazılarıysa yok olup gidiyor. Ben hala yazdığım her satır / her dize karşısında aynı heyecanı duyuyorum.
Neriman Cahit
Yollar bizim için hep çok uzak ve çok yakın… Hayalimde bitmeyen ve gidilmeyen yol yok!
Bu yollar genelde hayatın patikaları… Hayata açılan patikalar… Ve asıl haz, zor olana dalmak, onu başarmak…
Şimdiye kadar hep zor işlere daldım… Bir bölümünü başarmak da nasip oldu; fakat her zaman, bir yolun sonuna geldiğimde çok daha zor dönemeçlerin beni beklediğini gördüm…
Bu küçük Ada’nın, başından büyük yükünü taşımak zorundayız…
Her şey eskidi dünyada, neyi bulacaksın yeni olarak deniyor bana. Düşünüyorum da bazı şeyler yenileniyor, bazılarıysa yok olup gidiyor. Ben hala yazdığım her satır / her dize karşısında aynı heyecanı duyuyorum.
Tıpkı doğada bir karınca yuvasında, göğün, denizin, dağın hep süren, sürecek olan sonsuzluk öyküsünde aynı heyecanı duyduğum gibi…
“yaşamak bazen ne kadar eski / her gün / giyilen giysi / yürünen yol / girilen bina… / Bazen de / taptaze bir heyecan / bir rüya…”
Eski binaların korkusunu, duvarlarını hıçkıran yalnızlığını duyabilecek kadar çok seviyorum bu kenti ben… Kanattılar onun yüreğini… Hem de hoyratça…
Yeter artık gençlerimizi harcadığımız…
Onlar bizim çocuklarımız… Geleceğimiz…
Sevgi, dayanışma yerine, “Bana ne başkalarından” bencilliğiyle, şık’lı sınavlarla, yarışmalarla, sevgisiz sözde armağanlarla güçsüzleştirdik onları!
Özel hayatlarına, ilişkilerine dek yansıyan şiddet – trafik de dahil – salt büyüklerin izlediği filmlerde değil… Onlar için hazırlanmış çizgi film, T.V. oyunları, bilgisayar oyunlarında da aşılanıyor onlara…
Bizler… tüm öz değerlerimizi yıkarak, bilime, kültüre, sanata karşı “eğitimsel bir aşı” vereceğimize… Tüketim ve eğlence kültürünü aşıladık…
Doğadan, çocuk aşklarından, duygusallıktan koparılan çocuklarımız… Beyaz camın önünde, sahte dünyaları izleyerek, onlara öykünüyorlar. Bizim yüzümüzden yaşayamadıkları çocukluklarının boşluğunu duyuyorlar…
Çocuk olmadan zorla büyüttük…
Çokuluslu kapitalizmin bilinçsiz tüketicisi yaptık onları da… Artık “Markayı” tüketmek onlar için bir ayrıcalık modeli, bir güç belirtisi… Reklamlara uyarak – bununla güçlü ve karşısındakine egemenlik kurma, istediğini elde etme gücünü kazandığını sanıyor.
Bu olgu, öylesine tehlikeli boyutlara ulaştı ki!
Bunu, karşı cins için de geçerli sayıyorlar… Artık, karşı cinsi de, elde edilebilir bir ‘cinsel obje’ olarak görüyorlar… Bu da, onlar için bir tüketim malzemesi… (Özellikle de TV ve Magazin Basını bunu sürekli pompalıyor.)
Aşk, duyguyu, düşünceyi, inancı, inceliği, dışlayan bir cinsellik bu… Karşı cins(de) artık bir tüketim aracı…
Bunun suçlusu da biziz…
Geleceği karanlık bir ülke, bir dünya, günü birlik kananlar, günü birlik yaşamlarla bunalttık onları, umutlarını öldürdük…
Varsın ya da yoksun, sağcı ya da solcu, eğitimli ya da eğitimsiz olmalarının bu gerçeği değiştirmediğini, bir taş gibi ağır ve sert darbelerle vurduk yüreklerine…
Yaşamın anlamından, değerlerinden, insan, doğa ve bütünleşmesinden kopardık onları; artık, önlenemez bir biçimde doğayı kirletiyor, yok ediyorlar… Gönül yoldaşlığına boş veriyorlar… Altlarına çektiğimiz arabalarla hem kendilerini hem de başkalarını ezerek öldürüyorlar!..
Spor yapma yerine, sporu dahi, bir öfke, çekişme, zıtlaşma… Kendi gücümüz olarak kullandığımız spor kulüplerinin, siyasal partilerin “vurucu gücü” rolünü yükledik onlara!
Sevmeyi değil, sahip olmayı öngören bir bencillikle…
Cinselliği her şeyin önüne geçirmeye çalışarak, insanı bir tüketim aracına dönüştürenler… Şiddeti de, çocuklara, gençlere, reklamlarla, ulaşamayacakları tüketim biçimlerinin koşullarıyla aşıladılar…
Böylece, hayatın o yasemin kokan giysisini çıkarıp… Ego’nun, o doymak bilmeyen yolculuğuna çıktı çocuklarımız…
Bizim ellerimizle… Bizim sevgisizliğimizle… Eksikliğimizle…
Sanatı, sadece ve salt bir eğlence olarak gören ve gerçek değil, sözde sanatçıları yaratıp sunan medyamızla (!!!)
Bazen lise yıllarım, o bitip tükenmeyen sayfalarca ders ezberlemeler düşer aklıma… Tarih, coğrafya, edebiyat, matematik, geometri, cebir, felsefe, mantık… O, insanın ödünü koparan, sayfalarca yazdıran sınavlar…
19. yüzyılda Osmanlı – Avusturya /Almanya münasebetleri… “Münasebetleri... Evet, her anlamda ve uzun uzun, sayfalarca… Kolay mı (100) senelik münasebetleri (aslında münasebetsizlikleri) toparlamak!.. Yaz babam yaz!!!
Düşünüyorum da, o ezberlere – sonuç 100 almak bile olsa – yanıyorum… Ne kadar da zamanımızı almış, yaşamımızdan çalmıştı (…) Helâ heşayla mezun olmak ama hayatla ilgili, inanın / bizim oradaki yerimiz, olmamız gereken yer ve bilincinden sıfır…
Toplumsal, toplumlararası, dünyasal ilişkiler… Nasıl olduğu, nasıl olması gerektiği… Bunların nedenleri… Toplumun – toplumların gelişimi, değişimi… Bireyin konumu, önemi, toplum içindeki yeri / rolü ne olmalıdır? Nedir… den sıfır…
Yaşam felsefesi, yaşama sevinci, insan gibi yaşama, insanın doğal hakları, sevgi, hoşgörü, bağışlama… Bunların kullanımından sıfır…
Öğretmen Kolejinde de durum pek iç açıcı değildi… Hep, nasıl kullanacağımızı bilmediğimiz bilgi konserveleri… Ve birer konserve kutusu gibi hayatın saflarına dizilme…
Sonra ilkokul öğretmenliği… Köyler… Köyler… O, ilkel diye nitelendirilen ama aslında birer ‘öğreti merkezi’ olan köylerde, kendimi, çevreyi, insanı(mı) ve dünyayı keşfetmek, sorgulamak, anlamak, dönüştürmek… Bu yolda bilinç kazandıran ve hala sürmekte olan müthiş okuma alışkanlığı… Dört numara gaz lambası ışığında bazen sabahlara dek okumak…
Ve, başlı başına toplumsal bir öğreti olan K.T.Ö.S. Mücadelesiyle başlayıp ömrümle noktalanacak, insan olma kavgası ve sevdası…
Öylesine bir coşku ki bu…
Cefası çok… Ama olsun…
O, “insanım” diyen… O, “Hep doğru tarafta oldum” diyen iç sesi yok mu insanın…
Dünyalara değer… Dünyalara…
Nicedir eski şarkılar, eski yıllara çağırıyor beni… Eski şarkıları yeniden hatırlayan, ya da yeniden öğreniyorum… “Enginde yavaş yavaş günün minaresi solsa da… Sular menekşeleniyor…”
Yanımız, çevremiz, köylerimiz bile kutu gibi evler ve apartmanlarla doluyor… Apartmanlar… O, insan istifleri, o, sefer taşları gibi insanı içlerine kapatan…
Ve bitip tükenmeyen, dineceğine daha da artan göç… Özellikle de dıştan – Kıbrıs’a akın akın çekirge sürüleri gibi gelenler… Bizim olan bize özgü sevdiğimiz her şeyi talan ediyor…
Kerhaneler, kâr haneler, kumarhaneler (sözde) yeni prestij binaları(mız!): Sanki arsa mafyası, politik mafya, para babaları… Özetle bilimum mafya için yapıldı 1974 Harekâtı…
Lefkoşa artık, sanki yaralı, uzak bir sevgili gibi…
O delik deşik yollarıyla, çıldırmış trafiğiyle, dikenleşmiş insanlarıyla, ağır kirlenmenin öğürtücü kokusuyla… Hep ölüme itilen ve sonunda betondan bir çarmıha gerilen Lefkoşa’nın (Şeherimin) bunca olumsuzluklar içinde bile hala ince ince sızlayan bir şiiri, bir gizemi var… Ama…
Artık, Lefkoşa’da iki duygu hâkimdir. Korku ve Yalnızlık…