1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. SAATLERİNİZİ DEVLET RİCALİNE GÖRE AYARLAYINIZ
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

SAATLERİNİZİ DEVLET RİCALİNE GÖRE AYARLAYINIZ

A+A-

 

Her ne kadar “Kaynaşmış, bütünleşmiş, sınıfsız ve zümresiz bir toplum” ideali dillendirildiyse de Cumhuriyet, bu ideali sadece “milli ve dini” alanda bir tekleştirme projesi olarak ele aldı: %100 Türk ve Sünni- Müslüman bir toplum…

Hilafet makamının lağvedilmesinden sonra sözde laik, dolayısıyla da “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı”, “devletin tüm inançlara eşit mesafede durduğu” bir yapı kurulmadı elbette… Böyle bir şey istenmedi de…  Onun yerine “devletin kabul sınırları içerisinde yeniden tanımlanan bir Sünni- İslam anlayışının” sözcülüğünü üstlenen, üstelik maaşları ve tüm ihtiyaçları devletin kasasından karşılanan, en azından “özerk” bile olmasına imkân tanınmayan Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.

Diyanet aracılığıyla toplumun “din ve vicdan özgürlüğü” ustaca zapt-ü rapt altına alındı. Toplum dindar olsundu da devletin istediği ölçüde, kabul sınırları içerisinde dindar olsundu…

Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çeşitli kademelerde “din hizmeti” veren ve devlet kasasından maaş alan 107.206 kişi var… Diyanet’in “Laik, demokratik bir hukuk devleti olan” Türkiye Cumhuriyeti kasasından tıkır tıkır alacağı 2019 yılı bütçesi ise önceki yıla göre %34 artışla tam 10.5 Milyar TL!

“Canım efendim laiklik mi kaldı?” diyeceklere sormak lazım tabii… Diyanet kurulduğu günden bu yana devlet kasasından bütçe alıyor mu almıyor mu? Diyanet kurulduğundan beri “Din görevlisi” diye bir “memuriyet” türü var mı yok mu? Bu “devlet memurları” sadece din hizmeti vermek suretiyle memuriyet maaşı alıp memuriyetten emekli oluyorlar mı olmuyorlar mı? Demem o ki, mesele bugünün meselesi değil… “Laik bir devlette Diyanet gibi bir devlet kurumu olmaz! Derhal lağvedilmelidir!” demeyenin laikliğini sevsinler mi?...

“Laik devletin” kasasından her ay tıkır tıkır maaş alan “din hizmeti” memurları, Türkiye Cumhuriyeti’nin “laik demokratik bir hukuk devleti” olduğu lafzının ciddiyetine yeterince gölge düşürüyorsa da daha matrak durumlar da var:

Sokakta kimi çevirip sorsanız size “İslam’ın ruhban sınıfı bulunmayan tek din olduğunu” söyleyecektir…

Nedir Ruhban Sınıfı? “Din adamlarının oluşturduğu katman/ sınıf/ zümre” değil mi?

Kilise “ruhbanı” bayıla bayıla sahiplenmiş ve tadını çıkartmış tabii… Türkiye ise tarihin en “utangaç” laik devleti ile en matrak ruhban sınıfına sahip olmakla ünlü.

Ruhban sınıfı olmayan bir dinde “profesyonel din adamları” olabilir mi? Profesyonel din adamlarının olduğu bir din için “bu dinde ruhban sınıfı yoktur” denilebilir mi?

Peki ya “Laik bir ülkede”, din adamları “devlet memuru” sayılıp, devlet kasasından her ay tıkır tıkır maaş, devlet bütçesinden her yıl %40 lara varan bütçe artışı alabilir mi?

Peki ya laik bir ülkede devlet televizyonunun bir kanalı, belirli bir dinin sözcülüğünü üstlenen dini bir kuruluşa bila ücret tahsis edilebilir mi?

Bu sorular, Türkiye’de soldan sağa “makbul sorular” değildir… Biraz kurcalarsanız “Canım efendim, din devletin kontrolü altında olmalıdır, aksi takdirde halk cahilin din tacirlerinin eline kalır” yanıtını alırsınız.

“Dini kontrolü altında tutan bir devlet laik midir?” ya da “Böyle bir kurumda neden ülkedeki tüm inançların temsiliyeti yapılmaz, neden devlet tüm inançlara eşit mesafede duracağı, illa ödenek verecekse hepsine orantılı ödenek sağlayacağı bir kurum tesis etmez?” soruları da havada asılı kalır…

O yüzden “Türkiye laiktir laik kalacak!” sloganları, dünden bugüne o sloganı atanların bile inanmadığı koca bir Türkiye yalanıdır…

“Kaynaşmış bütünleşmiş, sınıfsız zümresiz bir toplum” söyleminin diğer ayağını da “milli tekleştirme” oluşturur.

Peki bu doğruysa…

Türklüğün bir “etnik kimliği” ifade etmediği, Türkiye sınırları içerisinde yaşayan tüm vatandaşları kucaklamayı hedefleyen bir kimlik olduğu söylense de, Türkiye topraklarında yaşayanlara neden her fırsatta etnik kimlikleri  kabaca hatırlatılır?

Örneğin neden “ihtiyaç hasıl olduğunda” Trabzonlu Ekrem İmamoğlu’nun “Pontuslu Rum”, Elazığ’lı Selahattin Demirtaş’ın Ermeni oldukları imasında bulunmakta sakınca görülmez?

Neden “Etkisiz hale getirilen teröristlerin” önce pantolonları indirilerek fotoğraflanır ki “sünnetli mi sünnetsiz mi oldukları” anlaşılabilsin?

Neden “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözüyle “taçlandırılan” Cumhuriyet kimliğini gaza gelip benimseme aceleciliğine kapılanlara “heyecanlanmamaları, aslında o kadar da Türk olmadıkları” hızla hatırlatılır?

Örneğin Lozan’ın kendilerine bir dizi hakla birlikte tanıdığı “azınlık statüsünden” kendi istekleriyle vazgeçmeleriyle övünülen Yahudilerden, Ermenilerden “yeterince Türk sayılmaları için” daha ne yapmaları beklenir?

Varlık Vergisi ile mallarına mülklerine oturulduğu halde hala ülkeyi terk etmemekte ve “küstahça” bu ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel geleceğinin bir parçası olmakta ısrar eden Yahudilere  “o kadar da Türk olmadıkları” neden İsrail ile yaşanan her krizde kabaca hatırlatılır?

Neden Devletin en üst yetkilisinin televizyon programında fütursuzca kullanabildiği “Afedersiniz Ermeni” ifadesi, mahalle kahvelerinde “Ermeni dölü” ne dönüşüverir kolayca?

Neden ve nasıl Yahudiler, Ermeniler “işimize geldiğinde” Türkiye toplumunun parçası, işimize geldiğinde “iç düşman” sıfatı kazanırlar?

Hırant Dink anlatmıştı bir gün… Tehcirde Kayseri’de bakmışlar eli iş tutan usta kalmıyor, bir kısım ustayı tutabilmek için yol aramışlar. Şehrin en iyi ustalarından Agop’a demişler ki “Agop efendi senin adın artık Hasan”. Agop, “Ama nasıl olur? Ben Agop’um, herkes bilir?”… “Yok” demişler, “Artık Agop’sun”… Agop ne yapsın, Hasan’lığı benimsemiş, Cuma namazlarına bile gitmeye başlamış, o kadar… Derken tehcir dönemi kapanmış, iş “ekalliyetten” vergi almaya gelmiş. Bizim Agop/ Hasan efendi rahat. Ne de olsa “ekalliyetten” değil artık, o Hasan… Demişler ki “Agop efendi, vergi vereceksin.” “Ama ben Hasan oldum ya artık?” demiş Agop. “Yook Agop efendi, Hasan’lığın buraya kadar”…

Kürtlerin durumu da böyle değil mi?

En sevilen tabirle “Et ve tırnak” sayıldığımız Kürtler, devlet-i Ali’nin ruh haline göre bazen yok, bazen var değil mi?

Kürt kimliği ve Kürtçe dili, yine devlet ricalinin halet-i ruhiyyesine göre bazen makbul, bazen mekruh, bazen de külliyen haram değil mi?

Devletin en tepesindekilerin “Kürt diye bir şey yok, dağ Türk’ü var. Dağda karda yürürken kart kurt sesi çıkartıyordu ya dedelerimiz işte ordan…” diye başlayan “resmi ifadeleri” toplum katında ciddi ciddi karşılık bulmadı mı?

Bir başka iklim doğup bir başka devlet büyüğü “Kürt realitesinden” söz edince toplum metazori biçimde Kürt realitesini tartışır bulmadı mı kendini?

Gaza gelip Kürt realitesini tartışmayı biraz abartan yazar çizer takımı, iklim değişince kendini cezaevinde bulmadı mı kendisini: “Terör örgütünü desteklemek ve…” diye başlayan suçlardan?

Tepe sersemi ettiler bizi…

Misal İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adaylarından Binali Bey ise adınız, Diyarbakır’a gidip halkı Kürtçe selamlayabilir, ilk TBMM’de “Kürdistan milletvekilleri vardı” diyebilirsiniz. Ama adınız Ekrem İmamoğlu ise ve “İstanbul İttifakı” kapsamında “Kürt yurttaşlarımı kucaklıyorum” derseniz İSPARK ücretlerini Kandil’e yollama taahhüdü verdiğinize kadar vardırabilirler işi…

Etnik kimliğiniz, dini inancınız, mezhebiniz hatta cinsel yöneliminiz, kimliğiniz bile bu coğrafyada devlet ricalinin ruh haline göre nefes alıp verir. Sahnede Paşa’lara, Diva’lara gösterilen tezahüratın gazına gelip sokakta azıcık başı dik yürümeye kalkan bir eşcinsel, bir travesti, bir transseksüel bunun bedelini “şanslıysa” aşağılanmayla, şansızsa dayak yiyerek, hatta katledilerek ödeyebilir…

Velhasıl-ı kelam, omuzların üzerindeki kelleleri korumak, kapalısı yerine açık hava cezaevinde özgürmüş gibi yapabilmek için saatleri devlet ricaline göre ayarlamak gerekir Türkiye’de… Bir de tabii “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” vardır ki herkesin Tanpınar’ın bu ölümsüz eserine bir göz atmasında sonsuz faide bulunmaktadır… 

 

Bu yazı toplam 9707 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar