1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Sade Günce Devam (4)
Sade Günce Devam (4)

Sade Günce Devam (4)

Sade Günce Devam (4)

A+A-


Münevver Özgür
[email protected]

Bugün herşey durgun. Her şey yorgun...

Bir görünütü geçiyor hüzün şeridimin üzerinden. Kıbrıs’tan uzakta biryerlerdeyim. Orta Avrupa burası herhalde. Nehirler var, ağaçlar... Solo bir gitar çalıyor. Tok bir erkek sesi geliyor kulaklarıma. Kadife devrimin kahraman şarkıcısı Karel Kryl şarkı söylüyor. “Teşekkür ederim”, diyor. “Teşekkür ederim zayıflıklar için. Çirkinlikler için. Uyku hali için. Teşekkür ederim, gözyaşları için...” Kamp ateşi sönmek üzere. Soğuk nem. Üşüten totaliter rejim. Her yer gri. Her şey gri. Her şey nasıl bu kadar gri olabilir ki?

Ne olur söyleyin! İnsan insanı nasıl bu kadar acıtabilir?

Az ötede bir nehir. Beyaz yapraklar, nehrin üzerinde yüzüyorlar. Biraz birbirlerine, biraz taşlara çarparak, biraz rüzgara dokunarak suda kayıyorlar. Kimbilir su onları nereye götürecek? Kimbilir daha ne kadar su üstünde yüzmeye devam edecekler?

Gerçekten de, bilmek istiyorum; nereye gidecekler?

Durgunluğumun kaynağının ne olduğunu anladım. Kokan’ın sunumu. Evet, yanlış okumadınız. Kokan. Bu, benim yeni koridor komşumun adı. Kokan Makedonya’dan geldi. Arkadaşlar seslenirken ayıp olmasın diye ona yeni bir isim verdiler: Gökhan. Ben yine de Kokan ismini daha çok beğendim. Kokan, Eylül ayından beri bizim fakültede çalışan bir eğitimci-mimar. Çok güzel resim yapıyor. Geçen gün bize bir sunum yaptı. Taa 1800’lerden İngiltere’deki anıtsal binalardan başlayarak, Orta Avrupa’ya geldi ve kültür mirası olarak anıt mimarisinden bahsetti. Bize dünya savaşlarından sonra kilometrelerce Makedonya ovalarının mezarlarla dolmuş taşmış halinin görüntülerini gösterdi... Birçok şeyi anlayabileceğini ancak ölümün, şehitlerin, onların katledilişlerinin “kutlanması” olayını (İngilizcede o bunu “celebration” olarak dillendirdi) anlayamayacağını ve kabul edemeyeceğini anlattı... Kokan, bilmeden, işte bu sunumu ile beni kendi ölülerimle bir kez daha yüzleştirdi...

Kokan, sen kimsin? Kimlerdensin? Kıbrıs’ımızda bizlere neler öğretmek istersin?

Öldüğün gün, yaşamının bir “kaybediş” öyküsü olduğunu düşünmekten kendimi alamamıştım. O gün, her nefesinin sayılabilecek kadar az kaldığını hissetmiş olmalıydım ki yanından hiç ayrılmamıştım. Sürekli üşüyordun. Sürekli “Beni yanlız bırakmayın” diyordun. Ayakların buz gibiydi. Ayaklarını ovmuştum. Tekrar tekrar. Kendi ellerim buz gibi oluncaya kadar ovmuştum. O an yanında bir tek ben vardım. Anlamamıştım. “Can” denen şeyin yorgun bedenini terk etmek üzere olduğunu anlamamıştım... Başını döndürüp tavana doğru baktın. Nereye baktığını sordum. Cevap vermedin. Acemi bir çocuk gibi, korka korka dizlerimin üzerinde yatağa tırmandım, ve iyice başının yanına gelip, bakmakta olduğun şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım... Gözlerin gözlerime bakıyordu. Ben de gözlerimle senin gözlerine baktım. İkimiz de korkmuş gibiydik. Yatağın Makedonya ovaları gibiydi. O sırada, yüreğimin taşıyamayacağım kadar ağırlaştığını hissettim. Ağırlaştı, ağırlaştı ve sonunda göğsümden kayıp yere düştü. Narin bir vazo gibi kırılıvermişti içindeki yaşam. Beyaz yapraklar gibi nehrin sularının üzerinde süzülüyordu bedenin.

Nihayet anlamıştım: Anlayacak birşey kalmamıştı.

Sana veda bile edemeden dizlerimin üzerinde gerileyerek yataktan indim ve odadan çekildim...  Biliyordum. Artık bana yanında yer yoktu. Yeniden, eskiden olduğu gibi insanların arasına karışıp kaybolacaktın... Yıllardır kapımızdan içeriye girmeyen insanlar gelecek başucunda duracaktı. Bazıları hatta ağlayacaktı. Bazıları için hiç ölmeyecektin, bazılarıysa ölümünü kutlayacaktı. Cenaze çok kalabalıktı. İnanamamıştım. Neredeyse seni bizsiz gömeceklerdi! Kalabalıktan yetişememiştik. Gerçekten de neredeyse seni bizsiz gömeceklerdi! “Bekleyin” diye bağırdım. “Mezarı kapatmayın, bekleyin, bizi de bekleyin...” Duydular ve durdular. Sonunda, sonuna yetişmiştik. Ama neyin sonuna?


Her canlıya bir barınak, her ölüye de bir mezar gerek. İstemesem de bir mezar tasarlamam gerektiği gerçeğini kabullendim. Hem de anıt mezar. Annem çok ısrarcıydı. Annem kanserdi. Davet etmemiştik ama yine de kanseri geri gelmişti işte. Ankara’daki ameliyat izleri henüz tazeydi. Sözüm ona Annem iyileşme sürecindeydi... Anıt mezar düşünerek nasıl iyleşilebilirdi ki? Ama, bir ay kadar sonra babamın ölüm yıldönümü vardı ve bu yüzden de mezar bitmeliydi... Anma törenine (Kokan’ın tabiri ile ölüm kutlama törenine) yetişmeliydi... “Anne, varsın bitmesin, sen iyi değilsin”, dedim. Dedim demeye de, dinletemedim. Benimle bilgisayarın başına oturdu, mezarın her detayını konuştu. Ona anlatmaya çalıştım. Bana göre bu mezar bir anıt mezar olmamalıydı. Mermer kaplanmamalıydı. İnsan dediğin, yaşamın yükünden sıyrılıp toprağın koynuna girdiğinde yalın çıplaklığıyla kalmalıydı... Babamın mezarının yanına sana de yer ayırmalıydık... İkinizin mezarının ortasında sizi birleştiren bir toprak parçası ve ağaç olmalıydı.. Dı, dı, dı... Uzun lafın kısası, Annem, benimle beraber oydu buydu derken kendi mezarının tasarımını yaptı... Ve iki yıl sonra isteyerek veya istemeyerek (bunu hiç bilemeyeceğiz) kendisinin de kurguladığı bu sahnedeki yerini aldı. Yağmurlar yağdı. Toprak çöktü... Babam sever diye ektiğimiz tüm kaktüsler de dikenleriyle beraver eriyip yokoluverdi...

Bize sunum yaptığı günün sonunda okuldan ayrılırken Kokan’la koridorda karşılaştık. “İyi akşamlar Kokan”, dedim. “Teşekkür ederim”. “Teşekkür ederim, bu güzel sunum için. Teşekkür ederim bizi düşündürttüğün için”. Onu Lefkoşa’ya davet etmek istediğimi, eşimle çocuklarımla tanıştırmak istediğimi söyledim. Çok şaşırdı. Sonra o da “Teşekkür ederim” dedi. Bir kez bile henüz Lefkoşa’ya gitmediğinden bahsetti. İçimden sessizce, iş hayatlarımıza ne kadar da “gömülü” olduğumuzu düşündüm. Ama Kokan’a birşey demedim. Arabaya binmeden, ön cama düşmüş yaprakları toplayıp attım ve yolda giderken, Mesarya ovalarına uzun uzun baktım. Gözlerim akan dereler aradı.

Heryerde sadece kuru dere yatakları vardı...

Bu haber toplam 1386 defa okunmuştur
Gaile 263. Sayısı

Gaile 263. Sayısı