Sade Günce Devam (6)
Sade Günce Devam (6)
Münevver Özgür
[email protected]
Yaz Müne yaz! Durma yaz… Ne olur sakın durma…
Yaz! Ne olur yaz! Ne yazarsan yaz. Sansürsüz, duraksız yaz… Konuşmak gelmese de içinden yaz. Bilsen bile ki ellerin bağlı, yaz. Yer ve zaman içinde savaşsa da yaz. Canın yansa da yaz. Kabuk tutan yaraların sana surat assa da yaz…
Diz çöküyorum yere. Çakıl taşları dizlerimi eziyor. Kalkmam gerek. Yerden kalkıp yürümeye devam etmem gerek. İstemiyorum. Kalkmak istemiyorum. Kalmak istiyorum bu diz çökük halde. Başımı kaldırıp yukarıya bakmak istemiyorum. Beni gören var mı, bilmek istemiyorum. Ayağa kalkıp dikleşmem gerek. Dizim kanıyor. Kan toza karışıyor… Gözümün ucuyla bakıyorum tenimin kanayan yerine. Sanki bu ten benim tenim değil. Sanki kanayan diz, benim dizim değil… Yalnız kalmak istiyorum. Kimse düştüğümü görmesin! Gerek yok! Hiç özelim olmasa da gerçekten gerek yok… Kalmak istiyorum acıyan kendimde… Kendi kendimle…
11 Temmuz, 2007. Babamın doğum günü. Özker Baba doğalı 67, öleli de iki yıl oldu. Babamın doğum günü. Yeğenimin düğünü. 11 Temmuz 2007 Dikmen’de düğün var. İçim kıpır kıpır. Yeni bir yaşam ışığı var rahmimde. Birkaç haftalık hamileyim… Sessiz, suskun… beklemekteyim…
Ertesi gün önemli bir gün. Cumhurbaşkanlığı ek bina yarışmasının teslim günü. Ama düğün halamın oğlunun düğünü. Gitmemek olmaz. Düğüne gidiyoruz. Düğün müziği, gökyüzünde bir çocuk resmi gibi asılı kalıyor. Biraz masum. Biraz acemi. Biraz renkli biraz fazla yumuşak… Dikmen’den ve düğünden çıkıyoruz. Tepelerden aşağıya serin rüzgârla beraber inerek mezarlığı geçiyoruz. Gözümün ucuyla, işlediğim bir suçtan gizlenir gibi bakıyorum mezarlığa. Tüm ölüler benim suçum. 1974 benim suçum. Tüm şehitler benim suçum… Yedi yaşımın hatası savaş… Yaramazlıklarımın cezası…
Ne olur yazmayın adımı hiçbir yere! Tozlu araba camlarına bile…
Lefkoşa’ya geliyoruz. Düğün kıyafetlerini ofiste çıkarıp salaşlığımızı giyinip çizimlerimize geri dönüyoruz. Çizgi çizgi gözlerimiz… Cumhurbaşkanlığı ofisleri. Resmi makamlar. Kocaman masalar... Kocaman paftalar… Gece boyunca çizim. Uykusuzluk. Kocaman gece. Kocaman karanlık. Yorgunluk…
Ertesi gün önemli bir gün. Hüseyin baba’mızın bize iade edileceği gün. Hüseyin baba eşimin babası. Yaşasaydı kaç yaşında olacaktı? 63? Ama yaşamadı. 30 yaşında bir okul duvarında can verdi. Onu vurdular. Onu öldürdüler. O, 13 Aleminyo şehidinden biri. O, hiç tanıyamadan sevdiğim babam. Bize onu nasıl iade edecekler? Kayıp bir baba nasıl iade edilir ki? Sessizlik. İnsan seli. Suskun bakışlar. Konuşkan basın. Bekleyiş. Sıcak. Askeri nizam. Konuşmalar. Resmi konuşmalar. Samimi konuşmalar. Kanım damarlarımdan çekiliyor. Dayanamayacak gibi hissediyorum. Toz. Yanaklarımı okşayan sıcak rüzgâr. Çocukluğum, suçluluğum… Minik, minicik tabutlar giriyor mezarlığın kapısından içeriye. Çığlık. Bir kadın sesi yarıyor gökyüzünü. Yumruk oluyor nefesim boğazımda. Toz. Güneş. Toprak. Kürek sesleri. Toprak ve kürek hışırtısı. Sıcak. Temmuz. İnsan seli. Hüseyin baba. Eşimin babası. Kemikler. Arda kalan kemikler. Tüm her şey kaybolduğunda, her şeyi unutmayı başardığımızı sandığımız bir anda, yedi kat yerin dibinden bulunup çıkarılan kemikler. Yüzük. Kemiklerle bulunan yüzük. Bağ. Yürek bağı. Kader bağı. Kozmik bağ. Gündüzü geceye bağlayan gizem. Yaşam suyu, aşk…
O gün tabutlar öne öne geldi, bense geri geri gittim. O gün, yüzüme baksaydın eğer, dokunacaktın bana. Dokunmuş olacaktın. Ve ben, o gün, yüzüne baksaydım eğer, dokunacaktım sana. Bakmadım. Bakamadım… Ellerinizde kürekler, küreklerde toprak, toprakta tabutlar… Öyle… öylesine… kayboldum o görüntülerde. Seslerde. Hışırdıyordu toprak. Toz duman olmuş fısıldıyordu gökyüzüne… Gömdük. 40 yıl önce, dört gün önceymiş gibi, tüm yakınlarımız sanki de o gün ölmüş gibi gömdük. Hem kendi babamızı ve hem de diğer babaları gömdük ve ofisimize geri döndük. Yaslı gömleklerimizin tüm düğmelerini sıkıca ilikleyip son çizgilerimizi Cumhurbaşkanlığı ofis mekanlarımıza eklemeye koyulduk.
Güneş, gün boyu tüm marifetlerini göstermiş olmanın kibiri ile batıya yatmaya başlamıştı bile. Akşamüzeri beş gibiydi... Yarışma projelerinin teslim saatinin son demleriydi. Ağır maketimizi ve paftaları kamyonete yüklerken sen, bu kez tüm cesaretimi toplayıp uzaktan baktım sana. Yüzüne baktım ve dokundum. Ekibinle guruluydu yüreğin. El ele yerleştirdiniz her şeyi yerli yerine. Kimse kalbinin mezarlıkta yere düştüğünü görmedi. Kimse elindeki kürek izlerini bilmedi. Kuruydu tenin. Tozlu ve kuru… Yeniden bir savaş olur muydu? Korku… Savaş olsaydı… Sana son kez bakıyor olabilirdim. Sana son kez dokunuyor olabilirdim. Sensiz bir yaşama doğabilirdi bebeğimiz… Kendi mahcubiyetimde eridim…
Dizlerim yerde. Çakıl taşları acıtıyor tenimi. Toz. Heryerim toz. Akan gözyaşlarım olsaydı keşke. Yok. Gözyaşlarım yok. Kuru. Sadece toz. Sadece toprak… Kuru toprak… Suçluluk. Yarışmanın gereği yerine getirildi. Yarıştık. Herkes evine gitti. Biz de gittik. Konuşmadan yattık. Bir aydır yarışmamış gibiydik. Akşam hiç düğüne gitmemiş gibiydik… Ufacık tabutlarda büyük acılar gömmemiş gibiydik…
O gün, hiç babasız büyümemiş gibiydik…