1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Sade Günce Devam…
Sade Günce Devam…

Sade Günce Devam…

Sade Günce Devam…

A+A-


Münevver Özgür
[email protected]

03.12.2014. Prag-Atina uçağındayım... Uçağımız kalkış iznini bekliyor...
(İçimin sesi yine olumsuz konuşuyor. Duymamaya çalışıyorum. Yine de söyleniyor...)

“Hayatım üzerine hiçbirşey yazılmamış boş beyaz bir sayfa gibi... Bembeyaz... Ayakta duracak gücüm yok. Kırılma noktasındayım. Beni unuttukları yerde (veya benim kendimi unuttuğum yerde) hafif esen bir rüzgara kapılarak kaymaya ve üzerinde durduğum mobilyanın arkasına düşmeye meyilliyim. Hem de çok meyilliyim... Boş beyaz bir sayfa. Bembeyaz... Bana baktıklarında, üzerimde okunacak tek bir sözcük, tek bir cümle yok. Tek bir ses yok! Bir dolabın arkasında (veya çok çekmeceli bir komodinin belki de) yıllarca durup tozlanmaya çok meyilliyim... Beyaz, boş, tozlu bir sayfa. Üzerine hiçbirşey yazılmamış...”

Hüzün ve değersizlik duygularımın beni hiçbir yere (çok çekmeceli komodinin tozlu arkası dışında) götürmeyeceğinin farkındayım. Utanmadan omzunda rahatça ağlayabileceğim dostlarımı, insanlarımı istiyor yüreğim. Ama ağlamaya gücüm yok. Cesaretim de yok. Aklım? Ah o aklım! Aklım biliyor. Anılarımla derdim var. Kar örtmüş tüm anılarımın üzerini. Ve ah o kar! Soğuktan beyaz bir battaniye örtünmüş gibi Prag. (Bir şehir, bu hüzünle ancak bu kadar güzel olabilir). Onu kendi kendiyle bırakıp, başka beyazlıklara, bembeyaz bulutlara doğru kalkıyor Atina uçağı. Yanımda kıkır kıkır kızlar. Yunanca konuşuyorlar, birşeyler mırıldanıyorlar. Heryer beyaz. Heryer gökyüzü... Bu Prag’a kaçıncı gelişim? Bu Prag’dan kaçıncı gidişim? Hangisi daha çok “ben”im? Prag mı, yoksa Prag’da okuduğum kitap mı? Yoksa, yoksa... bir zamanlar buralarda yaşadığım kendi hayatım mı?

Kar soğuğu. Bıçak gibi anılar...

Sağımda tanıdık bir mağaza. Mobilya mağazası. Şimdi “Tuvalet Müzesi” olmuş! Arkadaşım Alena “yağmur yağacak, iyi ki şemsiyeleri almışız” diyor... “Hayır” diyorum, “bu soğuk; kar soğuğu.” Yaya geçidinde yeşil yanıyor. Karşıya geçiyoruz. Zili çalıyoruz. Önce sekreterin sesi ve sonra kapıdan “bızzzz” sesi geliyor ve kapı açılıyor. İçeriye girip, döne döne merdivenlerden yukarıya çıkıyoruz. Avukatın gelmesi biraz zaman alıyor ama sorun değil. Sıcacık odada gevşeyip sandalyelere gömülüyoruz...

Sıcak ve sessizlik.

Başlangıçta sakin bir görüşme. Çocukların (Jasmine ve Denis’in) doğum ve vatandaşlık belgelerini geri istiyorum. Kalın, kocaman dosyayı önümde açıyor. Sayfa sayfa geri gidiyor. 2007. Davanın başlangıç yılı (Babam’ın vasiyeti üzerine)... Sonra sayfa sayfa 2014’e doğru gelmeye başlıyor. Alena ile tedirgin, avukatın parmaklarından ve belgelerden gözlerimizi ayırmıyoruz. Sandalyelerimizde biraz kıpırdanıyoruz. Dayanamayıp, dosyayı bölüşüp beraber bakmayı öneriyoruz. “Olmaz” diyor, “bu dosyaların bir diziliş şekli-sistemi var. Bozmamak için benim bakmam daha iyi olur”. O dosyaya bakıyor, biz ona bakıyoruz. Oturuşumuza sessizlik geri geliyor ve sandalyelerimize bizden çok gömülüveriyor... Sonunda çocukların evrakları bulunuyor. Rahatlıyorum...
(Kısa bir süre sonra, içimin sesi dışarıya taşıyor ve kendi sesim kulaklarıma geliyor.)

“Böyle sakin oturduğuma bakmayın” diyorum avukata. “Böyle sakin oturduğuma bakmayın! Çıldırmak işten değil! Bu durum! Bu içinde bulunduğum durum! O kadar garip ve kabul edilebilir değil ki! Kimseye anlatmak bile istemiyorum! Kıbrıs’ta, doğduğum ve büyüdüğüm ülkede yani, neredeyse yirmi yıldır boşanmış ve sekiz yıldır da evliyim. Ancak, halen daha KKTC sınırlarından dışarıya bir adım attığımda başka birisinin eşi ve başka birisinin soyismini taşıyan bir kadınım! Prag’da doğan çocuklarım büyüdüler, reşit oldular. Küçüğüm yedi yaşında oldu. Ben ise halen buralarda boşanma davası ile uğraşıyorum! Bu insan haklarına ters bir durum! Bu herşeye, zamana ve yaşama bile ters bir durum!”

Ve yine sessizlik. Avukat önüne bakıyor... “Siz de biliyorsunuz” diyor, “elimizden gelen herşeyi yapıyoruz...”

Prag’da okuduğum kitabın kahramanı Marie Navarova. Çek bir kadın. Bir hemşire. İkinci dünya savaşı sıralarında bir gün tramvayda giderken Nazi lider-general Heidrich’e Çekler tarafından bir suikast düzenleniyor. Heidrich yaralanıyor. Hemşire kadın, “insan insandır” diyerek yaralıya yardım ediyor. Nazi’ler O’nu bir yandan ödüllendirirken, diğer yandan da suikastı düzenleyenlerle ilgili ifade vermediği için Terezin’e, konsantrasyon kampına kapatıyorlar. Avukatı Jan Novotny (Yan Novotni), davayı üstleniyor. Elinden geleni yapıyor, ama ne yaparsa yapsın, hiçbir işe yaramıyor. Rus ordusu ülkeye girince, Marie Navarova kurtuluyor. Rejim değişiyor. Ama bu defaki rejim bir Alman’a (Gestapo’ya) yardım etti diye onu yargılıyor ve hapse atıyor. Kadın, avukatının ve tanıkların yardımı ile hapisten çıkıyor. Rejim yine değişiyor. Rus komünistler etkisinde, Çek Komünist Partisi başa geçiyor. Ve Marie Navarova, komünist olmadığı için işkence görüyor ve yeniden hapse giriyor...
Baba, Baba!!! Bu bolşevikler... Bu bolşevikler!!! Hiç de senin dediğin gibi değildiler!!!

Babam duymuyor. Babam duymadı... Babam artık hiç duymayacak... Beni hiç anlayamayacak. Bembeyaz bulutların üzerinde, soğuk teneke kuşun içinde uçuyorum. Hepberaber uçuyoruz. Yunanca, Çekçe... Ve günceye yazılan Türkçe... Farklı dillerimiz ve biz uçuyoruz... Ve kar... Ve anılar... 1974 savaşının üzerinden sadece on yıl geçmiş. 1984. Ailem yok. (George Orwell de yok). Kimsem yok. Onyedi yaşında saf bir kızım. Çekçe öğrenmek için Dobruşka’dayım. Dil okulu yöneticileri bizi Çekoslovakya’yı tanımamız ve bilgilenmemiz için Terezin’e götürüyorlar. Ateş tuğlası yüksek, ama çok yüksek duvarlar. Hepsi zamanla kararmış. İşkencelere tanıklık etmiş karanlık mekanlar. Gaz odaları... Evet, evet! Artık eminim! 1974 savaşının tek suçlusu benim! Sıra sıra mezarlar... Mezarlar... Mezarlar... Marie Navarova...

Üç rejim. Üç devlet. Bir kadın.

Bir kadının hikayesi... Bir avukatın davası. Sadece on yıl içinde tek bir ve aynı davanın, üç ayrı dönem, üç ayrı yargı sistemi, işleyiş ve ideolojisi ile değerlendirilişi... Ve yaşadığımız yüzyılın sıradışı delilik çarkı içinde “insan” olmanın ezilişi... Ve ah o çocuklar çocuklar... Herşeyin suçlusu masum, saf çocuklar...
Dobruşka’dayım. Kendimi kötü hissediyorum. Konuşabileceğim kimsem yok. Beni yargılamadan anlamaya çalışacak kimsem yok. Telefon yok. Omzunda ağlayabileceğim insanım yok. Çekler Çek. Kıbrıslı Rumlar Rum. Babam Babam. Annem Annem. Küçük kardeşlerim ise küçükler... Yıl 1984. Yıl 2014. Çok çekmeceli bir komodinin ardında, tozlar içinde yıllardan sararmış, bomboş bir kağıt ilişiyor gözüme... Eğilip onu elime alıyorum. Bakıyorum. Bakışlarımın arasından belli belirsiz, beni otuz yıldır büyüten bir hikayenin taslağı göz kırpıyor...
(Ah Güncem ah!!! Duyarsan sen duyarsın beni... Anlarsan sen anlarsın...)

Bu haber toplam 1532 defa okunmuştur
Gaile 297. Sayısı

Gaile 297. Sayısı