1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Sadece günce – yeniden... 23 Haziran 2015
Sadece günce – yeniden... 23 Haziran 2015

Sadece günce – yeniden... 23 Haziran 2015

Sadece günce – yeniden... 23 Haziran 2015

A+A-

 

Münevver Özgür
[email protected]

Aralık’tan beri tek satır yazmadım. Yazamadım!

O seçimler var ya o seçimler! Cumhurbaşkanlığı seçimleri! İşte o seçimler beni mahvetti. Yazamadıysam da yine işte o seçimlerin yüzünden! Günlerce kendi kendime verdiğim telkinler, yazarak sorduğum sorular, aradığım cevaplar... Her şey ama her şey o seçim döneminde; kilise çanlarından beter, içimde bir o yana bir bu yana gittiiii, gitti ve geldi. Yüreğimdeki o ağır duygular, o ağır bronz, seçim dinamiklerinin gizli ipinde sallandı durdu. Benim için, bir kâbus gibiydi!

Çanlar deli gibi çaldı. Onlar çaldıkça ben de delirdim. Çanlar çaldı: Özker Özgür. 1981. On yaşındayım. KTFD Başkanlık seçimleri. 1983. KKTC’nin ilanı. Tehditler.  85. 95. Cumhurbaşkanlığı seçimleri. Meydanlarda nutuklar. Radyolarda sloganlar. “Oyum Özgür’ün çünkü ben özgürüm”. Nah özgürüm! Özgürlük nedir bilmiyorum bile! Çanlar. CTP. Yükseliş. Çanlar. Çöküş. Yine çanlar. Kayıplar. Acı kayıplar. Çok Acı. İhraç! Niye ama niye? Kimin için? Ne için? Çanlar! Birikim. Birikim Özgür. Ve sürgün! Kendi kendimize... Ve kardeşlik. Çanlar! Kudret. Kudret Özersay! Bir kardeşlik daha. Yürek çırpıntısı! Çan. “Onun adamı.” Çan. “Bunun adamı.” Ağır, hiçbir şey bilmeden yerli yersiz ama haksız suçlamalar. “Solcusun, sağcısın, liberalsin; suçlusun!” Hepimiz suçluyuz. Çamur atayım, temiz kalayım! Böyle siyaset mi olur? Böyle mi çözeceğiz sorunlarımızı? Böyle mi işbirliği yapacağız adadaşlarımızla? Çan. Yavan. Çan. Adam. Çan. Kadın. Çan. İnsan. Çan... Kullanan, kullanılan... İnanan. İnanmayan ama yapan... Çan, çan, çan...

Bir daha ne seçimler, ne televizyon, ne haberler, hiçbir şey ama hiçbir şeyin beni bu kadar etkilemesine izin vermeyeceğim. (Saçmaladım galiba! Niye yapamayacağım bir şeyin sözünü veriyorum ki?) Aslında, demek istediğim şu: Canıma tak etti! Usandım, bıktım! Ama gerçekten usandım! Küçük ada, küçük toplum, büyük adamlar, küçük kadınlar, gizemli dış güçler... Büyük adamların büyük işleri, bir türlü çözemedikleri büyük problemler! Doğdum doğalı seçim seçim seçim! Seçemedik gitti. (Az önce saydım 76’dan beri tam 9 defa “lider” seçmişiz.) “İnsan” seçmeye odaklanmaktan yaşamaya dair “yaratıcı seçenekler” üret(e)mez olduk. “Değişim değişim” diyoruz. Kendimizden başka her şeyi değiştirmek istiyor ama kendi rahatımıza dokundurtmuyoruz. Yemezler. Gerçekten ama, artık ye-mez-leeer!

En çok da nereden sıkıldım biliyor musunuz? Kendimden. Kendi pasifliğimden. Kendi depresifliğimden. Neyse. Beni bilenler bilir. Aslında gerçekten “şükretmek” kelimesine uygun bir hayatım ve ailem var.

Peki, bu hale nasıl mı geldim? Çok kolay. Hemen anlatayım.

Çocuklukta ve ergenlikte fark etmeden birkaç suç süzüp içinize işlemesine izin verin. Örneğin, savaş. Yedi yaşında küçük bir kız için çok iyi bir suçluluk duygusu kaynağı. Komşunun oğlu ile kavga ettiniz ve söz dinlemediniz diye savaş çıktı sanabilirsiniz. Başka bir öneri. Çok sık hasta olun ve anneniz, size her hasta olduğunuzda kızınca, bedeniniz ile yabancılaşın. Sonra, onaltı yaşında yurtdışına gidip, okumak istemediğiniz bir meslek seçin. Sırf anne-babanız mutlu olsun diye. Hani prestij mirestij meseleleri. Moda meslekler vb. Sonra, zaten yabancılaştığınız bedeninize kendi rızanız dışında müdahale edilsin ve kelimenin tam anlamıyla yıkılın! Psikiyatrik kliniğe yatırsınlar sizi. Kimseye yıllarca hiçbir şey anlatmayın ama her minik fırsatta kendi kendinizi çeşitli yollarla cezalandırın. Anlatmamak esas ilkeniz olsun. Suçluluk duygularınızı örümcek ağı gibi hem yüreğinize, hem zihninize örün. Bir süre sonra göreceksiniz, “kurban” modunda yaşamak için doğru yoldasınız. Bu duygularınızdan dolayı ne çocuklarınız ne de eşiniz ile gülemez, eğlenemez, dinlenemez olursunuz. Bir insan olarak, kendinizle, doğayla, ailenizle hayatla olan bağınız kopmuştur. Sonra, doğal olarak bireysel ve toplumsal mücadeleye, değişime olan inancınızı yitirirsiniz. Psikolog arkadaşımın güzel bir sözcük ile tarif ettiği “rafine” öfkeleriniz, kırgınlıklarınız vardır artık. Kızgınlıklarınızı dillendirmeyi de, suya bırakmayı da beceremezsiniz. Hamama girer, terler, keselenir, yine de teninize kazılmış olumsuz yaşanmışlıklardan temizlenemez, arınamazsınız. Bir görev bilinci ile size verilen tüm işleri, neredeyse hastalıklı bir titizlikle yerine getirir, eve gelince, fişten birisi sizi çekmiş gibi sönersiniz. Ne bir hayaliniz, ne de hayallerinizin gerçekleşebileceğine dair bir umudunuz vardır. O nedenle eyleme geçmezsiniz. Çünkü, en çok başarma ihtimalinizden korkarsınız. Kendi gücünüzden, güzelliğinizden, olası özgürlüğünüzden... Artık, çanlar ne kadar çalarsa çalsın, siz sadece gürültüden etkilenen ve ipi başkasına teslim edensiniz. Ta ki bir gün gelsin ve kendi yaranıza dokunma cesareti bulsun sizi. O an anlarsınız, ipiniz aslında ne sizde, ne de onlarda! İpiniz birikmiş yaşanmışlıklarda ve bilinçdışınızda... Kendi düşüncelerinizi değiştirmeden, kendi gizli kodlarınızla yüzleşmeden değişemez, değiştiremezsiniz!

Ne olduysa, o gün, orada, Socrates’in ofisinde oldu. Seçime az kalmıştı. Düşlenen Mağusa grubunun üyeleri olarak Mağusa için El-ele (Hands-on Famagusta) projemizi konuşuyorduk. Bir ara, seçimlerden ve Maraş’tan açıldı konu. Socrates aniden sordu: “Münevver, emin misin? Seni gerçekten dinliyorlar mı?” Gözyaşlarım aniden yüzüme iniverdi. Yutkunarak, itiraf ettim: “Sorun onlarda değil Socrates” dedim, “bende”. “Kimseye hiçbir şey anlatmıyorum ki”. Gerçekten de doğruydu.  Kimseyle ne konuşuyor ne de kimseye bir şey anlatıyordum.

Çan! Teslim oluyorum. Yaralarıma, bilinçdışıma, hayata, her şeye... Ne Annem ne Babam... Ne geçmiş ne de gelecek... Hiçbiri önemli değil. Önemli olan şimdi ne yaptığım. Ve şu an ne yapabileceğime inandığım...

Dilerim ki, bu kez, kendimle sizleri (ve hayatı) bana bağlayan bu köprüde (Gaile’deki Sade Günce köşemde) daha uzun ve istikrarlı kalabilirim. Dilerim ki, bir gün bu mız mız anılar ve düşüncelerden tamamen kurtulur ve sizleri gülümsetebilecek günceler yazabilecek yetkinliğe erişirim... Ancak, şimdi fazla konuşmuş ve anlatmış olmanın tedirginliği içinde vedalaşma zamanının geldiğini hissediyorum.

Bir sonraki güncede, sizlere (sırf içimde kalmasın diye - :) “Mağusa için El-Ele” projemizi anlatacağım sözcüklerde buluşmak üzere...

Sevgiyle...
m.

Bu haber toplam 1569 defa okunmuştur
Gaile 325. Sayısı

Gaile 325. Sayısı