“Sadece Kendine Ait Bir Beden”
Bir 8 Mart daha kutlanıyor. Kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği uğruna verilen mücadeleler hatırlanıyor ve eşitlik talepleri dile getiriliyor.
Son dönemlerde feminist hareketler, başka konuların yanı sıra, kadınların kendi bedenlerine kendilerinin hükmetmesi üzerinde duruyorlar.
Nitekim kadın bedeninin varoluşsal ve toplumal boyutlarının öne çıkmaya başladığı bir dönemde, feminist yazarlardan Camille Froidevaux-Metteri son kitabının başlığını “Un corp a soi” (Kendine Ait Bir Beden) koydu.
Kitabın başlığının Virginia Wolf’un “Kendine Ait Bir Oda” adlı ünlü eserini çağrıştırdığı ortadadır.
Bilindiği gibi, Virginia Wolf, kadınların yazar olabilmesi için iki şartın yerine getirilmesi gerektiğini söylüyordu: Ya paranız olacak ya da kendinize ait bir oda...
“Kendine Ait Bir Beden” ise kadın bedenini araçsallaştıran ve kadın bedenine hükmetmeyi “hak” sayan ataerkil anlayışa karşı bir başkaldırıdır.
Kadınlar bedenlerinin sadece kendilerine ait olduğunun bilincinde olmaları ve ataerkil bakışın dayatma ve zorlamalardan kurtulmaları, kendilerini bedenleri içinde özgür ve rahat hissetmeleri ancak ataerkil bakışın etkisinden kurtulmalarıyla mümkündür.
“Erkekler bendenimi nasıl görüyorlar, acaba beni cazip ve çekici buluyorlar mı, yoksa biraz kilo mu versem veya yapay göğüs mü taktırsam” diye düşündüğünüz sürece özgür bir bedene ve özgürlük bilincine sahip olmanız mümkün değildir.
İyi ki, son yıllarda feministler bu konularda önemli tartışmalara imza atıyorlar ve siyaseti önlem almaya zorluyorlar.
Pek çok ülkede seksizm, taciz ve kadın bedeni hakkında yapılan tartışmalar ve önermeler gündemi belirlerken, siyasetçiler ne yapacaklarını tam olarak bilemiyorlar, yaptıkları da çoğu zaman yetersiz kalıyor.
Örneğin MeToo harketinin başladığı 2017 sonbaharından kısa bir süre sonra Fransa’da Emmanuel Macron toplumsal cinsiyet eşitliğini bütünüyle hayata geçirmeyi başkanlık döneminin en önemli konuları arasında sayıyordu ama bu konuda yaptıkları beklentilerin gerisinde kaldı.
Öte yandan, dünyanın her yerinde peş peşe açıklığa kavuşturulan taciz olayları toplumlarda ciddi bir duyarlılık oluşturuyor. Bazı ünlü isimlerin konumlarını kullanarak kadın bedenini istismar etmeleri ve taciz olaylarına karışmaları, tecavüz karşı herkesi daha duyarlı olmaya zorluyor.
Bireysel deneyimlerden hareketle cinsel taciz ve çocuk istismarı konularında su yüzüne çıkan bilgiler öylesine bir infial yaratıyor ki, neredeyse bütün ülkeler yasalarını gözden geçirmek zorunda kalıyorlar.
Yine de, yasal önlemlerin yeterli olduğu söylenemez. Cinselleştirilmiş şiddete karşı etkili önlemler almak, esaslı maddi yatırımlar yapmayı gerektiriyor ve ne yazık ki hükümetler bu konuda gerekli duyarlılığı göstermiyorlar.
Bu arada bazı feministler, heteroseksüel ilişkiler içinde kalarak kadınların özgür olamayacağını ileri sürüyorlar ve çareyi “siyasal lezbiyenizmde” aramak gerektiğini söylüyorlar.
Bu, gerçek anlamda bir özgürleşme olamayacağı gibi, sorunu toplumsal sistemden ayrı ve kopuk olarak ele alan bir yaklaşımdır. Feminist düşünürlerden Nancy Fraser’in söylediği gibi söylersek, bu, sisteme karşı başkaldırıdan uzak, sadece bir noktaya yoğunlaşan “ilerici neo-liberal” feminizmdir.
Oysa feminist hareketlerin çözmek istediği sorunlar toplumsal bir sistemin parçalarıdır, kapitalist ataerkil sisteme içkindirler ve bu sistemin geri kalan sorunlarından ayrı ve kopuk olarak ele alınamazlar.
Emeğin sömürülmesi, doğanın tahrip edilmesi, iklim krizi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, cinsel yönelim özgürlüğünün suç sayılması ve ırkçılık gibi sorunları hem ayrı ayrı, hem de birlikte ele almak ve her seferinde ona göre ittifaklar kurarak mücadele etmek daha doğru ve daha etkili bir mücadele biçimi olurdu...