“(Sadece) Ölerek mi Tükeniyoruz…Yoksa..!?
Ölümün ardında telafisi çok zor, neredeyse imkânsız bir boşluk bırakması, sosyal bir varlık olan ve hayatı ilişkiler üzerinden anlam kazanan her insana, derin bir acıyla birlikte aynı duyguyu tattırır: Eksilme/azalma duygusu. Ortak bir kaderi, acı tatlı anıları paylaşmanın ayrıcalıklı kıldığı ilişki biçimini kuşanmış, dar ölçekli insan grubuna mensup bireylerden birinin vefatının ardından geride kalanların -en çok da bir daha yaşanması imkânsız beraberlikleri, buna anlam/değer katan zamanı/olaylar silsilesini hatırlattıkları için- böylesi bir duyguyu yaşamaları insanî ve anlaşılır bir durum.
Ancak bu kadar değil, daha fazlası da vardır; aynı duygunun çok daha geniş ölçekte karşılık bulması da mümkündür. Misal, şu tanıdık gelmiyor mu: Özellikle geniş kesimler tarafından bilinen, nevi şahsına münhasır, kolektif/toplumsal hafızada yer etmiş, varoluşsal anlamda simgesel değeri olan kişilerin yitiminden sonra yazılı/sosyal medyada manşete çekilen/dile getirilen, adeta bir özdeyiş haline gelen şu ifade: “Bir kişi daha eksildik..!” Kimilerince aşırı zorlama olarak kabul edilecek olsa da, önemli olduğunu düşündüğüm (burada Wittgenstein’ın zihni derin uykusundan uyandırmaya yönelik “zihinsel kramplar”ın gerekliliğine yaptığı vurguyu da anımsayarak) şu soruyu soralım: Daha dar ölçekte yaşanan keder ve eksiklik duygusuyla, aynı duygunun daha geniş ölçekli bir kesimde yaşanıyor olması arasında fark var mı; varsa o fark ne? Ya da, soruyu kendimiz üzerinden daha da somutlaştırarak şöyle soralım: Burada, geniş ölçekli, toplumsal/ulusal (Kıbrıslı Türkler) ve de kuşatıcı bir kimliği (Kıbrıslı Türk kimliğini) işaret ederek dile getirilen “bir kişi daha eksildik” ifadesinin, duyulan acıyı/kederi belirtmekten öte, üzerini örttüğü bir başka hakikat var mı? Uzatmadan yanıt vermek gerekirse var ve bu fark, varoluşsal/ontolojik bir mahiyet taşıyor olduğu içindir ki göz ardı edilmemesi gereken bir önem arz etmektedir.
O farkı ortaya koymak bakımından açmaya çalışalım: Sınırlı sayıda insanın yer aldığı, diyelim bir dost grubunda, o gruba mensup birinin yitiminin yol açtığı eksiklik duygusu, daha çok ‘nicelik’ üzerinden, yani ‘niceliksel/sayısal azalma’ ile anlam kazanmaktadır. Bu o kadar öyledir ki, gün gele o dost grubuna ait kimse kalmayacağından -ölüm mukadder- o grup da ortadan kaybolacaktır. (O özdeyişi hatırlayalım: İnsanın gerçek ölümü onu hatırlayacak son insanın ölümü ile başlar.) Öte yandan, kolektif/toplumsal ölçekli ve onun kuşatıcı çatısı olan kimliği ve de o kimliğe ait birinin yitimini işaret ederek dile getirilen “bir kişi daha eksildik..” ifadesi ise, buradaki ‘niteliksel’ esası ‘niceliksel/sayısal’ olanla ikame ettiğinden, ‘varoluşsal’ anlamda (varlık/yokluk kertesinde) dramatik sonuçlar doğuracak bir mahiyet arz etmektedir. Öyle ya, eğer kolektif/toplumsal yapının bütünlüğü ve onu kuşatan kimliğin kapsamı/müktesebatı, amiyane tabirle kelle hesabı üzerinden anlam kazanırsa, oradaki niceliksel/sayısal eksilme -hele burada söz konusu olan niceliksel anlamda küçük bir toplumsa ve ölümün hızı doğumun hızından daha fazlaysa-, gün gele onun da yok olacağının resmi demektir. Böyle olduğu içindir ki “bir kişi daha eksildik..” ifadesi, anlaşılır duygusal karşılığı bir yana, kolektif/toplumsal bütünlük ve onu kuşatan kimlik söz konusu olduğunda, ‘nitelikten’ çok ‘niceliği/sayıyı’ ima ettiğinden, deyim yerindeyse hedef şaşırtmaktadır.
Meramı anlatabilmek için devam edelim: Aksini söyleyenler, hamasetle üzerini örtmeye çalışanlar olsa da Kıbrıslı Türklerin, mazisi daha uzun ve etkenleri farklı olmakla beraber, özellikle son dönemlerde şiddeti artarak devam eden müdahalelerle, siyasal/kültürel kapsamda bir ‘varoluş’ sorunu yaşadıkları aşikâr. Son Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ve sonrasında yaşanan gelişmeler bunun politik veçhesini açık seçik ortaya koyarken; yine aynı dönem itibarıyla kültürel düzlemde muhtevası belirlenmiş, evvelemirde denetlenebilir/manipüle edilebilir ‘(Kıbrıslı) Türk’ inşa çalışmalarının (tarih sempozyumu/diziler vb.) sürdürülüyor olması da, bu siyasal-kültürel mühendislik projesinin bir başka göstergesi. Bu türden dayatmaların -artmasıyla da paralel olarak-, doğal sonucu ise, dayatmaların arttığı oranda artan bir karşı çıkışı (bir direniş hattı oluşumunu) tetiklemesi ve bu hattın tam da hedef alındığı üzere ‘kimlik’ eksenli (siyasal irade zayıfladığı oranda kültürel dozu artacak şekilde kimlik üzerinden karşı çıkış neredeyse kaçınılmaz) gelişmesi olmuştur/olmaktadır. Son kertede ‘varlık/yokluk’ seviyesinde anlam kazanan, bu nedenle gerilimli bir mahiyet arz eden bir ‘varoluş sorunu’ olarak yaşanan bu süreç, bir tek kişinin yitiminin dahi bir ‘eksiklik’ ve de bir ‘tükeniş’ olarak algılanması sonucunu doğurmaktadır ki bunun kritik karşılığı şudur: Varlığı korumak, öncelikle niceliği/sayıyı korumak, haliyle daha çok içe kapanmak/ yabancı olanı kendine bulaştırmamak, daha açık bir ifadeyle niteliği es geçmektir. Hal böyle olunca da varoluşal/ontolojik tehdit altında bulunmanın karşılığı daha çok tepkisel bir mahiyet kazanmaktadır ki düğümün atıldığı ve çıkmazın yaşandığı yer de işte burasıdır. Öyledir, çünkü ‘varoluş sorunu’ (kimlik sorunu) niceliksel değil (kelle hesabı değil), niteliksel bir sorundur; içe kapanmakla-katı/geçirgen olmayan sınırlar arasına hapsolmakla, değişmez sabitelerle, tepkisel karşı çıkışlarla (tepkisel akılla) değil, kendi sınırlarını aşmakla/ etkileşim içinde kendini yeniden üretmekle, etkisel olanla (etkin akılla) anlam kazanan/kazanacak dinamik bir süreçtir. Ona devamlılığını/sürekliliğini sağlayacak olan da niceliksel düzeyi değil, niteliksel muhtevasıdır. Eksilenin hüznü ve kederi anlaşılabilirdir, ama bunu ikame edecek, varoluşu dinamik bir oluş serüvenine, daha net bir ifadeyle ‘ontik’ olandan ‘ontolojik’ olana dönüştürecek olan, o dinamiği içkin niteliksel çabalardır.
Tam da burada ‘tepkisel’ (tepkisel akıl) olanla ‘etkisel’ (etkin akıl) olan arasındaki farkı bir kez daha hatırlamakta yarar vardır. Nietzsche “hayatı belirleyen kuvvetler” olarak “etkisel ve tepkisel” ayrımını yaparken “etkin kuvvetlerin” (burada hâkim olan ‘etkin akıl’dır) “yaşamı olumlamanın kaynakları” olduğuna; “tepkisel olanlar”ın ise (burada da ‘tepkisel akıl’ söz konusudur) “bir hiçleme ve olumsuzlama” geliştirdiklerine vurgu yapar. “Etkisel kuvvetler” (etkin akıl) insanda içkin yaratıcı/dönüştürücü potansiyeli harekete geçirirken, “tepkisel kuvvetler” (tepkisel akıl) daha çok red ve inkârla sınırlı kalan, suçluyu/sorumluyu salt dışarda arayan, yıkıcı bir mahiyet arz etmektedir.
Bilvesile altı çizilmesi gereken bir başka önemli husus ise ‘etkin’ veya ‘tepkisel’ sergilenecek tavrın öncelikle bireyin kendisinden başlayacağı, yani burada artık kendi sorumluluğunu taşıyan yeni bir ‘bireyselleşmenin’ (yeni bir özneleşme) ve de bununla örtüşen, niteliksel yanı ağır basan, yeni bir toplumsallaşma (bu yeni bireyleri içkin yeni bir toplumsallaşma) sürecinin yaşanacağı; bunun da son kertede yeni bir kültürel/siyasal iklim yaratacağıdır. Şudur: Bu süreç tabanda ve de birey eksenli başlayarak yatay anlamda genişleyen (kolektif/toplumsal karşılık bulan) ve de dikey anlamda derinleşerek (niteliksel) yoğunluk kazanan bir mahiyet arz edecek, son kertede niceliksel olanın da niteliksel seviyede anlam kazanmasını sağlayacaktır.
Eğer böyleyse Kıbrıslı Türklerin ‘varoluş sorunu’ -başka toplumlarda da olduğu gibi- öncelikle niceliksel bir sorun değil, niteliksel bir sorundur. Yani onu tüketecek olan ‘ölerek’, niceliksel/sayısal eksilmesi/azalması değildir; asıl niteliksel zafiyeti olacaktır. Aşılması gereken işte bu zafiyettir. Bunun gereğini yerine getirmek de, kendi sınırları içine hapsedilmiş, değişmez sabitelerle tarif edilmiş (özcü) ve de aşkın/kutsanmış hale getirilmiş bir kimliği sahiplenmekle değil; kendi sınırlarını aşan, dışa açık, etkileyen ve etkilenen, her anlamda üretken, yaratıcı, oluş halindeki dinamik, içkin bir kimliğin yolunu açmakla mümkün olacak gibi görünmektedir.
Varoluşsal anlamda, niceliksel/sayısal eksilmenin/azalmanın hüznü evet, anlaşılabilirdir; ancak bu bağlamda asıl vahim olanın niteliksel azalma/eksilme olduğu da göz ardı edilemeyecek bir hakikattir.