1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Sahibine iade edilen çerçeveli kanava işi bir tablo...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Sahibine iade edilen çerçeveli kanava işi bir tablo...”

A+A-

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

“I LOVE MORPHOU” (“Omorfo’yu Seviyorum”) başlıklı sosyal medya grubunda, Chris Evgeniu adlı Omorfolu Kıbrıslırum, oldukça dokunaklı bir öyküsünü paylaşarak, eşinin işlemiş olduğu çerçeveli bir kanava işi tablonun kendilerine nasıl iade edildiğini aktardı. Chris Evgeniu, zamanında eşinin işlediği ve Omorfo’daki evlerinin duvarına asılı duran kanava işi tablonun fotoğraflarını da paylaştı. Chris Evgeniu şöyle yazdı:

***  (Kanava işi) çerçeveli bu tablo, eşim Tasulla tarafından 1974’ten birkaç yıl önce işlenmişti... Biz Omorfo’dan kaçmak zorunda kaldığımızda, bu tablo Omorfo’da kalmıştı...

***  Aradan 28 yıl geçtikten sonra evimizi ilk ziyaret edişimizde, bu tablonun nereye asmışsak orada öylece durduğunu gördük...

***  Bayan Şerife ile konuştuk ve o da bize, bu tabloyu almamızın kendisini çok mutlu edeceğini söyledi.

***  Arabama sığmıyordu bu tablo ve birkaç gün sonra, Siliku köyüne bize gönderildi tablo ve sizinle paylaştığım resimde görüldüğü yere asıldı...

res-002.jpg

 

***  Tasulla ile Şerife’nin bu tabloyla birlikte bir resmini de çekmiştim, Omorfo’da 30 senedir asılı duran o tablonun önünde...

***  Eşim Tasulla, bu kanava işi tabloyu bitirmek için üç sene boyunca uğraşmıştı zamanında – Eminel ailesine, bu harika tabloyu bize geri verdikleri için çok teşekkür ediyorum.

***  Şimdi ise Avustralya’dayız ve tablomuz ise Kıbrıs’ın Siliku köyünde asılıdır. Bizler, Avustralya’nın Perth kentindeyiz. Ama tablonun resimleri var ve bu da bizi mutlu ediyor...

 


“Katırcı Yanni’nin Öyküsü...”

ddd-012.jpg

Rita Severis Vakfı CVAR’ın “Bunları Biliyor Muydunuz?” başlığı altında yayımlamakta olduğu küçük makalelerden birisi de Katırcı Yanni ile ilgili... Vakıf, bu konuda şöyle diyor kendi sayfasında:

***  Bir zamanlar, 1850’li yıllarda, İzmir’in varoşlarında bir hırsızlar çetesi vardı, bunların lideri de Katırcı Yanni idi.

***  Bunlar karavanlara ve arabalara ve hatta gelip geçenlere saldırıyorlardı. Ancak bunlar olağan bir hırsızlar çetesi değildi. Liderleri tüm parayı ve ganimeti alıp, bölgenin yoksul insanlarına dağıtmaktaydı. O nedenle çok seviliyor ve yerli yoksul toplumlar tarafından korunuyor, kendilerinin “Robin Hood”u olarak görülüyordu...

***  Her halukarda, nihayetinde Katırcı Yanni yetkililer tarafından yakalanıp tutuklanmış ve Kıbrıs’ta Mağusa’ya sürgüne gönderilmişti. O dönemler Mağusa, bir hapishane kent idi. Tüm suçlular, sürgüne gönderilenler ve istenmeyen şahıslar, Mağusa Surlariçi’ne cezalarını çekmek üzere gönderilmekteydi.

***  Katırcı Yanni de eski Venedik Sarayı’nda bir sütuna zincirli olarak yaşamaya mahkum edilmişti, kendi yaptığı bir barakacıkta yaşıyordu burada. Ancak ünü tüm adaya yayılmıştı ve çoğu insan Mağusa’ya giderek bu ünlü hırsızı görmeye çalışıyordu...

***  1863 yılında Fransız mimar Edmond Duthoit kendini Mağusa’da bulmuştu, Venedik Sarayı’na yaklaşırken bir el ona doğru uzandı ve ona bir saksı içerisinde feslikan uzattı... Ona bu feslikanları veren şahsa teşekkür ederek kim olduğunu sordu. Katırcı Yanni’nin öyküsünü öğrendi... Katırcı Yanni’ye para vermeye çalıştı ancak mahkum gülümseyerek bunu reddetti ve bir saksı feslikanın, bir hoşgeldiniz armağanı olduğunu söyledi Fransız mimara...

***  Aradan yıllar geçti ve İngilizler adaya geldiler. Mağusa Komiseri, Katırcı Yanni’ye birkaç günlük özgürlük verdiğini, gidip zamanını Maraş’ta Paska döneminde Rum toplumuyla geçirmesini söyledi. Yanni bu öneriyi reddetti. Eğer kendisinin zincirlerinden kurtulup da özgür bırakılırsa, bir daha geri dönmeyeceğini ve Komiser’i zor durumda bırakacağını söyledi.

***  Sonuçta komiser Yanni’yi zincirlerinden kurtarıp kendisini, kendi evine bir hizmetkar olarak gönderdi. Katırcı Yanni orada evin temizliğine, bahçenin bakımına yardımcı olacak, çoğunlukla da yemek servisine yardım edecekti... Tüm konuklar ona büyük ilgi gösteriyorlardı ve sohbet ediyorlardı hakkında.

***  Katırcı Yannis artık yaşlanıp da vefat edince, Maraş’taki Kıbrıslırum mezarlığına defnedildi.

(Türkçesi: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

 


 

BASINDAN GÜNCEL...

“Paşanın kedisi...”

sss-014.jpg

Ragıp ZARAKOLU

Küçükyalı’da 14 yıl Cihat Paşa’nın eşi Şadiye Hanım'ın evinde kiracı olarak kaldık.

Daha önce Melih Cevdet Anday’ın eşinin evinde kiracıydık. Daha önce Işıtan Gündüz’ün evinde.

Cihan Deniz onun evinde doğdu. Sinan Savaş ise Yaşar Anday’ın. 1982 yılında Alan Yayınları’nı kurduğumuzda, Marquez ödül almaz mı? Yaşar Anday’ın  “Yaprak Fırtınası"nı bastık ilk kitaplar arasında. İlk basımını İoanna Kuçuradi’nin yayıncısı Yankı Yayınları yapmıştı. Ne kaliteli bir yayıneviydi. Saint-Exupery’nin birçok kitabı ile buluşturmuştu bizi.

O sıralarda Erdal Öz, Can yayınlarını yeni kurmuştu, o da niyetlenmiş anlaşılan, başka birine çevirtti. Alan için  “hıh, onlar siyasi hareket bağlantılı” nitelemesi yapmıştı. Sanki siyasi hareket ile şu ya da bu biçimde bağlantılı olmak edebiyat yayıncısı olmak önünde engelmiş gibi.

Kapakta Fransız ressam Henri Rousseau’nun resmini kullanmıştım. Diğer birçok kitapta kullandığım gibi.

Ama Marquez’in tam “Yaprak Fırtınası” kitabını basıma hazırlarken Nobel Ödülü alması sevindirmemişti beni. Artık piyasanın ürünü olmuştu. Best-seller piyasası ile baş etmek ise mümkün değildi.

Alan Yayıncılık gerçekten çok kapsamlı bir yayın programı sergiledi. Arap edebiyatından Latin Amerika edebiyatına, Alman sürgün edebiyatından Akdeniz edebiyatına uzanan. Siyasi bakışa sahip olmak, zenginleştirir yayın programınızı.

Erdal abinin oğlu Can, bir kurum olarak Can Yayınları’nı ayakta tuttu, sürdürdü. Ne güzel. “Yaprak Fırtınası”nın yeni basımını ise, Alan’ın çıkarmış olduğu Yaşar (Anday) Gedikoğlu tercümesi ile yaptı.

“Siyasi bağlantı” ise bir anlamda Alan Yayınları’nın sonu oldu. Sen siyasal açıdan sakıncalı İsmail Beşikçi’nin kitabını basar mısın!? Meğer “siyasal bağlantı” engelmiş!

Biz sadece devletin değil, siyasal hareketlerin yasakları, oto-sansürü ile boğuştuk yayıncılık hayatı boyunca.

Bir gün Küçükyalı’da annemin evine giderken trenden indikten sonra bahçe içinde güzel bir dairenin penceresinde “kiralık” ibaresi görmüştüm.

Zili çaldığımda kapıyı, madeni düğmeli şık ceket içinde tabii senatör, eski Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Cihat Alpan açmaz mı? “Eşimle konuşmalısınız kiralama mevzusunu” dedi, telefon numarasını verdi.

Aradığımda, “Hilal Zarakolu’nun neyi oluyorsunuz?” diye sormaz mı? 27 Mayıs darbesinden birkaç gün sonra kalp krizinden giden amcamın eşi.

Gerçi yengem Şadiye Hanım uyarmış onu, “solcudur ama” diye. Ama solcu olmamın bir sakıncası olmamış 14 yıl Deniz ve Sinan’ı o evde büyüttüğümüze göre.

Gerek Şadiye Hanım gerek Hilal Hanım, “mübadil”lerdendi. Yani Türkiye-Yunanistan arasında mübadele edilenlerden. Annemin, 1. Dünya Savaşı’nda Mısır’da savaş esiri olan dayısının eşi de.

Bu mübadele sırasında karşılıklı mülk mübadelesi de yapılmıştı. Annemin yengesinin ailesine Pendik’te denize yakın bir Rum evi,   Şadiye hanımın ailesine de hemen istasyon altında, denize yakın bir ev düşmüştü. Cihat Paşa ise Balıkesir doğumlu.

Cihat Paşa gençliğinde askeri futbol takımında oynamıştı. Onunla amcam arasındaki dostluk ise NATO merkezinin Paris’te olduğu sırada gelişmişti. İki taraf arasında ailecek dostluk ise evi 14 yıl kiralamamızın önünü açmıştı.

Bayram günleri, protokol gereği Cihat Paşaları ziyarete ben giderdim. Ayşe Nur ise çok prensipli laik olduğu için asla. Bu ziyaretler sırasında sohbet de ederdik.  Mesela, Rusya ziyaretleri sırasında, Brejnef’in Cevdet Sunay’a doğduğu kentte bir Hemşinlinin fırınından nasıl nefis ürünler aldığını anlatması gibi.

1984 Kasım’ında Ayşe Nur, Cağaloğlu yokuşunda kaçırılırcasına göz altına alındığında 40 gün göz altında kaldı.

Yaşadıklarını anlattığımda Şadiye Hanım çok üzüldü. “Fenerbahçe’de Ordu Evi’nde anlatacağım” bunları diyecekti.

İkisi de Evren Paşayı sevmezlerdi. ”Oportünist” derlerdi. “Yanar söner!” Kendini atayan Ecevit’i de hapsetmemiş miydi?

1982 yazında Almanya’dan arkadaşlar Türkçe öğrenmek üzere geldiler ve bizde misafir oldular. Maria, Ulli, Sabine…Sahil doldurulmadan önce çok güzel bir kafe vardı. Orada talim ediyorlardı Türkçelerini. Bazen evde dış kapıyı açık unuttuklarında, 3. kat balkonundan Paşa bağırıyordu. “Kapat, kapat!”

Şimdi Berlin’de Aziz Nesin Okulu’nda öğretmen olan Maria bağırıyor ona bahçe kapısından: Tammam, tammam!”

Bir gün Paşa beni çağırdı, arka balkona aldı. “Sizde yabancılar kalıyor. Sizin için de benim için de iyi olmaz, sorun çıkabilir”. Kolay değil sene 1982, cunta yönetimi!

Bir keresinde de “12 Mart’ta aydınlara kötü davranıldı” diyecekti.  Balyoz harekâtı sırasında göz altına alınmayan aydın kalmamıştı. Gerçi çoğu bırakıldı ama. İdris Küçükömer de gözaltına alınmıştı mesela. Maliye Profesörü Sevim Görgün bile. Ve Sebahattin Eyüboğlu ve arkadaşları…

Bir gün pencereden bahçeye bakarken, Başbakanlığı sırasında tutuklandığım Nihat Erim’in geçtiğini görmez miyim! Kısa bir süre sonra Dragos’taki evinin önünde DS militanları tarafından öldürülecekti.

Cihat Paşa kapıdaki ismini çıkaracaktı bu suikasttan sonra.

Kürt sorununa ilişkin kitaplardan dolayı yargılanmaya başlayınca, evden çıkmamız istendi. Birileri gelmiş anlaşılan. Solculuğumuza tahammül olunmuştu ama, “Kürtçülük” fazla gelmişti.

Gürsel’in ölümünden sonra Çankaya’dan ayrılırken, eşi Melahat hanım paşanın kedisini onlara emanet etmiş, onlar da Küçükyalı’daki eve getirmişlerdi. Kapıda o karşılamıştı bizi eve ilk geldiğimizde. Ve koşa koşa 1978 son legal 1 Mayıs’ını kutlamaya gitmiştik.

Paşanın evi, 14 yıl kaldığımız ev yok artık. Müteahhite verilmiş yeni sahipleri tarafından.

(ARTI GERÇEK – Ragıp ZARAKOLU – 26.9.2021)

Bu yazı toplam 1340 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar