1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Sakat doğan bir çocuk...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Sakat doğan bir çocuk...”

A+A-

Marina Armefti, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 61nci yıldönümünde “Limassol Today” internet sitesinde yazdı:

Limassol Today adlı internet sitesinde 1 Ekim 2021 tarihinde Rumca olarak yayımlanan makalesinde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunu “Sakat doğan bir çocuğa” benzeten arkadaşımız Marina Armefti’nin yazısını İngilizce’den Türkçe’ye çevirerek okurlarımızla paylaşıyoruz. Ondan makalesini İngilizce’ye çevirmesini istedik, o da bizi kırmadı – böylece biz de İngilizce metni Türkçe’ye çevirebildik okurlarımız için...

Marina Armefti, “Sakat doğan bir çocuk” başlıklı makalesinde şöyle yazıyor:

“Bugün yurdum kutlama yapıyor. Herkes de çok mutlu ve gururluymuş gibi yapıyor. Devletimizin doğumu düşüncesi ortaya konduğunda, bu çocuğu kimsecikler istememişti. Sonsuza kadar annesinin rahminde kalmasını istemişlerdi. Annesinin bedeninin parçası olarak kalmasını istemişlerdi ve neredeyse her zaman ona “fetüs” demişlerdi! Ancak (annenin) suyu açıldı ve Ağustos 1960’ta bebek doğup ışığa kavuştu.

Ve derhal “Bu nasıl bir çocuktur?”, “Topaldır ve sakattır, şimdi dünyada nasıl adım atacak, nasıl yürüyecek” ve “Belki de hiç yürümemesi daha iyidir, belki de annesinin rahmine gerisin geri saklanmalıdır, belki de anası kendisini “yutacaktır”, belki de ninesi veya komşusu, belki de şeytan onu alıp gidecek ve böylece bu hikaye da sona erecektir” deniyordu...

Doğar doğmaz çoğu insan çocuğun yüzüne bakmaktan utanç duyuyordu. Saf Yunan kanı yoktu bebekte, belki de bir Türk Cumhurbaşkan yardımcısı ve 15 bakan arasında üç tane de bakanları olması yüzünden... Amaaaan! Bunlar hoş şeyler değildir. Çocuk şimdi bir taraftan geleneksel (Yunan) fustanellası, öbür taraftan da bir Türk yeleği giyerek ortalarda dolanamazdı... Öteki “familya” da aynı şeyi söylüyordu. “Ne biçim çocuktur bu?” ve “Bizden çekmemiş...” ve “ötekiler de onu pek istemiyor, onu değiştirecekler, hatta DNA’sını bile değiştirecekler ve bizler çocuğun DNA’sından kaybolacağız...” ve devamla, “Anneme söyleyeceğim” diyordu güveyi, “ve annem de onlara gösterecek...” ve bunun gibi korkunç şeyler söyleniyordu yani... Hiç kimse çocuğun gücüne ve fizyoterapiye inanmıyordu. Herkes bir ameliyat neşterine inanıyordu...

kkk-008.jpg

“Çocukta hoşlaşmadığım 13 nokta şöyledir! Bunları ortadan kaldırmak için bir dizi ameliyat yapacağız” diyordu kabilenin büyücüsü. Ve öteki “familya” da çocuğa saldırıp onu parça parça doğramaya başlamıştı, bağırıyorlardı ve birbirlerini öldürüyorlardı, çocuğun velayetini kim alacaktı, kim alacaktı elini, bacağını kim alacaktı, böylece çocuğu bir o tarafa, bir öbür tarafa çekiştire çekiştire parçalıyorlardı, çocuk ikiye parçalanmıştı, seniz de kanla ve çığlıklarla dolmuştu...

Ve azardan azardan, neredeyse ölü diye yatıp kalmışken mevsimler geçti, yeşillenmeye, çiçeklenmeye, yeniden ayağa kalkmaya ve yürümeye başladı, yurtdışına gitti çocuk, öğrenim gördü, başarılı oldu! Ve onu sakat olduğu ve biraz da piç olduğu için savurup atmak isteyenler, “Seninle gurur duyuyoruz” demeye başladılar. Ve “Yeniden birleşmeni, iyileşmeni görmek istiyoruz, seni modern hastanelere götüreceğiz, kurtarılacaksın” demeye başladılar.

Ve o korkunç insanlar bebeğin bedenini yurtdışında doktordan doktora gezdirmeye başladılar ve bebeği tedavi ettirmek yerine, hastenelerin yöneticileri ve ziyaretçileriyle ahbaplık kurdular, kontak kurdular, iş bağladılar ve onları eve getirdiler ama çocuğu unutmuşlardı çoktan. Çocuğu karanlık bir odaya kilitlediler ve kendileri de parlak ışıklarla dolu oturma odalarında dansetmekteydiler...

Her nasılsa aradan yıllar geçti ve çocuk 61 yaşını buldu. Sanki de bir canavarmış gibi yüzüne tiksintiyle baktıklarını hatırlıyor, dost olarak bildiklerinin dahi böyle yapmış olduklarını hatırlayıp ağlıyor... İkiyüzlülerin toplandığı doğumgünü kutlamalarını hatırlıyor ve ağlıyor... Resmi geçitleri, büyük lafları, büyük çeneleri, büyük harman yerlerini, biçilmeyi hatırlıyor ve kızla dönen denizi... Aynı şekilde bazı güzel genç insanların kendi uğruna kaltedilmesini hatırlıyor, çocuğun iyi kalbi ve masum gözleri için ölenleri ve tekrardan ağlıyor... Geleceğe bakıyor ve ağlıyor... Büyük olasılıkla sakat bacağını kesecekler. Çare yokmuş dediler. Ancak böylesi daha iyi dediler, kangrenin kemiğe dayanmasına izin vermiş olanlar...”

 

https://limassol-today.com/ena-paidi-pou-gennithike-anapiro/?fbclid=IwAR3Ax67p4TSrf4vSR79ZuP3-9fHR9aEhFvmA1UfPytqSxPVHWVUlOzfw3Rs

(LIMASSOL TODAY – Marina Armefti – 1.10.2021 – Türkçesi: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


BİR KİTAP...

“Saklı İzmir Masalları...”

kk-139.jpg

Yılmaz Murat BİLİCAN

İzmirli domatese domat, çekirdeğe çiğdem, sigortaya asfalya der.  Kordon’u, Saat Kulesi vardır. Kızları güzeldir. Yurdun dört bucağında türlü nedenlerle hem “güzel İzmir” hem “gavur İzmir” diye bilinir. Herkesin gözdesidir. Belediyesi herkesi orada yaşamaya davet eder. Sorsan zaten herkes orada yaşamak ister. Şanlı bir 9 Eylül’ü vardır. Kordon’dan düşmanı denize dökmüştür. Ata’sına kız vermiştir. Kemalist’tir. Bir de “ah ne güzelmiş bir zamanlar” dedirten eski fotoğrafları vardır, bu fotoğrafların birinde dumanı tüte tüte yanmakta olan bir şehirdir İzmir.

“Kurtuluş” öncesi geçmişi pek yoktur bu şehrin. Çok konuşulmaz. Hafızası silinmiştir adeta. Oysa o İzmir, Akdeniz’in en önemli ticaret şehirlerinden biridir. Neredeyse her gün, İskenderiye’den Marsilya’ya, Beyrut’tan Liverpool’a kadar; Girit’ten Batum’a, Odesa’dan Trabzon’a kadar, 15 günde bir de Amerika’ya yolcu ve yük vapurları kalkar limanından. Sanat ve kültür merkezidir, eğlencesi boldur, çok dinli, çok dilli, çok sınıflı, çok seslidir. Parlayan bir yıldızdır.

13 Eylül’de başlayıp beş gün boyunca süren yangınla birlikte parlayan yıldız söner. Bu İzmir’i gözde yapan bütün değerlerin sönmesidir aynı zamanda. Resmi tarih “düşmanı denize döktük” der durur, sağcısıyla solcusuyla her kafaya işlenir bu yalan, sonra da hep beraber her “milli” kabarmada tekrarlanır. Gerçekte “düşman” denilerek Kordon’dan denize dökülenler yüzyıllardır yan yana yaşadığımız, her gün en az dört dilde selamlaştığımız komşularımızdır. Burası es geçilir.

9 Eylül kutlanır ama 13 Eylül unutulur, İzmir denize dökülen insanlarını, komşularını anmaz. Oysa İzmir’de yaşamak, İzmirli olmak, İzmir’i sevmek, bu şehrin geçmiş acı ve sevinçlerine ortak olmak değil midir?

“Saklı İzmir Masalları” çok uzun yıllardır yazılarından, konferanslarından, yüzleşme etkinliklerinden tanıdığımız ve İzmir’in geçmişinin sorumluluğunu, acısını, sevincini yüreğinde taşıyan Talat Ulusoy’un yeni kitabı. Soluk fotoğraflarla bize taşınan eski İzmir’e bakıp nostaljik bir iç geçirmenin değil, aradan neredeyse yüz yıl geçmesine rağmen geçmişiyle yüzleşememiş olmanın sancısıyla yazılmış bir kitap.

Bize tekrar tekrar anlatılan “resmi masallara” karşı, “Hakikat yüklü masallar Nif’in güneşi gibi uzatır başını kayalıklar arasından sana seslenir…” kulak ver, dinle onları diye.

Talat Ulusoy’la yeni kitabı üzerine konuştuk:

***  Öncelikle şunu sorayım, kitabın kapağında “Farklı Bir İzmir Tarihi” diye yazıyor. Bu bir tarih kitabı mı?

Hayır, ben tarihçi değilim, “Saklı İzmir Masalları” da bir tarih kitabı değil. Tarih bir “disiplin”, hele resmi tarih pek disiplinli bir disiplin ve yüz yıla yakındır “yerli ve milli maval” okunuyor bu tarihçilerin  yazdıklarında. Benim geçmişim hiçbir tarihçinin mutlak tasarrufunda olamaz, geçmişim bana aittir. Masallarımda geçmişimi deşmeye, düşünmeye, hakikate yaklaşmaya yol arıyorum. Yani bu bir tarih kitabı değil, “Farklı Bir İzmir Tarihi” yayımcımın hediyesi, laf aramızda hoşuma gitmedi değil!

***  Nasıl bir ihtiyaç veya fikir sizi harekete geçirdi?

Eğer bir memlekette yüz yıl kadar evvel Cumhuriyet kurulmuş, lakin öldür Allah demokrasi kurumlaşamamışsa, bu kuruculukta bir sakatlık mı var sorusudur, desem bendeki ihtiyacı fitilleyen,  bilmem olur mu?  İzmir hariç, kurumsallaşmış bir demokrasi fikri; gazeteye verilmiş ilandan öte bir içeriği olmayan Meşrutiyet’in ünlü belgisi “Hürriyet, Adalet, Müsavat ve Uhuvvet”in, bugünün diliyle söylersek “Özgürlük, Eşitlik, Adalet ve Kardeşlik” hedefinin yanına bile yaklaşılamamış olması… Uzatmayayım, ama bu halimizi fark edip de; yerli, milli, ulusalcı ve benzeri kalıplarla tatmin olmak, tam siper yapıp Laikçi cepheden İslamcı cepheye veya tersi, kalıplaşmış cümlelerle saldırmak, olmayan demokrasiyi getirir mi? Hiç sanmam.

***  Kitabın adındaki “masal” deyimini farklı anlamlarda kullanıyorsunuz. Sizinki “saklı” olan masallar. Kitapta gerçekten de masalsı bir anlatı var. Neden masal? Neden böyle bir yol seçtiniz?

“Masalsı anlatı” var saptaması için sağ olun, pek sevindim. Bu tam da istediğim dil idi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Talim Terbiye’nin onayladığı tarih kitapları ve kimi üniversitelerde hazırlanan denetimli tezler bilimsel ve ciddi şeyler. Ama içleri mavallarla, milli uydurmalarla, Atatürk veya Gazi Mustafa Kemal güzellemeleriyle dolu. Bu mavallar karşımızda duran gerçekler. Oysa gerçeklerin perdelediği şeydir hakikat bana sorarsan. Türk Dil Kurumu’nun tanımında masalın özü şöyle verilir: Olağanüstü olayları anlatan edebî tür. Ben de anlattıklarımın büyük çoğunlukça “olağanüstü, inanılmaz” olarak karşılanacağını düşündüğümden masal adını verdim.

***  “Masalsız şehir olur mu?” diye sorup, masalların bu şehirden çekildiğini, saklandığını söylüyorsunuz, masalların nasıl ve neden çekildiğini düşünüyorsunuz bu şehirden?

1908’de Meşrutiyet bir “Geyikli Darbe” ile olmadı mı?  1913 Babıali Baskını beş on İttihatçı ile olmadı mı? Cumhuriyet’in ilanı bir gece yarısı, bir azınlık darbesi ile olmadı mı? Cumhuriyet tarihi bir “darbeler tarihi” değil mi? Bütün bunlar aslında masalları kovmak içindi, hakikati kaya kovuklarında olsa da arayıp bulmak isteyenleri susturmak, sindirmek içindi derim. Yüz yıldır yaşananlara daha çok şeyler eklenebilir. Baskılar, zulümler önce güzelleri ve güzelliği yok eder, sindirir, soldurur. Masal güzeldir, güzelliktir. Yine Türk Dil Kurumu’nun tanımında, “halkın yarattığı, sözlü gelenekte yaşayan” diye tanımlanır masal. Bu topraklarda o masalların serbestçe yaşamasına tahammül edilemedi. Masallar da saklandı, aslında yasaklandı.

***  Kitabınızda İzmir’in farklı zamanları var. Önce bir “üç zaman”dan söz ediliyor sonra eski ve yeni zamanlar diye ikiye ayrılıyor. Biraz açar mısınız bu zamanları? İzmir’in bu farklı zamanları nasıldı?

Üç zamanı bir alegori olarak, masal zamanları olarak varsayın. Birincisi Amazonların, İskender’in İzmir’i. İkincisi develerin, kervanların, kervancıların İzmir’i. Üçüncüsü İstimli Zaman, buhar gücünün insan gücüne katıldığı ve insan gücünü aştığı zaman.

***  “İstimli zamanlar” da dediğiniz yeni zamanları, çok dilli, çok dinli İzmir nasıl karşılıyor? İzmir’de neler değişiyor? İzmir nereye gidiyor?

Yeni Zaman’da ayaklar baş olmaya başlıyor içten içe, lakin gözle görülür bir devrim yaşamaya başlıyor şehir. Ticarette ve sanatlarda hünerler biriktirmiş alt sınıf milletler, yani İslam olmayanlar zengin olmaya başlıyor. Onlar sayesinde İzmir’in yıllık geliri giderinin iki katına çıkıyor. İttihat, yani her dinden insanların birliği ve Terakki, yani milletler toplamı olarak ilerleme fikri zemin buluyor, kuvvetleniyor, İslâm okumuşları arasında bile hatırı sayılır savunucular buluyor. Bir örnek vereyim: İslam dışı milletler, birçok okul açıyor ve kiliseden kurtarılmış eğitime, laik eğitime adım atıyor. İslam millet ancak 19. yy sonunda eğitim hamlesine girişiyor, İdadi’de, yani lisede Yunanca dersi var! Çok dilli olmaya özen gösteriliyor. Bu bir arada yaşama arzusuna işaret etmez mi? Laik eğitim mi? O kadar da değil! İzmir Marsilya ile yarışacak bir Akdeniz şehri oluyor. İzmir’den her gün Akdeniz ve Karadeniz’in her yanına yolcu vapurları kalkıyor. Amerika’ya iki haftada bir düzenli sefer var. İzmirli tüccarlar Avrupa’nın türlü şehirlerinde ofis açıyor. İzmir dünya şehri olmaya yürüyor. İzmir’in ittihadı, birliği ortak dilleri sayesinde gelişme zemini buluyor. Zmirneyka, İzmirce denilen, ticaret ve sanayi ile birlik sekiz bin kelimeye yaklaşan; Türkçe, Yunanca, İtalyanca, Fransızca başta olmak üzere bir ortak dil gelişiyor. Sadece Felemenk dili, Hollandaca bu ortaklıkta yok, gırtlaktan çıkan kuzeyli dilinin zorluğundan olsa gerek. İzmir’de hayat değişiyor, hayat. İzmir devrim yaşıyor, işçi sınıfı ve işçi gazetesi doğuyor, eşitsiz gelişen Osmanlı vilayetlerinden biri olarak burjuva devrimi yaşıyor desek abartı olmaz.

***  Bu yeni zaman kültürel yaşam açısından nasıl? Eğitim, öğretim, sanat, basın…?

Eğitime biraz değindim, o yetsin. Ama İslam millet dışında basın yayım alanında o kadar gazete, dergi, kitap basılıyor ki…  Her dilden baskı yapan çok sayıda matbaa var. Osmanlı alfabesiyle baskıları uzun yıllar Ermeni matbaacılar yapıyor. Mesela Ermeni Keşişyan’ın hem İzmir’de hem de Eski Foça’da matbaası var ve İzmir’in aydınların Müstecabizade İsmet’in 1908 ertesinde hazırladığı ilk ve son yurttaşlık bilgisi olan Rehber-i İttihad kitabının ikinci baskısı burada yapılıyor. İzmir’de ilk gazete Fransızca olarak yayın hayatına başlayan Le Spectateur Orienta 1821 yılında basılıyor.  İlk Osmanlıca-Fransızca sözlük İzmir’de basılıyor, sözlüğü hazırlayan Amin Maalouf’un büyük dedelerinden Nassim Maalouf! Bu ilkler çoktur ve şehirdeki hızlı değişimi çok iyi gösterir.

***  Kitabın temel hissiyatını nasıl tanımlarsınız? Eski İzmir’e duyulan bir özlem mi? Geçmişle yüzleşememiş olmamızın sancısı mı? Yoksa Resmi tarihle bir hesaplaşma isteği mi?

Eskinin güzel yanlarını niye özlemeyeyim: Çok dilli, çok dinli, dillerin birbirini sevdiği, kelimeler alıp verdiği, Zmirneyka’yı yarattığı Eski İzmir’i, masallar İzmir’ini niye özlemeyeyim? Ama kalemi elime aldıran işte o dediğiniz, “Geçmişle yüzleşememiş olmamızın sancısı ve resmi tarihle bir hesaplaşma isteği.”

***  Bütün bunlar yaşanmasaydı nasıl bir İzmir hayal edebiliriz, neler olurdu?

İzmir adına iddialıyım: Dünya şehri olurdu ve dünya çok dilli, çok dinli Güzel İzmir’i kıskanırdı. Irkçılık, milliyetçilik, mavalcılık bugünkü kadar ağır basmazdı. Eğer bu şehrin insanları, en başta resmi mavallara kurban yerel yönetimler yüzleşmeye cesaret eder, özerkleşmeyi gündemlerine alırlarsa şehir yine Güzel İzmir olur umudundayım.

***  Son olarak 2021 yılının İzmir’i nasıl görünüyor size? İzmir ne yapıyor şimdilerde?

İzmir, “Saklı İzmir Masalları”nı nasıl görüyorsa, ben de öyle görüyor olacağım. Yoksa benden; “Rakı, roka ve kızları”nın güzelliğiyle övünen içi bomboş İzmirli yanıtını mı bekliyordunuz?

(*) Saklı İzmir Masalları, Talat Ulusoy, Sakin Kitap, Eylül 2021

(T24- Yılmaz Murat BİLİCAN – 5.10.2021)            

 

 

Bu yazı toplam 1435 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar