1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Sakkulli’deki “Güvenlik Yasa Tasarıları” v. Özgürlük
Sakkulli’deki “Güvenlik Yasa Tasarıları” v. Özgürlük

Sakkulli’deki “Güvenlik Yasa Tasarıları” v. Özgürlük

Sakkulli’deki “Güvenlik Yasa Tasarıları” v. Özgürlük

A+A-


Aslı Murat
[email protected]

Her bomba patladığında her ölüm haberi geldiğinde, benzer duygular hissediyoruz. “N’oluyor bize? Yoksa bu dönemde güvenliği sağlamak mümkün değil mi? Devlet, başımıza gelmesi muhtemel felaketleri önlemek için neler yapmalı ya da niye hâlâ bir önlem alınmadı” gibi, birbiri ardına sıralanan sorular dolanıyor zihnimizde.

Üzülüyoruz, öfkeleniyoruz da ayrıca. Sonuçta çatışmaların tarafı ve öznesi olmayan siviller hayatını kaybediyor. Tüketim çağında, sevinçlerimiz gibi üzüntülerimiz de erkenden tüketiliyor, unutuluyor. Buna rağmen güvenlik ihtiyacı baki kalıyor.

Güvenlik kelimesi her zikredildiğinde, aklıma korku gelir. Çünkü güvenliğin karşısına korkuyu koymayı öğrendik. Gelin bir de meşhur Türk Dil Kurumu’nun tanımına bakalım. TDK sözlüğüne göre güvenlik: “Toplum yaşamında yasal düzenin aksamadan yürütülmesi, kişilerin korkusuzca yaşayabilmesi durumu” diye açıklanır. Demek ki çok uzağa gitmemişim. Peki, bu korku nedir?

Psikoloji alanında çalışan kişilerin yerine geçerek ahkâm kesmek haddime düşmez. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki, korku inşa edilen bir süreci işaret eder. Bireysel alandan toplumsal düzene doğru hareket edildiğinde, yaratılan korkular sonrasında alınacak güvenlik tedbirlerinin, pek de parlak sonuçları olmaz. Çünkü bugüne kadar devlet tarafından güvenlik sağlanmasına dair icra edilen birçok uygulamanın, aslında insan hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırdığını söylemek mümkündür. Özellikle son zamanlarda ağzımıza yapışan “terör – terörist” gibi kavramlar mevzu bahis olduğunda, özgürlüklerin “ölçülü” bir şekilde sınırlanması söz konusu değildir.

Böyle bir dönemde Başbakan Ömer Kalyoncu, “polis ve güvenlik güçlerinin elini güçlendirecek yasa tasarılarının” Meclis’e gönderildiğini ifade eden bir açıklama yaptı. Bu yazıda en ince ayrıntısına girerek inceleyemeye fırsatım olmayacak. Lakin genel itibariyle birkaç nokta üzerinden meseleyi tartışmaya çalışacağım.  Tasarıların tamamını okuduktan sonra, ilk etapta aklıma Türkiye Cumhuriyeti Meclisi’nin “torba yasaları” geldi. Tam olarak karşılamasa da, “Güvenlik Yasa Tasarıları” başlığı ile anılması ve içerisinde sorunlar barındıran birden fazla yasanın aynı anda Meclis’in gündemine getirilmesi, gözümde bu tabirin canlanmasına neden oldu. Yerel nitelik taşıması ve anlam karmaşasına fırsat vermemesi için “torba” yerine, sakkulli kelimesini kullanacağım.

Polis Teşkilatı sivil idareye bağlanmadı ama Sakkulli çıkageldi…

Sakkulli Yasa Tasarıları çevre coğrafyalarda insan kıyımlarının yaşandığı bir dönemde, ülke gündemini bir süredir işgal eden “bomba ihbarları komedyası” ardından, gökten zembille indi. Tasarılar iddia edildiği gibi güvenli bir ortam sağlayacak mı? Yoksa daha paranoyak bir toplum mu yaratacak? Bunlar dikkatli bir şekilde incelenmelidir. Öncelikle şu tespiti ortaya koymak gerekir. Mevcut düzenlemeler içindeki birtakım maddeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün kendi topraklarında yarattığı “faşist devlet yapılanmasının” ruhunu taşır. Tasarıda mücadele edilecek suçlar sayılırken, önemli hususlar da dile getirilmiştir. Mesela “insan ticareti, göçmen kaçakçılığı, seks köleliği, cinsel saldırı, çocuk istismarı, uyuşturucu ticareti” gibi durumlar da kapsama dâhil edilmiştir. O kısımlar, Sakulli’yi kabul etmemiz için sunulan düzenlemelerdir. Ama sistemin işleyişine ve uygulamalara bakıldığı zaman, Başbakan’ın da söylediği gibi “polisin elini güçlendirmekten” öteye gidemeyeceğine dair soru işaretleri vardır.

Tasarılar incelendiğinde, birçoğunun uygulanmasına dair benzer maddelerin tekrarlandığını fark edebilirsiniz. Bu sebeple şu anda söyleyeceklerim, genel itibariyle 7 adet yasa için de geçerlidir. Öncelikle süreç ikiye ayrılmaktadır. Sadece hakkında ceza soruşturması başlatılan bir kişi değil, aynı zamanda “kuvvetli şüphenin” varlığı hâlinde, her bir kimse de izlenebilecek, görüntüsü kayıt altına alınabilecek, dinlenebilecek ve onun iletişim araçları takip edilebilecektir. Hatta suç işlemesi muhtemel kişilerin izlenme süreleri daha fazla olarak düzenlenmiştir. Kuvvetli şüphe şu şekilde tanımlanır: “Eldeki deliller, ilk nazarda bu delillerin verilerden doğan bağlar ile kanaatlerin zanlı veya sanığın suçla bağlantısı olduğu yönünde kanaat oluşturursa bu Yasa amaçları bakımından oluşan şüphe kuvvetli şüphedir”. Tanımdan da anlaşılacağı üzere, “ilk nazarda” - “zanlı veya sanığın suçla bağlantısı olduğu yönünde kanaat oluşursa” gibi ibarelere yer verilir. Bunlar muğlak, istismara ve keyfi uygulamalara fırsat verecek hususlardır. Diğer bir ifade ile tanımın ismi ile cismi arasında fark vardır. Kuvvetli şüphe, bu denli belirsiz kelimeler ile açıklanamaz ve en azından teyit edici bir takım unsurlara bağlanması gerekir. Buna rağmen yapılan tanım, bu şekilde düzenlenmemiştir.

Kimi dinleyebileceğine karar verilen görevlinin; ne şekilde dinleme yapacağı, tutanakların kimler tarafından nasıl hazırlanacağı, verilerin nerede muhafaza edileceği, verilere kimlerin ulaşma yetkisi olduğu gibi noktalar, Başbakanlıkça hazırlanacak Bakanlar Kurulu’nca onaylanacak ve Resmi Gazete’de yayımlanacak bir Tüzükle belirlenecektir. Bu yazıya sığamayacak sıkıntıları içerisinde barındıran Sakkulli’nin, noktası virgülüne dokunmadan Meclis’e gönderen bir Başbakanlık ve Bakanlar Kurulu tarafından nasıl bir tüzük hazırlanacağının yorumunu da size bırakıyorum. Burada dikkatle irdelenmesi ve belki de tasarılar tartışılırken açıkça konuşulması gereken noktalardan biri, verilere ulaşma hakkının kimde olduğudur? Özellikle bu gibi hassas noktalar, tüzüğe bırakılmamalıdır.

Yasaya uygunluk denetimi yapılacak mı?

Gelelim bu birimlerin uygulamalarını denetleyecek mekanizmaya. Birçok konuda, Devletin denetleme yetisinin ne denli kötü olduğu gerçeğiyle acı bir şekilde yüzleştik. Söz konusu örnekler bile düşünüldüğünde, burada yaratılan illüzyon dağıtılabilir. Tasarılar içerisindeki denetim maddesinde, iki bacaklı bir uygulamadan bahsedilir. Buna göre düzenlemelerinin uygulanması, iç ve dış denetime tabi tutulacaktır. Polis Örgütü ve Telekomünikasyon İzleme Müdürlüğü kendi içindeki Denetme Kurulları nezdinde yılda en az 1 kere, Başbakanlık ise Polis Örgütü ve Telekomünikasyon İzleme Müdürlüğü tarafından yürütülen faaliyetleri yılda en az 1 kere denetleyecektir. Teknik araçlarla yapılacak işlemlerin dış denetimi ise belli bir zorunluluğa bağlanmayacak, Başsavcılık tarafından uygun gördüğü zamanlarda denetim yapılacaktır. Diğer bir ifade ile uygun görülmezse, sadece Polisin iç denetimi ile yetinilecektir.

Bizim gibi Polis Teşkilatı’nın sivil idareye bağlı olmadığı bir yönetimde, bu madde tozlu raflarda kalmaya mahkûmdur. Diğer bir ifade ile Polis Teşkilatı sivil idareye bağlanmadığı sürece, Devletin gerçek anlamda bir denetleme yapma yetkisi de olmayacaktır. Polis kendi uygulamalarını, kendi içinde denetleyecektir! Onu da denetleme olarak tanımlamak, bana göre doğru değildir. Belki “tasdikleme” denebilir. Özellikle Polis’in kendi içerisinde yaşadığı ve zaman zaman da kamuoyuna yansıyan anti – demokratik uygulamalar mevcutken ve hiçbir zaman da açığa çıkarılmamışken, bu denetimi yapacaklarına inanmak hayal olur.

Takip araçları ve yöntemi ne olacak?

Bir diğer önemli nokta, bu uygulamalarda hangi araçların yer alacağıdır. Kişiler kullandıkları telekomünikasyon araçları yanında, halka açık yerlerde ve işyerlerinde, herhangi bir araç kullanmaksızın yüz yüze yaptıkları görüşmeler ile diğer faaliyetlerinde teknik bir araç kullanılarak dinlenebilecek, izlenebilecek, ses veya görüntü kayıtları alınabilecektir. Sözü edilen teknik araçlar, “insanın görme ve işitme duyusunun ve algılama yeteneğinin sınırlarını aşmaya yardım eden her türlü tertibat” olarak tanımlanır. Tasarılarda belirtilen uygulamaya aykırı bir şekilde izleme yapmak, ses ve görüntü kaydı almak yasaklanmıştır. Bunu duyunca rahatlamanız yersiz. Çünkü bu maddenin bir de istisnası var. Buna göre “işyerleri, kamu kurum ve kuruluşları, ses dinlemesi ve ses kaydı yapmadan, yer aldıkları binalarda, güvenlik amacıyla kameralarla izleme yapılabilir ve görüntü kaydı alınabilir. Ayrıca kent güvenlik sistemleri (mobese) kameraları ve bireylerin ikametgâhlarına güvenlik amaçlı taktırdıkları kameralar ile izleme yapılabilir ve görüntü alınabilir”. Buna dair ayrıntılar da tüzükle belirlenecektir.

Tedbirin sona ermesi hâlinde veya tedbirin uygulanmasına ilişkin koşullardan birisinin sonradan ortadan kalktığı veya tedbire artık gerek kalmadığı durumlarda, dinlemenin içeriğine ilişkin kayıtlar, Başsavcılığın bilgisi dâhilinde en geç on beş gün içinde yok edilir. Eğer ortada başlatılmış bir ceza yargılaması varsa ve istinaf işlemi de gerçekleştirilmişse, onun sonucuna kadar kayıtlar silinmeden tutulur. İstinaf ardından silinir. Tasarılar içerisinde yasadışı bir şekilde dinlemek, izlemek ve kayıt altına almak yasaklanmış ve aksi uygulamalar da cezalandırma ile karşı karşıya bırakılmışken, aslında tüm bu işlemlerin yapılmasının “gereksiz” olduğu durumlarda ne yapılacağı düzenlenmemiştir. Bu anlamda geliştirilen tek adım, kayıtların silinmesidir. Peki, o arada yaşanan hak ihlâllerin karşılığı ne olacaktır? “Affedersiniz, gereksiz yere sizi dinledik, hâlbuki suç işlediğinize dair kuvvetli bir şüphe içine girmiştik” mi diyecekler? Deliller de silineceği için, insan hakkı alanında yürünecek hukuki yollarda da zorluklar yaşanacaktır. Herhangi bir suistimal ihtimalini önlemek gibi bir gaile olmadığı için, güçlü bir koruma mekanizması da kurulmamıştır.

Tasarıdaki en can alıcı kısımlardan biri olan muhbir ve gizli soruşturmacı konularını es geçmek olmaz. Bu noktada politik anlamda değerlendirme yapmak yerine, hukuk tekniği olarak tek bir noktaya değinmek istiyorum. Bizim hukuk sistemimizde, kişilerin suçla bağlantısı olup olmadığı kanıtlanırken, ifadesi alınan tanıklar sanık avukatları tarafından mahkemede sorgulanır. Diğer bir ifade ile mahkeme huzuruna çıkarılır. Fakat bu düzenlemeler ile hem muhbirler hem de gizli soruşturmacılar, mahkemede bulunma zorunluluğundan azade olabilecektir.  Bu da adil yargılama hakkı ve savunmanın gerçek anlamda sağlanabilmesinin önündeki önemli engellerden birini teşkil edecektir.

Özgürlükler, pamuk ipliğinin ucunda mı?

Suç örgütünün ne olduğu ve suç işleyecek kişilerin kimler olabileceğine dair yapılan saptamalar da, özgürlüğün ne denli keyfi bir şekilde sınırlandırılabileceğini gözler önüne serer. Sakkulli içerisinde bulunan Ceza (Değişiklik) Yasa Tasarısı, mevcut yasanın tefsir kısmına “Suç Örgütü” tanımını ekler. Şöyle ki: “Yürürlükteki yasalar uyarınca üç yıl veya daha fazla hapislikle cezalandırılan herhangi bir suçu, birden fazla kez işlemek amacıyla ikiden fazla kişinin aralarında görev bölümü yaptıkları hiyerarşik bir sistem bulunan bir yapılanmayı anlatır”. Açıklamadan da anlaşılacağı üzere, yasada belirtilen muhbirler ve gizli soruşturmacılar, ülkedeki herhangi bir örgütün böyle bir amaç ile hareket ettiği kanaatine eriştiği zaman, gerekli işlemleri başlatabilecektir.

Söz konusu “amaç” ne şekilde saptanacaktır? Kriterler nedir? Buna ilişkin net bir açıklama yoktur. Yine Tasarı’nın 20 (A) maddesi ile, “Suç Örgütü Kurmak, Suç Örgütüne Üye Olmak ve Suç Örgütü Faaliyetlerine Yardımcı Olmak” yan başlıklı düzenleme de mevzuatımıza katılır! Bu maddenin son iki fıkrası şu şekilde : (6) “Suç Örgütüne üye olmamakla birlikte, suç örgütüne bilerek ve isteyerek yardım eden kişiler, üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilir. (7) Suç Örgütünün veya suç örgütünün yasadışı amacı ile ilgili herhangi bir kelime veya belge yayınlayan veya herhangi bir şekilde görülebilen gösteride bulunan bir kişi ağır bir suç işlemiş olur ve üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılabilir”. Gerek 6.  gerekse 7. fıkra, keyfi hak ihlâllerine zemin yaratacak şekilde hazırlanmıştır. Özellikle 7. fıkraya bakıldığında düşünce, ifade, yayın – haberleşme, toplanma ve gösteri yürüyüşü özgürlüklerinin rafa kaldırılabileceğini görebiliriz.

Kimse çıkıp da, bu maddelerin insan ticareti, çocuk istismarı, seks köleliği,  cinsel saldırı veya uyuşturucu ticareti için yapıldığını söylemesin. Böyle olsaydı, bu alanlarda oluşan suçlara karşı önlem almak yanında, var olan yasalar da uygulanırdı. Fakat bahsi geçen suç gruplarına bakıldığında, bugüne kadar Polis içerisinde bu konulara dair hassasiyet gösterildiğini söylemek pek mümkün değildir. Gerek Polis gerekse Hükümetin bu kadar kaygısı varsa, sadece cezalandırma değil, hak ihlâllerini önlenmek için de gerekenleri yapması elzemdir. Mesela insan ticareti ile mücadele edeceğim deyip, mülteci hakları konusunda herhangi bir adım atmadığınız takdirde, Sakkulli’de yer alan düzenlemelerin pek bir anlamı kalmaz. Aynı durum, diğer suç grupları için de geçerlidir.

Hükümet ve Meclis, Polis Teşkilatı tarafından suni bir şekilde üretilen ve belki de ileride oluşturulacak şiddet ortamına zemin hazırlayan bu tasarılar yerine gerçek bir adım atmalı ve Polis’in idaresini sivil yönetime geçirmelidir. Aksi takdirde, var olan bir parça özgürlük de toz olup uçacaktır. Sonuç itibariyle “güvenlik ihtiyacımızı” doyuracağını sandığımız kurtarıcılarımızdan kurtulmanın, ihtiyacımız olan demokrasi ve insan haklarına dayanan düzeni tesis etmenin zamanı gelmiş hatta geçmiştir.

 

Bu haber toplam 2107 defa okunmuştur
Gaile 363. Sayısı

Gaile 363. Sayısı