Salamis’ten Varosha’ya ağıt
“Sessizlik büyüdükçe büyüyor.
Sus. Hayır sen değil, şu kırlangıçlar. Onlara diyorum. Fazla gürültü yapıyorlar. Şehri insanlar terkettiğinden beri yalnızlık içindeyim. Tık yok. Arada birkaç karabasan geliyor ziyaretime, şöyle oturup uzun uzun hasbihal ediyoruz. Gidiyorlar. Çoğunlukla şu berrak denizi, açık mavi gökyüzünü, sararmış perdeleri, bir de yıkılmış evleri seyrediyorum. Karıncalarla oynuyorum, sarmaşıklarla fısıldaşıyorum, dikenli tellere takılıyorum, kaçamıyorum. Sus.”
“Ah, son kralım, saygıdeğer Nikokreon. Salamis için teslim olmaktansa canına kıydın. Ne yüce bir davranış. Oysa herkes teslim olur da, kurtulduğunu sanır değil mi? Günahlarına ve artık olmayan geleceğine teslim olur. Sen kumdan bir şehir bıraktın geriye. Un ufak oldu her şey. Şimdi karşı kıyıda senin şehrine bakıyorum. Kardeşim Varosha. Etrafın yıkık dökük, perperişan, derin bir sessizlik içindesin sen de benim gibi.
Sarayı yakıyorlar! Bugün gibi hatırlıyorum. Yüzlerce yıldır, ta şehir kurulmadan önce ben buradaydım. Gördüm, duydum, yaşadım. Toprağım ben, buralıyım ama sen öldün kralım. Bırakıp gittin şehrini, Ah Salamis! Zeus’un sunağı, rahiplerin oturduğu Aziz Epiphanios bazilikası. Lanet olsun, yıkıldı. Yer sarsıldı, deniz çekildi, mezarlardan kemikler çıktı. Kumdan bezeli topraktan kıvılcımlar çıktı. Ateşler içinde şimdi şehir, alevler Olympios’a kadar ulaşıyor. Poseidon bile seyrediyor. Üf dese bitecek bu zulüm, kudretli tanrı, yere vurduğu yabası mı yıktı şu güzel şehri, bir tanrı, nasıl, öldürür, kendi kölelerini!
Bak şehir düşüyor, sular geliyor Kudüs’ün tarafından. Söyle tarihin karanlığı, neler neler gördü bu gözlerim benim. Ölüm törenlerinde akan şükranı örneğin. Anlatacağım şimdi: Şimdi revakların altından, sütunlar arasından atlılar geçiyor, sonra o atlar mezarlara insanları taşıyor, sonra o at o mezarın başında, orada öldürülüp gömülüyor. Sonraki yaşamın ulağı olacak, yeni seferlere çıkacak. Bir mızrak ile delik deşik, uğursuzluk imgesi mezarında uyuyor. Mezar taşıyıcısı bir güruh marş marş geliyor. Bağırıyorlar ve ölüm tanrısına yalvarıyorlar, o atların kanlı iniltilerini, her ölünün yakarışını bile hatırlıyorum sevgili Varosha.”
“Altın sarısı bir kumdan bir kuşağım, eteklerimde halen deniz kabukları var. Akdeniz’in tuzlu nefesi benimle. Ama evlerimde ışıklar sönmüş. Odaları boş. Çan kuleleri de devrilmiş. Sahnede Othello’nun aşkı da varmış, savaş gelmiş, almış götürmüş, insanlar canhıraş kaçmış.
Geçenlerde oturup şu büyük kilisenin orada bir karınca ile konuştum. Yedi ceddi burada doğmuş, büyümüş. Artık yapamıyoruz diyor. Biz de gideceğiz. Yakın şehre göçüp oralarda yeni hayatlar kuracağız. Burada daha fazla yaşanmıyor. İnsanların bırakıp kaçtığı yerden hayır mı gelir. Uğursuz yer. Gideceğiz, diyor da diyor. Onlar da. Ben nasıl kalayım, lütfen sus.
Geçenlerde bir evin avlusuna oturup sarı bir yılanla konuştum. Çok ketum. Ben söylendim o dinledi, dinledi. Bir şey demedi. Tıs. Belli ki o da... Gözlerinden anladım. Kıvrıldı, ilerde ağaçların kovuklarına sarına sarına virane sokaklarıma daldı. Arkasına bir kez dönüp bakmadı.
Geçenlerde sahilde oturup gri bir bulutla konuştum. Yağsa yağacak da naza çekti bir süre. Sonra şöyle bir dokundu yüreğime. Biraz yüzüme güldü, bir iki tatlı söz, hoşbeş. O da. Buradan çok zavallı görünüyorsun dedi giderken. Ukala. Uzaktaki eski şehrin Osmanlı’ya bile kafa tutan surlarına doğru süzüldü, büyüdü, çoğaldı, siyaha kesti. Sus. Yağmurun sesini dinle.
Yalnızım kardeşim Salamis, şimdi karşı sahilde sana bakıyorum. Yıkık biçare şehir, limanlarını hayaletler basmış, katman katman içine gömülmüş, çözülmüş, zamanın inayeti uğramamış ona da, bitmiş.
Ben şimdiki zamanı, savaş uğruna terk edenlerin şehriyim. İnsanlar benden korkarlar, sessizliğimden, kapılarını açamazlar benden yana, yakınımdan geçemezler. Masalarda rehineyim ben, kölesiyim bu adalıların gündeliklerine, küfürlerine ve korkularına malzemeyim.
Dikenli teller, kırmızıya boyalı asker selamı, anlamadığım harflerden levhalar koymuşlar bana da, insanlar çıkıp gelemezler. Hep korkarlar içimden, belki bendeki renksizlikten, dökülmüş suretimden. Ben korkmam oysa ki onlardan, ne kadar gri ve suretsiz olsalar bile.
Yalnızlığa da alıştım. Ben, Akdeniz’in doğusunda, dinlerin kutsal topraklarına gülümseyen, bin bir hatıranın ve kahrolasıca savaşın yükünü taşıyan ve artık yorulan, sessizler şehri Varosha’nın nefesiyim. Salamis’in yüce kralı, kralım, canına kıyıp gittin şehrin uğruna, ne yüce bir davranış. Bu toprakta yaşayanlar beni bir gün duyana, bu dikenli telleri yıkana değin, ben de...
Sus.”
Her şehrin kalabalığı olduğu gibi yalnızlıkları da vardır. Bizim de geçmişimizden bugüne seslenen, utancımızla birlikte nice terkedilmişliklerimiz vardır.
Unutma.
Şehir sus diyorsa susmalısın.
Ve eğer bir ağıt yakacaksan da şehre değil,
bize yakmalısın.